PASTORAL AMERİKA X X X |
Bir Philip Roth romanının sinemalaştırılması elbette bir olaydır. Bu 1933 doğumlu, Yahudi kökenli ünlü Amerikan yazarı (bugün 83 yaşında), 1950’lerin sonlarından başlayarak bir avuç romanıyla büyük ün yapmış ve hemen hepsi de sinemaya aktarılmıştı: Goodbye Colombus, Portnoy’s Complaint, Bir İnsan Olarak Hayatım, Herkes, Aldatma, Nemesis, Bir Komünistle Evlendim, Sokaktaki Adam, Öfke... Ayrıca Pulitzer, Man Booker, Franz Kafka vb. ödülleri var.
Yazarın1997’den kalma bu romanı, 1950’lerde başlayıp 20 yıla yayılan bir öyküyü anlatıyor. Kolejde sporcu, atılgan ve parlak bir öğrenci olarak tanınan Swede Levov, daha sonra babasının Newark yöresinde 40’larda kurduğu eldiven fabrikasını yönetmeye başlıyor. Bu arada tanıdığı, yerel güzellik kraliçesi Dawn’la evleniyor. Ve bir kızları oluyor: Merry.
Merry bir malikanede en iyi koşullarda büyüyor. Ama öylesine asi, öylesine başkaldıran bir kişiliği var ki... Çocuk dönemindeki tatlılığına karşın, büyüdükçe aileye ve sisteme sırt çeviriyor. 60-70’lerin ünlü sokak gösterilerine katılmak, boykot ve protestoların parçası olmak onun tek ideali... ’68 olaylarından Vietnam’daki savaşı kınama eylemlerine..Giderek bombacı olup ölümlere bile neden oluyor. Sonrası, aileden tümüyle kopma ve sokaktakilere karışma serüveni.
Öncelikle bu filmle ilk yönetmenlik deneyine sıvanan ünlü İngiliz oyuncusu Ewan McGregor’u cesaretinden ötürü kutlamak gerek: böylesine tipik bir Amerikan öyküsüne dalmayı nasıl göze almış!..
Ve bunu ciddi biçimde başarıyor. ABD’yi o yıllarda sarsan tüm olayları, süregelen zenci düşmanlığından Watergate skandaline (bir karede Woodstock konseri bile var!)... Ve bunları zaman zaman haber-filmleri de kullanarak bize hatırlatıyor.
Ama hikaye temelde son derece özel bir baba-kız ilişkisi. Öylesine dramatik, öylesine acılı bir ilişki... Swede yıllar boyu kendisini tümüyle işine ve ailesine adamış bir adamken, birden herşey sarsılıyor. Merry’yi kaybediyor, ona ulaşamaz oluyor. Ulaştığında da onu geri döndüremiyor.
Olay giderek karısını da çıldırtıyor. Ve tüm o ‘sonsuz matem’ sanki perdeden size doğru esiyor.
McGregor üstelik oyuncu olarak da gayet iyi. O acıyı iyi yansıtıyor. Ah, biraz daha yaşlanabilse, o hep yakışıklı duran halinden vazgeçebilseydi...
Kadınlar ise ön plana çıkıyor. Uzun zamandır göremediğimiz Jennifer Connelly’yi ne kadar özlemişiz! Annede bize harika bir karakter sunuyor. Üstelik sanki hiç yaşlanmamış. Onu daha sık görebilsek...
Merry’de ise Dakota Fanning herzamanki gibi. Yani çok iyi. Filmin ikinci yarısı büyük ölçüde onun üzerinde duruyor.
Bu ilginç film Batı’da biraz ihtiyatla karşılandı. Senaryonun yapıta yeterince sadık kalmadığı, melodrama fazlasıyla kaydığı ya da finalini değiştirdiği gibi nedenlerle...
Ama bizler buradan, farklı bir açıdan bakabiliriz. O zaman da bize izlenmesi gereken, yeterince ilginç bir film gibi gözüküyor.
Babalar ve kızları özellikle kaçırmasın!..
YARIN: İstanbul festivali ödülleri: biri de hasta yatağındaki Mithat Alam’a...