Cannes
Kanadalı yönetmen Denis Villenueve Yangınlar, Prisoners ya da Düşman gibi filmleri ile ülkemizde de tanındı ve sevildi. Cannes’da yarışan son filmi Sicario, kelime anlamı olarak ‘kiralık katil’ anlamına geliyor, özellikle Latin Amerika’da…
Yönetmen bize ABD’nin Meksika sınırında hep süre gelen uyuşturucu kaçakçılığı, bunun oluşturduğu büyük çeteler ve onların yol açtığı inanılmaz kıyım ve insanlık dışı zulüm olaylarına kapsamlı bir bakış getiriyor. Film aslında TV’lerde bol bol izlenen polisiye diziler havasında başlıyor. Hatta böylesine sık görülmüş bir temanın Cannes’da yarışan bir filmde ne aradığını da sormak mümkün!...
50’lerin New York’unda yasak aşk
Son günlerin en ilgi gören filmlerinden biri bağımsız Amerikan yönetmeni Todd Haynes in Carol adlı filmi oldu. Velvet Goldmine, Far From Heaven, I’m Not There gibi bir avuç unutulmaz filmin yönetmeni, 8 yıl aradan sonra Patricia Highsmith’in polisiye olmayan tek romanını filme almış. 1950’lerin New York’unda bir büyük mağazada çalışan bir genç kızla çok zengin kadın müşterisinin aralarında başlayan ve sonra büyük bir tutkuya dönüşen ilişkilerini anlatıyor.
Film son derece estetik biçimde, görselliğin duygusallıkla atbaşı gittiği bir anlatımla karşımıza geliyor. Fonda ise 1950’lerin henüz tutucu ABD’sinde bir yandan cinsel ahlak, öte yandan sınıfsal ilişkiler parlak biçimde beliriyor. Belki biraz soğuk ve mesafeli olma duygusu verse de…. Film şu anda eleştirmenlerin yıldız tablolarında en yükseklerde duruyor. En azından çok başarılı kadın oyuncuları Cate Blanchett ve Rooney Mara’ya ödül getirebilir.
Çok farklı iki Fransız filmi
Bu yıl şenliğe damgasını vuran Fransa’dan çok farklı iki film geldi. İki yıl önce Polis filmiyle jüri özel ödülü alan kadın yönetmen Maiwenn imzalı Kralım Benim, aslında birbirlerine hiç uygun olmayan ve belli bir yaşa gelmiş bir kadınla erkeğin yıllara yayılan ve en büyük mutlulukla en ağır dram arasında gidip gelen haşin ilişkilerini anlatıyor. Başlarda çok özgür ve yaratıcı gözükse de giderek klişelere kayan ve tekdüzeleşen bir film.
Stephane Brize imzalı La Loi Du Marche- Piyasanın Kuralları son derece farklı bir film. Yönetmen 50 yaşlarında ve işsiz kalmış bir emekçinin öyküsünü anlatıyor. Thierry bu zor dönemi sendikalardan iş sahiplerine çeşitli kurum ve kişilerle görüşerek atlatmayı deniyor. Evde anlayışlı bir eşin yanında, ne yazık ki özürlü bir oğlu vardır. Ve bir büyük mağazada bulduğu güvenlik sorumlusu işiyse, onu kapitalizmin en sert ve acımasız yüzüyle karşı karşıya getirecektir.
Film Fransızların toplumsal içerikli ve aslında kimseyi ilgilendirmez gözüken konularda da film yapma istek ve yeteneğinin yeni bir göstergesi. Son yılların Entre Les Murs-Sınıf ya da Polis filmlerinde olduğu gibi… Uzun çekimlerden oluşan, isteyerek amatörce gözüken bir dille anlatılmış bu emekçi öyküsünün giderek merakla izlenen bir filme dönüşmesi, sanki bir küçük mucize. Bunda yönetmen kadar, bütün filmi sırtında taşıyan usta oyuncu Vincent Lindon’un da büyük katkısı var. Lindon oyuncu dalında büyük ödüle uzanabilir.
Etkileyici bir aile ve siyaset öyküsü
Bu çok katmanlı film belli bir ustalıkla anlatılmış. Bir yandan fotoğrafçılık mesleğinin içerdiği tehlikeler. Öte yandan bu mesleğe aşık bir kadının sürekli uzaklarda olması nedeniyle ailede yarattığı travma. Ve de ölmüş bir annenin yıllar sonra çocuklarıyla manevi alanda yeniden buluşmasının içerdiği yoğun dram.
Film parlak kadrosunu gayet iyi kullanmış. Başta büyük İsabelle Huppert olmak üzere Gabriel Byrne, Amy Ryan, David Strathairn gibi deneyimli oyuncuların yanı sıra, son yıllarda parlayan Jesse Eisenberg ve özellikle küçük oğlanda Devin Druid çok iyiler ve oyuncu ödüllerinde kendilerine yer bulabilirler.
*Fotoğraflar Atilla Dorsay'a aittir.