X X X Yönetim: Mehmet Ada Öztekin Lanistor Media- 03 Medya, CJ Entertainment Turkey- Fox TV yapımı, 2023 |
Evet, üst üste gelen Atatürk filmleri... Galiba bu kez eski deyimiyle gemi azıya aldık!... Art arda gelen Zübeyde - Analar ve Oğullar ile Son Akşam Yemeği bizleri tam da o büyük yıldönümünün yaklaştığı günlerde hayli etkilediler. Ve ikisini de bağrımıza bastık.
Ayrıca geçmişteki kimi filmleri ve dizileri de andığımız oldu. Zülfü Livaneli imzalı Veda filmi, Cumhuriyet adlı TRT dizisi ve Kurtuluş adlı TRT filmi (ikisinde de Ata'ýı Rutkay Aziz oynamıştı), Mustafa adlı Can Dündar belgeseli, Çanakkale 2015 adlı Yeşim Sezgi filmi... Bunlar bellek sahibi olanlar için önemli yapımlardır.
Bizler tam andığım o iki filmle başımız dönmüşken, birden bu yapım ortaya çıktı. İki bölümlük ve toptan bakarsak 4 saati aşan... Ben biraz kuşkuyla yaklaştım ve ilk bölümünü kaçırdım Ama üzerinde çok söz edilince, galası yapılan ikinci bölümünü izledim. Sonra da sinemalara gelen ilkini... Doğrusu bu işin dengesini biraz bozdu. Yine de memnunum. Çünkü tümüyle doyurucu olmasa da hayli kendine özgü ve birçok sahneleri görülmeyi hak eden bir yapımdı bu... Belki birkaç bölümlük bir dizi halinde daha rahat izlenebilecek...
Hikâye önce 1915'de Gelibolu'da Conk bayırı yöresinde açılıyor. Oradan geçmişe, Mustafa'nın çocukluğuna dönüyoruz. Bu zamansal sıçramalar o kadar sık yineleniyor ki, filmi izlemek zorlaşıyor. Keşke daha çizgisel bir tempo tuttursalardı...
Böylece Mustafa Kemal'in çocukluğuna tanık oluyoruz. Zübeyde hanım ve eşi gümrük memuru Ali Rıza, çocukları Mustafa ve kızları Makbule'yi Üftade Hanım'ın yardımıyla büyütüyorlar. Çocuklar Selanik çayırlarında başlarında fesler, koşup oyun oynuyorlar. Küçük Mustafa bir ara duvara asılı tüfeği kapıp mezarlığa gidiyor. Ama yine bir sıçramayla büyüyor ve ilk resmini çektirmek için bir fotoğrafçıya giriyor.
O arada Kemal'i artık ilk gençliğiyle tanıyoruz. Hepsi sırım gibi, bıyıklı, sigarayı elinden düşürmeyen genç askerler... Namık Kemal kadar Jean Jacques Rousseau da okuyan, son padişahlardan İkinci Abdülhamid'e ve onun 1876'dan 1909'a tam 33 yıl süren iktidarına karşı büyük kin besleyen, onun Hürriyet, Özgürlük ve Milli Meclis vaatlerine sırt çeviren dört sıkı arkadaş. Hele birlikte elele poz vermeleri dayanılmaz bir sahne...
Ama içlerinde Mustafa bambaşka... Gerçi Aras Bulut İynemli fena oyuncu değilse de tam olarak Atatürk olamıyor. Öncekiler sanki daha iyiydi... O sürekli çatık kaşları ve buna eklenen istisnai sarışınlığı, öfkeli bakışları, birden dinamit gibi patlayan konuşmalarıyla biraz egzotizme kaçıyor!... Ayrıca dönem gereği öylesine entrika dönüyor ki... Bir yandan yaklaşan ilk büyük dünya savaşı, öte yandan çatırdayan Osmanlı. Sanki imparatorluğun üzerine kurulduğu Bizans oyunları!..
Ve Mustafa Kemal'in başına neler gelmiyor ki... İçine tıkıldığı hapiste dayak yiyor... Düşmanları tarafından Dürzü isyanını bastırmak için Şam'a yollanıyor. Ama işini bitirip dönüyor. Bu arada güzel Fransız dilberi Corinne'le tanışıyor. Ve onunla büyük bir aşk yaşıyor. Yani Latife Hanım'dan öncesi de var!..
Ve sonra dönemin Osmanlı'da önemli olaylar art arda geliyor. Ya Kanun-i Esasi Ya Ölüm diye yürüyüşler, İttihat ve Terrakki'nin siyasete ağırlığını koyması, Kemal'ın edindiği düşmanların sürekli artması... Yepyeni bir devlet anlayışı yerine "Osmanlı'yı eski günlerine döndürmeliyiz" diyen örümcek kafalılar... Ve rakı masasında toplanıp her şeyi eleştiren muhalifler... Ata'nın Salih Bozok'la dostluğu, kolağası Nuri'yle anlaşması... Arada Makbule'nin Lütfi Bey'le evlenme isteğinin Kemal'e öfke krizi geçirtmesi...
O arada İstanbul'dan gelen ve habire muhalif aydınların katlini duyuran korkunç haberler... Alman'larla işbirliğiyle alınan Hürriyet, Adalet, Müsavat ilkesi... İşin içine giren sonraki günlerin İsmet, Rauf, Kazım gibi ünlü isimleri...
Ve İstanbul'a gelme korkusu... Payitahtın o günlerde yaşadığı korkunç olaylar. Kaçınılmaz biçimde Çatalca'dan geçerek kente ayak basınca karşılaşılan 31 Mart 1909 olayı; ki başında Paşa'nın bulunduğu Hareket Ordusu tarafından bastırılıyor... Kabataş, Taksim veya Galata'da asılı duran cesetler... Arada bir Trablus ziyareti. Ve orada tanıştığı, kendini öğretmen diye tanıtan bilge Ömer Muhtar'la mükemmel bir Fransızca sayesinde kurduğu dostluk. Zaten Kemal'ın Almanca kadar Fransızca ve İngilizce'ye de hakimiyeti şaşılacak, ama gerçek bir olay...
Tam o sıralarda, ana vatanı Selanik'in müttefik kuvvetlere hemen teslim olması. Tek bir kurşun bile atmadan... İşte Mustafa Kemal'i asıl yıkan olaylardan biri. 1914 yılında Sofya'da Enver Paşa ile ilişkisi başlıyor. Ve askeri ataşe olarak gittiği o Balkan başkentinde öylesine uygar bir yaşamla karşılaşıyor ki... Görkemli bir balo sahnesi ve görmelere seza bir Yeniçeri kılığı giymiş paşanın bir general kızıyla dansı... Sonra Opera binasındaki Carmen gösterisi. Ve tam o sırada Avusturya'nın Belgrad'a girmesiyle fiilen başlayan ilk dünya savaşı...
Ve bu kez 1915 yılından kalma unutulmaz bir sahne... Tekirdağ'da, buz gibi soğuk bir cephede, etrafındaki sayısız umutsuz genç askere çocukluk anılarıyla başlayan, ama giderek büyük cesaret veren o emsalsiz nutuk. Ve o eşsiz sinema gösterisi: "Size soğuk, size açlık, size perişanlık, size ölüm vaat ediyorum. Ama size asıl zafer vaat ediyorum!" diye haykıran... Sahnenin güzelliğini hayal gücünüze (ya da gidip filmi görmenize) bırakıyorum.
Evet, bu mükemmel bir film değil belki... Nitekim -biraz dedikodu yapalım- Orta Koltuk sinema internet sitesinin sahibi, tüm film basın gösterilerini haber vermesiyle bizlere çok yararlı olan Nusret Şen, nefret etti. Ama o sitede onun için yazan eski Cumhuriyetçi Yazgülü Aldoğan tam bir övgüname yazdı!.. Hürriyet'te sevgili Uğur Vardan da oldukça övdü ve 5 üzerinden X X X X verdi. Ama yine Cumhuriyet gazetesinde Müjdat Gezen dostumuz negatif bir sonuca vardı. İşte bir bölümü:
"100 film yapmış biri olarak bir sinema filmini eleştirmek istemem. Atatürk rolünü oynayan genç aslında yetenekli. Ben oynadığı iki diziyi izledim, başarılıydı. Ama iş Atatürk'e gelince, oturup düşünmek gerekir. Vurdulu kırdılı rollerin etkileriyle Mustafa Kemal kabadayı gibi oynanmaz. O bir bilge fenomendir. (...) Ayrıca yüzü çok güzeldir. Genç oyuncu çirkin değil; ama Atatürk gibi de değil. Üzülsün istemem, ama Atatürk olamamış. Atatürk filmi tıpkı Atatürk gibi itina ister."
Evet, işte böyle... Ama yine de bu iki filmi küçük görmemeliyiz. Sinema dili açısından birçok özelliği ve erdemi var. Örneğin sık sık gelen ralantiler (yavaşlatılmış sahneler) filme özel bir üslup kazandırıyor. Birçok sahnede bir araya gelen kişiler farklı diller konuşuyorlar: Türkçe'den Arapça'ya, Almanca'dan Fransızca'ya... Ama hep kusursuz olarak... Nasıl olmuş bu mucize?... O ünlü "şarapnelin göğüsteki nişana çarpma" sahnesi harika verilmiş. Çocukluğa sık sık dönüşler de yerli yerinde. Belki zamansal sıçramalar aşırı ve seyirciyi şaşırtıyor. Ve de her şeyin ikinci bölümüyle bile sadece 1919'a dek gelebilmesi bir eksiklik.
Yine de filmin gerek öz, gerekse sinema dil açısından önemli olduğu yadsınamaz. Şu günlerde ABD'de bile gösterilmesi bunun bir kanıtı.
Sanatçılara gelince... Yönetmen Mehmet Ada Öztekin 2010'lardan beri çalışıyor ve arada hatırlanan filmlere imza atmış. İlgi gören TV dizilerinden sonra Martıların Efendisi. Kaybedenler Kulübü Yolda, Yedinci Koğuştaki Mucize, Beni Çok Sev gerçekten de önemli yapımlar oldu. Bu film de onun başarı hanesine yazılacak.
Torben Forsberg'in enfes görüntüleri, Batu Şener'in müziği de çok iyiydi. Oyunculara gelince... Kemal'i oynayan Aras Bulut İynemli üzerinde yeterince durduk. Songül Oden'in Zübeyde Hanım'ı, özlenmiş Mehmet Günsur'un Ali Rıza Efendi'si, Predrag Bielac'ın Liman Von Sanders'i, Baki Kavrak'ın Ömer Muhtar'ı, Sarp Akaya'nın Enver Paşa'sı, Esra Bilgiç'in Madame Corinne'i... Ve daha birçok yan oyuncu. Tam bir takım başarısı denebilir.
Ve birkaç küçük not daha... Özellikle ikinci bölümde ortaya çıkacak olan, Mustafa Kemal'in sağlık sorunları ve dönemin yetersiz koşulları içinde yeterince tedavi görememesi; ki bu ilerde oldukça genç yaşta (57 yaşında) vefatına yol açacaktır. Ve bunun uzantısı olarak onun sık sık gördüğü o korkunç kabus: sisin içinden çıkıp birden saldıran tuhaf, ürkünç bir yaratık... Görmelere seza!
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |