Türkiye'yi sarsan 20 gün ve onu izleyen “düşük yoğunluklu direniş” geride nasıl bir tortu bırakacak? Bundan sonrasında bizi ne bekliyor? Sırada daha büyük ve daha sert ayaklanmalar olabilir mi?
Bu sorulara bu aşamada ancak kaba, nüanslandırılmamış cevaplar verilebilir. Keza sorulara cevap ararken ulaşılan kanaatler de ancak geçici kanaatler olabilir.
İşte bu nedenle, yazıya başlamadan önce uyarmak isterim: Aşağıda okuyacaklarınız, benim Gezi direnişlerine katılmış ya da onlara sempatiyle yaklaşmış toplumsal kesimlerin bundan sonraki muhtemel pozisyonlarına ve ruh hallerine dair kaba öngörülerim, geçici kanaatlerimdir.
İsyanın ardından Türkiye'ye etkileyecek iki sosyoloji
Artık biliyoruz: “Gezi ruhu”, kendi ahlaki doğrusunu, toplumsal tahayyülünü ve gündelik yaşam tercihini başkalarına zorla benimsetmek istiyormuş algısını yaratacak kadar çok tekrarlayan ve bunu da son derece nobran, itici, dışlayıcı bir dille yapan Başbakan Erdoğan'a yönelik çok güçlü bir çığlıktır.
Başbakan, ne yazık ki, saygı ve eşitlik talep eden bu itirazın birey temelli, modern ve sivil karakterini algılayamadı.
Benimsediği ataerkil siyaset anlayışı onu inatçı, basiretsiz bir tutuma sevk etti ve neticede bu tutumun yol açtığı kitlesel gösteriler, zaman içinde hükümeti istifaya zorlamaya yönelik bir enerjiyle doldu taştı.
Gösterileri “hükümet istifa”, “diktatör istifa” enerjisiyle dolduranların kahir ekseriyetini hiç kuşkusuz Adalet ve Kalkınma Partisi'ni de (AK Parti), onun hükümetlerini de on buçuk yıldır meşru görmeyen ulusalcı kalabalıklar, laik sosyoloji mensupları oluşturuyordu.
Gerçi “hükümet istifa” diyenlerin bir bölümü muhtemelen kelimenin gerçek anlamıyla istifadan söz etmiyor, bunu, “senden hiç memnun diyelim, bil bunu” anlamında kullanıyorlardı.
Ulusalcıların “hükümet istifa”sıyla Gezi ruhunun dairesi içinde yer alanların kullandıkları “hükümet istifa” sloganı arasında böyle bir ayrım yapanlar oldu, buna ben de katılıyorum.
Türkiye'yi sarsan 20 gün ve onu izleyen “düşük yoğunluklu direniş”in geride nasıl bir tortu bırakacağı sorusunu, bence, bu 20 güne damgasını vuran iki sosyoloji temelinde cevaplandırmalıyız...
Bu sosyolojilerden birincisini Gezi ruhunu temsil eden yeni nesil, ikincisini ise demokrasisiz bir laik diktatörlük peşinde koşan ulusalcılık oluşturuyor...
Gezi'de ortaya çıkan ruhu temsil eden gençlerin sayısının, Türkiye çapında yaygınlaşan gösterilere katılan kalabalıkların küçük bir bölümünü oluşturduğu kanaatindeyim. Fakat sayı burada hiç önemli değil. Taleplerinin demokratik içeriği ve meşruiyeti, onlara sayısal sınırlılıklarının çok ötesinde bir “özgül ağırlık” sağlıyor.
Gezi'de ortaya çıkan yeni kuşak, Türkiye'nin bundan böyle ataerkil, otoriter siyasetlerle yönetilemeyeceğini kesin bir biçimde gösterdi.
Onların varlıklarının, bundan böyle demokrasiyi ve çoğulculuğu çoğaltma yönünde bir etki yaratacağını güvenle öne sürebiliriz.
Laik sosyolojinin umutsuzluğu daha da artacak
Gezi ruhuyla hiçbir ilgisi olmadığı halde sonradan ona yamanan ve onun meşruyetinin arkasına sığınarak “sokakta hükümet devirme”ye soyunan ulusalcılığa ya da laik sosyolojiye gelince...
(Bundan sonrasını, gösterilerin suikastlar vb. girişimlerin de katkısıyla kaotik sonuçlar üretmeyip eninde sonunda durulacağı varsayımıyla yazıyorum).
Bu kadar büyük bir kalkışmanın (dahi) hükümeti devirmeye yetmediğinin görülmesinin, oradaki nihilizme varan koyu umutsuzluğu daha da artıracağı kanaatindeyim. Buna, sekiz ay sonraki seçimlerde muhtemel bir AK Parti zaferinin eklenmesi durumunda, umutsuzluk dayanılmaz boyutlara varabilecektir.
Nihilizme varan bir umutsuzluğun büyük toplumsal patlamalarla kendisini ifade etmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Bu tehlikeye daha önce defalarca işaret etmiştim.
“Mesela” kabilinden birini hatırlatayım:
“Belki bazılarının hoşuna gidebilir, fakat ben ülke nüfusunun kabaca yüzde 20’lik bir bölümünün, haklı-haksız endişelerle ve büyük bir umutsuzlukla yaşamasının tehlikelerle dolu bir süreç yaratacağı kanaatindeyim. Nihilizm pasifliğe yol açabileceği gibi önü arkası hesaplanmamış bir sertliğe, bir 'feda' duygusuna da yol açabilir. Ülkedeki siyasi atmosfer, ikinci ihtimalin daha kuvvetli olduğunu gösteriyor.” (Balyoz Kararı 'Laik Nihilizm'i Artıracak, Taraf, 25 Eylül 2012).
31 Mayıs'tan bu yana yaşadığımız olayların da, bir yönüyle sözünü ettiğim derin umutsuzluğun bir “çıktı”sı olduğu kanaatindeyim.
Bence, Gezi Parkı eylemlerine sonradan eklemlenen laik sosyoloji mensuplarının sergilediği olağanüstü enerji, kahreden bir umutsuzluktan kurtulma ihtimalinin yarattığı umuttan kaynaklanıyordu.
Laik ruh hâlindeki değişiklikler
Şimdi, Gezi direnişinin daha da koyulaştıracağını tahmin etiğim “laik nihilizm”i eski yazılarımdan özetlemelerle biraz açmak istiyorum.
Türkiye’de, birbirine zıt (bazen de zıtmış gibi görünen) siyasi pozisyonları işgal etseler de otoriter-sert bir “laiklik” ortak paydasında birleşen bir toplumsal-siyasal güç var. Bu sosyolojinin siyasal plandaki yansıması, ulusalcılık...
Sayıca hiç de az olmayan bu gücün baskın vasfı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bir bölümünün siyasi tercihlerini meşru saymamak...
AK Parti 3 Kasım 2002'de iktidara geldiğinde, Türkiye'yi yönetme hakkının ve ehliyetinin sadece kendilerinde olduğuna inanan bu kesimler derin bir karamsarlığa garkoldular. Fakat “umutsuzluk” içermiyordu bu duyguları, çünkü karamsardılar, kötümser değil.
Burada bir parantez açıp, “Karamsarlıkla kötümserlik aynı şey değil mi?” diye itiraza yeltenebilecek okurları Dücane Cündioğlu'nun satırlarıyla tanıştırayım:
“Karamsarlık, olanın karalığını bütün o açıklığı içinde teşhis etmek demek. Kötümserlik ise tam da aksine, olacak olanın ışığını karartmaya çalışmak, düpedüz umutsuzluk demek. Umudun, doğduğunda, inadına karanlıklar içinden doğacağını bilmemek demek. Kötümserlik ne kadar umutsuzluksa, karamsarlık da bir o kadar umut demek.” (Tarihe ve Siyaset’e Dair, Kaknüs Yayınları, 2005, s. 116.)
Türkiye'nin laik sosyolojisi 3 Kasım 2002'de, evet, büyük bir karamsarlığa gömülmüştü, fakat buradan bir kötümserlik üretmemişti. Mevcudun “kara”lığını teşhis ediyordu ama bunu, o “kara”nın içinden çıkmak için yapıyordu. Buna inanıyordu da...
İnancını besleyen başlıca iki unsur vardı:
Birincisi: “Gaflete düşmüş millet”e ve “meşru olmayan iktidar”a haddini bildirecek sağlam bir ordu vardı. Daha önce bu türden iktidarları alaşağı eden Türk Silahlı Kuvvetleri elbet bir gün bu iktidara da “buraya kadar” diyecekti.
İkincisi: AK Parti’nin girdiği ilk seçimdeki spektaküler başarısı önceki “hortumcuların iktidarını cezalandırma arzusu”ndan kaynaklanmıştı... Bu anlamda AK Parti “konjonktürel” bir partiydi, gelip geçiciydi ve büyük bir ihtimalle ilk seçimde silinip gidecekti.
Fakat gelişmeler, her iki umudun da zaman içinde “pörsümesi” sonucunu doğuracak biçimde tecelli etti.
İktidarı asker marifetiyle devirme umudu, askerlerin zaman içinde darbe yapabilme “yeteneklerini” yitirmesiyle birlikte çöktü.
Keza, başlangıçta, AK Parti'yi iktidardan uzaklaştırmak için bir “umut” vesilesi sayılan seçimler de zaman içinde işe yarar bir araç olmaktan çıktı. Çünkü her seçimde AK Parti’nin oyları biraz daha arttı ve laik kesimlerde “AK Parti’yi seçimlerle göndermek mümkün değil mi acaba” sorusu yavaş yavaş zihinlerde yer etmeye başladı.
Seçime inancı tazeleyen iki gelişme
2007 ve 2009’da idrak ettiğimiz iki gelişme, AK Parti’nin seçimle işbaşından uzaklaştırılabileceği yönünde umut tazelenmesine vesile oldu... Belki de bu gelişmeler olmasaydı, seçimlere dair karamsarlık çok daha önce ortaya çıkacak ve o kritik yıllarda demokrasi dışı arayışlara laik kesimlerden verilen destek daha da büyüyecekti...
Bu gelişmelerden biri 2007’deki Cumhuriyet mitingleriydi... Bence mitinglerin büyük kalabalıklara sahne olması, ilk seçimlerin AK Parti’nin yenilgisiyle sona ereceğine dair bir umut yarattı ve başka “riskli” alternatiflerin yürürlüğe konulmasını gereksiz kıldı.
Öteki gelişme, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde AK Parti’nin oylarındaki ciddi düşüş... Bu sonucun yarattığı ruh hâli, seçimlerden hemen sonra Ertuğrul Özkök’ün köşesinde yer verdiği bir kadın arkadaşının sözlerinde şöyle ifadesini bulmuştu:
“Pazartesi sabahı çok rahatlamış biçimde uyandım. Bu ülkede kendimi azınlık gibi hissediyordum. Azınlık olmadığımı, bu ülkenin asli unsurlarından, parçalarından biri olduğumu hissettim. Ülkemin halkına itimadım kalmamıştı. Tekrar güvenmeye başladım.”
Fakat sonrası iyi gelmedi... 2009 yerel seçimlerinin ardından yüzde 58’lik bir referandum (2010) ve yüzde 50’lik bir genel seçim (2011) yaşadık.
Pasiflik ya da 'feda' duygusunu da içeren bir sertlik
Gezi olayları patlak verdiğinde 2013 Mart'ındaki yerel seçimlere dokuz ay vardı ve anketler, AK Parti'nin yine yüzde 50 civarında oy alacağını gösteriyordu. İlaveten, Çözüm Süreci'nin aksamadan sürmesi halinde bu oyların daha da artacağı öngörülüyordu.
AK Parti iktidarını baştan itibaren meşru saymayan Türkiye'nin laik sosyolojisi ve onun siyasal alandaki sureti olan ulusalcılık, son bir yılda 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım, Silivri başlıkları altında, “kitlelerin barikatları yıktığı” bir dizi büyük eylem düzenledi ve “devrimciliğe” yöneldi.
Bu eylemlerin amacı, Ulusal Kanal'da her defasında dile getirildiği gibi “hükümeti yıkmak” ve yerine “milli” bir hükümet kurmaktı.
Ne var ki bu eylemler sadece ulusalcıların katılımıyla sınırlı kaldı ve arzu edilen sonucu üretemedi.
Gezi direnişi, ulusalcıların rüyalarında bile göremeyecekleri bir zemin yarattı. Onlar da bu eylemleri hızla “hükümet istifa” sloganıyla bütünleştirme çabası içine girdiler ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldular.
(Kimse kızmasın, emekli-ulusalcı general Doğu Silahçıoğlu'nun 3 Şubat 2008'de Cumhuriyet'te yayımlanan makalesinde anlattığı AK Parti'yi iktidardan uzaklaştırma planını burada tekrar hatırlatacağım:
“Laik Cumhuriyeti savunmaya kararlı her yurttaş, hükümetin antidemokratik uygulamaları karşısında, toplumsal tepkisini olanca gücüyle ortaya koymalı; anayasal kurum ve kuruluşların da desteğinde, halkın geniş katılımıyla bir 'ulusal cephe' oluşturulmalı ve AKP hükümeti en kısa sürede iktidardan uzaklaştırılmalıdır! (...) Atatürk Cumhuriyetini savunan ‘ulusal cephe’nin tüm yandaşları meydanları doldurmalı; milyonlar nereye gerekiyorsa oraya yığılmalı, nereye gerekiyorsa oraya çıkarılmalıdır. (...) (Hedef) sonunda hükümeti yönetimden çekilmeye mecbur etmektir.”)
O zaman olamayan, işte şimdi oldurulmaya çalışılıyor.
Ne var ki, arkasından darbe gelmeyecekse, Türkiye'de sokak eylemleriyle iktidar devirmek mümkün değil. Yani, amaçlanan şey hâsıl olmayacak, Türkiye seçime (belki de erken seçime) gidecek ve ortalık eninde sonunda durulacak.
İşte ben laik sosyolojinin o koşullardaki ruh halini anlamaya, tahmin etmeye çalışıyorum.
Öyle görünüyor ki, bu işin sonunda, Türkiye'nin tarihinde görülmemiş bir isyanla dahi dağılmamış bir partinin hükümetini devirmenin zorluğu bir kez daha ortaya çıkacak ve meydanda şu soru kalacak:
"Darbe mümkün değil, seçimde yenmek mümkün değil, dev bir kalkışma da kâr etmedi... Peki, ne olacak?”
Bence bu sorunun çağrıştırdığı ruh hali, iyice koyulaşmış bir umutsuzluktan başka bir şey olamaz.
Bu ölçüde koyu bir umutsuzluk nihilizmdir ve nihilizm yalnız onun etkisi altına giren kalabalıklar için kötü sonuçlar üretmez, hepimiz için kötü sonuçlar üretir.
Nedeni açık: Çünkü böyle bir umutsuzluk, yukarıda zikrettiğim iki davranış biçiminden birine yol açar: Pasiflik ya da 'feda' duygusunu da içeren bir sertlik.
Başbakan herşeyi ve herkesi aynı torbaya atmamalı
Selin ardından geriye kalacak olan bu kumla ilgili olarak başta hükümet olmak üzere hepimizin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekiyor.
“Başta hükümet”i “başta başbakan” diye düzeltmek doğru olur... Çünkü onun her şeyi ve herkesi bir torbaya dolduran tutumu, “hükümet istifa”yı gerçek anlamında kullanan “devrimci ulusalcılık”ın ekmeğine yağ sürüyor... Hükümetten talebi eşitlik ve saygı olan, fakat onun siyasi meşruiyetini sorgulamayan, tam tersine “seçimle gelen seçimle gider”e inananları da ulusalcılarla aynı sokağı paylaşmaları yolunda kışkırtıyor.