JACKIE X X X X X Yöneten: Pablo Larrain |
Şilili yönetmen, çok kişinin ayılıp bayıldığı Pablo Larrain benim kişisel gözdelerimden değildir. Kimilerince çok sevilen Tony Manero, No veya en son El Club filmlerinin hiçbiri benim başucu filmim olmadı.
Ama bu bambaşka. Bu Jacqueline Kennedy biyografisine bayıldım. İzlerken çok etkilenip kimi yerlerinde gözyaşı döktüğüm gibi, film kolay çıkmayacak biçimde kafama girdi. Ve etkisi hala sürüyor. Bunda biraz da yapımcısı, bence dahi yönetmen ve Portman’a Oscar getiren Siyah Kuğu’nun da yaratıcısı Darren Aronowski’nin de katkısı olabilir!..
Olayı hala hatırlıyor ve biliyoruz. ABD’nin şaşılacak suikastlara teslim olduğu, birçok ünlü kişinin art arda vurulduğu yıllar, yani 60’lar... Başkan Kennedy bu uğursuz yarışı başlatan başlıca kişidir. 1963 yılında, Texas- Dallas’ı ziyaretinde, arabasında va karısının yanıbaşında bir kurşunla vurulmuştur.
Sonra onu vurduğu söylenen Lee Oswald adlı biri öldürüldü. Doğru dürüst ifadesi alınamadan... Birkaç yıl sonra, sıra kardeşi Robert Kennedy’ye geldi. Sonra da büyük zenci özgürlük lideri Martin Luther King aynı akibetten kurtulamadı. Sanki ABD bir Afrrika ülkesine dönmüştü ve en tepedekiler bile (ya da özellikle onlar) kolayca hedef alınabiliyordu.
Film suikasttan hemen sonra Jackie’ye yoğunlaşıyor. Ama klasik bir dramatürjiyle anlatılmış bir öyküyle değil. Larrain tümüyle farklı bir tavır almış. Hemen hemen birbirinden bağımsız biçimde gelişen bölümler bir ‘puzzle- bulmaca’ gibi birleşiyor. Ve ortaya hem 20. yüzyılın en ilginç kadınlarından birinin portresi, hem de dönem ABD’sinin tepelerinden bir manzara çıkıyor.
Çünkü Kennedy’ler bir büyük ve gururlu ailedir –kimileri klan der!.. Ve Jacqueline onların ortasına düşmüş bir yabancıdır. Ne soyludur, ne de iddialı. Edebiyat okumuş, gazetecilik yapmış ve sonra birden kendisini ABD’nin ‘first lady’si bulmuştur. En eski eşyanın 60 yıllık olduğu Beyaz Saray’ı antikacılardan topladığı ve kendi cebinden ödediği tarihi objelerle donatan...Ayni mekanı tam bir sanat merkezine, bir kültür mabedine dönüştüren de odur.
Bu acı ve vahşi olaylar onu tam bir yıkıma uğratacaktır. Belki ayni zamanda daha da güçlü kılarak... Zaten hayatı dramlarla dolu değil midir? İki çocuğu vardır, ama diğer ikisini yitirmiştir: ilki ve de sonuncusu çok az yaşayıp ölmüşlerdir.
Ve en kötüsü, sevgili eşi yanı başında ölmüştür: Birden kucağına düşen başı kanlar içinde, beyni dağılmış olarak... Ama yaşadığı şok içinde görevini yapacak, başkana layık bir uğurlamayı da sonuna dek savunacaktır.
Ayrıca tüm güvenlik kaygılarına karşın, cenazenin en görkemli biçimde yapılmasını istiyor, Kennedy’lerin aile mezarlığına mütevazi bir gömülüşü değil.
Filmin iki önemli bölümü var. Biri bir yıl önce CBS televizyonu için gelip kendisiyle Beyaz Saray’da yaptığı önemli değişiklikler konusunda söyleşen ünlü bir gazeteci ile buluşarak içini dökmesi. Film boyunca bölümler halinde gelen ve ona ışık tutan bir itiraflar dizisi.
Öte yandan, cenaze törenini de yöneten baş rahiple sık sık buluşup konuşmaları, bir leitmotiv olarak filmin yapısına katılıyor. (Ne gazetecinin, ne de rahibin adlarının verilmemesi onların sembolik kişiler olduğunu düşündürüyor!). Rahip ona “Tanrı heryerdedir” derken, Jackie isyanla soruyor: “Onu öldüren kurşunda da var mıydı?” Ve ekliyor: “Tanrı niye iki çocuk babası bir adamı almak istesin ki?”
Ayrıca Saray’dan bir an önce ayrılma zorunluluğu, başka bir evinin olmaması ve toparlanma derdi de gelip çatıyor. Küçüklere yaşanan dramı duyurmama çabasıyla birlikte...
Öte yandan, birden kendisini pek hak etmediği bir yerde, dünyanın en büyük devletinin başında bulan Lyndon Johnson, eşi Lady Bird ve de yardımcısı Valenti, en azından Kennedy’lerin kadınları kadar ona düşman gözüküyor. Buna karşılık, Bobby dediği Robert Kennedy gerçek bir dost. Tıpkı genç sekreteri Nancy gibi...
Filmin en ilginç yanlarından biri, Camelot’a, yani ünlü Kral Arthur efsanesindeki şatoya yapılan gönderme. Beyaz Saray’ın bir dönemde bir tür Camelot olması, yani müziğe, dansa, neşeye, tüm sanatçı ve yaratıcılara açık bir soylu ve eğlenceli buluşma mekanına çevrilmesi.
Batı uygarlığının bu efsanesi günümüze yaklaşıyor ve sinemaya da uyarlanmış ünlü Alan Jay Lerner müzikalinden bir şarkı yer yer duyuluyor (Camelot, 1967/ Yönetmen: Joshua Logan/ Oyuncular: Richard Harris, Vanessa Redgrave, David Hemings, Franco Nero).
Belki en önemlisi, filmin sürekli taşıdığı o görkemli keder duygusunu seyirciye çok iyi geçirebilmesi. Bunda kuşkusuz kendisini role iyice adamış gözüken Natalie Portman’ın da büyük katkısı var.
Genç oyuncu her anında varolduğu filmde zirveye çıkıyor. Ve ikinci bir Oscar’ı hak etmiş gözüküyor. Elbette Amy Ryan veya Emma Stone gibi güçlü rakibelerin arasından sıyrılabilirse...
Sonuç olarak türünde sivrilen, büyük ilgiyle izlenen ve matemini yüreklere taşıyan bir hikaye, özgün bir film.
Yarın: OLANLAR OLDU ve BU DA NEREDEN ÇIKTI?