1 Kasım seçimlerinden kişisel olarak en acı anım şu olacak: gözlerimiz TV ekranlarına çakılı, sonuçları izliyoruz. Ve AKP’nin oy oranı yüzde 50’lerin üzerinde seyrediyor.
Kendi kendime “Allah’ım, bari yüzde 50’yi aşmasalar, kesin çoğunluğa ulaşmasalar” diye yalvardığımı hatırlıyorum. Ve oran giderek biraz düşüyor, yüzde 49’lara iniyor. O gecenin büyük düşkırıklığı içinde buna bile sevinecek hale geliyoruz.
O geceden sonra Türkiye’de çok şeyin değiştiği yadsınabilir mi? Özellikle aydınları saran o büyük hayal kırıklığı, giderek yerleşen bir kötümserlik, birçok gazetecinin artık kalemini oynatmak bile istememesi.
Ve giderek medyanın üzerinde oluşturulan ve Türkiye’nin en ceberrut tek parti veya askeri darbe dönemlerinde bile görmediği bir müthiş baskı, susturulmaya çalışılan bir basın. Başta elbette tutuklanan Can Dündar ve Erdem Gül olmak üzere tam anlamıyla cendereye alınan bir Cumhuriyet. Saldırılara uğrayan ve Ahmet Hakan örneğiyle bunun kişiselleştiği bir Hürriyet. Şu anda tutuklu bulunan ve içlerinde Zaman’dan Hidayet Karaca’dan Nokta’dan Murat Çapan ve Cevheri Güven’e, Bugün’den Gültekin Avcı’dan Taraf’tan Mehmet Baransu’ya, tam yedi gazetecisiyle Azadiya Welet’ten altı gazetecisiyle DİHA’ya birçok tanıdık ya da tanımadık isim: toplam 32 kişi.
Ayrıca Cengiz Çandar’dan Hasan Cemal’e, Uğur Dündar’dan Necati Doğru’ya, Ahmet Altan’dan Nazlı Ilıcak’a, Bekir Coşkun’dan Ekrem Dumanlı’ya, Ertuğrul Özkök’ten Yavuz Baydar’a, Mümtaz’er Türköne’den Perihan Mağden’e yargılanan 13 ünlü gazeteci. Ve sayısız kurum ve kuruluşa ya ‘paralel’, ya hakaret suçlamalarıyla yapılan baskın, el koyma, kayyım atama olayları.
Çağdaş Gazeteciler Derneği başkanı Ahmet Abakay’ın deyişiyle ‘hukuksuzluk artık ses duvarını bile aştı”. Bu büyük baskının tam bir dökümünü dünkü (Salı) Zaman gazetesindeki çift sayfada bulabilirsiniz.
Bu baskı iktidara yakın gazetelerde, hatta doğrudan doğruya ‘havuz medyası’nda bile görülüyor. Başka türlü biçimlerde olsa da... Sabah’tan örnek verirsek, Haşmet Babaoğlu’nun ‘artık bir süre politika yazmayacağım” dediği yazısı. Ya da Hıncal Uluç’un uzun süredir klasik müzik konserleri/ İstanbul trafiği/ spor üçgeninde hapsolmuş çarşaf yazıları. Bu vicdan sahibi yazarları artık siyasete hiç el sürmemeye iten ne olabilir?
Elbette AKP’nin birçok alanda olduğu gibi medya ve aydınlarla ilişkilerinde de nasıl büyük bir fırsatı heba ettiği gözden kaçmıyor. İktidarının ilk yıllarında, partinin bir yandan Türk siyasetinin ortalama on yılda bir yolunu kesen askeri darbeleri olanaksızlaştırmak, öte yandan ezeli Kürt sorununu çözebilmek için attığı adımlar liberal ve giderek sol aydınlar arasında büyük ilgi görmüş ve destek almıştı.
O dönemde İslami kesimde henüz çok parlak kalemler yoktu. Var olanlar eskimişti, devre dışı kalmıştı. Ve AKP’nin o dönemde laik, solcu ve liberal tüm o aydınlara ihtiyacı vardı. Bu desteği buldu ve aldı. Ve önemli işler başardı.
Ama 2010’larla birlikte rüya sona erdi, bu destek giderek eridi. Buna karşın, sağ kesim kendi parlak yazarlarını ortaya çıkardı. İslami çevreden gelseler de son derece iyi eğitimli, kültürlü ve çağdaş gerçek aydınlar. Örneğin Mümtaz’er Türköne, Dücane Cündioğlu ve A. Turan Alkan üçlüsü. Özelikle Zaman’da düzenli yazan Türköne ve Alkan’dan ne çok şey öğreniyorum!..
Ama Ak Parti büyük bir savurganlık ve aymazlıkla ve temelde o ‘paralel saplantısı’nı kronik bir hale getirerek, tüm bu aydınlarla ilişkisini kopardı, giderek onları tam karşısına aldı. Ne aymazlık!... Onların yerine koymaya çabaladığı o sözüm ona yazarcıkların cevherlerini ve marifetlerini acı bir tebessümle izliyoruz!...
Size özellikle A. Turan Alkan’ın Zaman’da Pazartesi çıkan Alevi Miyim Neyim? yazısını hararetle tavsiye ederken, birkaç can alıcı bölümünü vermek istiyorum. Bakınız, İslam’ın içinden gelmek bile, çağdaş bir kafa sayesinde, olaylara nasıl bir bakış getirebiliyor:
“Naçiz kanaatim, Din’in hazır mobilya ambalajlarından çıkan ‘nasıl monte edilir?’ kitapçığı olmadığıdır. Din, en geniş manasıyla ahlak, daha doğrusu hüsn-i ahlaktır. Ve hüsn-i ahlakın hayata geçirilmesi, yemin ederim ki bir siyasi rejim tasarlamaktan, bir devlet nizamı kurup işletmekten daha ağır bir sorumluluktur”.
“İslam tarihinde kuyruklu yıldız gibi parlayıp geçen birkaç istisnai ve kısa ‘adil melik’ haricinde, bu varsayımı ayakta tutacak bir olaylar koleksiyonuna sahip değiliz. Demokrasiyi müslümanlar icat etmedi ve İslam tarihinde buna benzer uygulamalar bulunmuyor. Müslümanların siyasi alışkanlığı monarşiye biat, hükümete itaattir. Hukuk daima Sultan’ın maiyetinde oldu. Ve hala böyledir”.
“Din’i ahlaktan ayırıp bir nevi ibadet disiplini şekline koyarak İslam’ı iktidara getirme ülküsü yerine, ahlakı hayata taşıma fikrine ağırlık verseydik, şüphesiz insanlığa daha daha hayırlı ve özlenir bir model sunabilirdik. ( ) ...Allah’ın insanlardan yapmalarını murad ettiği en ağır vazife de budur: bir ütopya...İnsanların naturasına kolay ve munis gelen çözümler yerine ‘dar kapı’ya, feragate, bölüşmeye, hakşinaslıığa, tek kelimeyle insanı tabiatının fevkine çıkmaya teşvik eden bir ütopya”.
Bu önemli sözlerin çıktığı gün, Türkiye’de Din kurumunun en yüksek makamındaki zatın şu sözleri de yayınlanıyordu:
"Fransız ihtilaliyle birlikte insanlık başka bir arayış içine girdi. Dinlerin dışında daha seküler (laik) bir dünya kurmayı tasarladı. Fakat sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak, dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu. İnsanlar da bilimsel keşiflerle atom bombasını düşünebildi. Kimyasal silahları üretti ve tarihteki savaşlarda ölen bütün insanların birkaç katını modern zamanlardaki savaşlarda kaybettik. İki büyük dünya savaşı yaşandı ve şimdi üçüncü dünya savaşından söz ediliyor ve sayın Papa'nın ağzından bile böyle bir cümle dökülebiliyor."
Bu sözlerdeki belli gerçeklik payının dışında, laik düşünceyi daha büyük savaşların kaynağı olarak göstermek ve bunu yaparken, yine tarih boyunca Din kurumunun nasıl büyük facialara yol açtığını unutmak –Haçlı Seferleri’nden Yüz Yıl Savaşları’na, Saint Barthelemy Protestan katliamından Bosna faciasına- nasıl oluyor?
Ve bu sözler Alkan’ın bakışını daha değerli kılmıyor mu?