Atilla Dorsay

05 Aralık 2014

1915 Ermeni olayı yine filmini bulamadı!...

Film, bir yanıyla sanki bizi soykırım suçlamasından aklıyor!...

KESİK     X  X  1/2
(The Cut)

Yönetmen: Fatih Akın
Senaryo: F. Akın, Mardik Martin
Görüntü: Rainer Klausmann
Müzik: Alexander Hacke
Oyuncular: Tahar Rahim, Simon Abkarian, Hindi Zahra, Kevork Malikian, Makram Khoury, Arsinee Khanjian, Bartu Küçükçağlayan, Zein Fakrouhy, Dina Fakrouhy, Akın Gazi, Moritz Bleibtreu, Lara Heller, Numan Acar/ Alman-Amerikan- Türk yapımı.


Ermeni sorunu’ üzerinde sanki bir lanet var!.. Tarihin derinliklerinden bu sorunu çekip çıkarmaya çalışan yönetmenler hep ellerini yaktılar. İster saygın Taviani Kardeşler olsun, isterse bizzat Ermeni yönetmen Atom Egoyan olsun...Ortaya çıkan filmler, kimseyi doyurmadı.

Oysa Yahudi soykırımı ne çok başyapıta yol açmıştı...Sis ve Gece’den Anna Frank’ın Hatıra Defteri’ne, Schindler’in Listesi’nden Hayat Güzeldir’e, sayısız film. Ve de Holocaust’dan Shoah’a birçok önemli TV dizisi.

Peki, kimilerinin ‘Holocaust’a yol gösterdi’ diye nitelediği ‘Ermeni soykırımı’ niçin önemli ve inandırıcı bir filme yol açmadı? İnsanın aklına kaçınılmaz olarak şu geliyor: acaba gerçekten bir soykırım olmadığı için mi?

Ben de sayısız Türk vatandaşı gibi bunun bir soykırım olmadığına, en azından Nazi soykırımıyla kıyaslanacak bir soykırım olmadığına inansam da, temel bakışım değişmiyor: 1915’lerde yaşananlar bir insanlık suçudur, soykırım değilse de katliamdır. Ve bu kadarı bile Türkiye’nin devlet olarak ve halk olarak, tarihin bu acı dönemine hem sanat, hem de tarihsel araştırma yoluyla eğilmesini, hatta özür de dilemesini gerektirebilir. Bundan kaçınmayalım.

Bu açıdan, Fatih Akın gibi uluslararası planda tanınan bir Türk yönetmeninin bu filme sıvanması beni çok mutlu etti. Ve anılanlardan daha güçlü ve sağlam bir film bekledim. Ama beklediğimi bulduğum söylenemez.

Akın tanınmış bir Ermeni yazarla birlikte oluşturduğu senaryoyla, sanki katliamı ana konu değil, bir çıkış noktası olarak alan ve sonra çok uzaklara savrulan bir film yapmış. Öncelikle 1915’lerde Mardin’de başlayan hikayenin arka planını sadece birkaç cümleyle açıklayıp hemen olaylara geçmek yeterli değil. Elbette bu bir belgesel değil, ama Ermeni Olayı, Yahudi soykırımının tersine dünya kamuoyunun ve çağdaş seyircinin bildiği bir olay değil.

Dolayısıyla, Mardin’li demirci ustası Nazaret Manukyan, eşi Rakel, ikiz kızları Arsine ve Lusine’nin geniş aile efradıyla birlikte birden maruz kaldıkları şiddet ve oradan başlayan ‘deportasyon- sürgün’ olayının tarihsel çerçevesi, hangi koşullarda nasıl başladığı ortaya çıkmıyor.

Bu çerçeve iyi çizilmeyince, ortaya çıkan bir tür western veya melodram oluyor. Kötü insanlar iyi insanları kovuyor, yollara düşürüyor. 

Ara yerde kimilerini öldürüyor. Sonra yine ürkünç, ama iyi kalpli haydutlar geliyor. Onlar da Türk: özellikle savaştan kaçan askerler...

Ve onlar Ermenilere acıyor, iyilik ediyor. Arada ölen ölüyor, kaçansa uzaklara gidiyor. Örneğin bizzat Nazaret usta, kayıp kızlarının peşinde tüm Orta-Doğu’yu gezdikten sonra Küba’ya, oradan da Amerika’ya gidiyor.

Böylece Ermeni sorunu tüm trajik boyutlarıyla unutuluyor, kayıp ailesini arayan baba motifi ön plana çıkıyor. Sanki zaten bu konuya pek ilgi duymayan dünya (özellikle de ABD) seyircisini tavlamaya yönelik bir taktik gibi!...

Filmde Türkçe, Arapça, İspanyolca gibi diller var. Her halk kendi dilini konuşuyor: Ermeniler dışında..Onlara biraz şiveli, ama temelde güzel bir İngilizce yakıştırılmış. Yine ABD seyircisi faktörü mü?

Film aslında fena değil. Sinema dili Fatih’e yakışan olgunlukta. Ben özellikle o değme toplama kampı filmleriyle rekabet edebilecek kamp bölümünü ve 1918 yılının dünyasında, onca farklı ırktan insanı gülme ve duygulanma eylemlerinde buluşturan Şarlo filmi izleme sahnelerini çok sevdim.

Ayrıca filmi, kimi meslekdaşlarımın tersine ‘Türk düşmanı’ bulmadım. Tersine, kötü Türkler/iyi Türkler denklemi bu bakışın tam zıddı. Ayrıca gidilen tüm ülkelerde ve kentlerde –Halep’ten Beyrut’a, Havana’dan Minnneapolis’e- Nazaret’in karşılaştığı şiddet, bunun ne denli evrensel bir durum olduğunu da saptıyor: bırakınız kaynayan Orta-Doğu’yu, ama dönemin sakin (olması gereken) ABD’sinde, o kırsal kesim şiddeti ne öyle?

Böylece film, bir yanıyla sanki bizi soykırım suçlamasından aklıyor!...

Ama ayni ölçüde trajik bir tarih dilimine güçlü bir bakış atan önemli bir film olmaktan da alıkoyuyor. 

Bunda belki oyunun da katkısı var. Gerçi uluslararası Ermeni oyuncular kadrosu gayet iyi temsil edilmiş: Simon Abkarian’dan Kevork Malikian’a, Makram Khoury’den Arsinee Khanjian’a...

Ama başrolde, daha önce birkaç düzeyli filmde (Un Prophete- Yeraltı Peygamberi, Le Passe- Geçmiş, Samba) izlediğimiz Arap kökenli Fransız oyuncusu Tahar Rahim, bu kez ikna edemiyor. On yıla yayılan serüveninde ne gereğince yaşlanıyor, ne de en dramatik sahnelerde (örneğin finalde) insanı duygulandırabiliyor. İyi gözüken bu seçim, sanki geri tepmiş.  

Sonuç olarak film, Akın’ın o önemli filmleri (Duvara Karşı, Yaşaın Kıyısından) yanında tümüyle geride kalıyor. Yine de bu konularla ve tarihle ilgili veya bu olayı hiç bilmeyip birşeyler öğrenmeye istekli bir seyirci kitlesinin görmesinde büyük yarar  var. 

‘Ermeni olayı’ ise hala filmini ve yönetmenini bekliyor. Bakalım ne zamana dek!...