Alper Görmüş

18 Haziran 2013

Barometremin, kızımın kararı: Sokaktan çekiliyorum...

Gezi direnişiyle ilgili olarak T24'te kaleme aldığım ilk yazıda (“Ataerkil siyasetin sonu”), 26 yaşındaki kızımın (Eylül) bu direnişe nasıl ve neden katıldığını şöyle anlatmıştım

Gezi direnişiyle ilgili olarak T24'te kaleme aldığım ilk yazıda (“Ataerkil siyasetin sonu”), 26 yaşındaki kızımın (Eylül) bu direnişe nasıl ve neden katıldığını şöyle anlatmıştım:
“Şimdi yirmi altı yaşında olan kızım üniversitede siyaset okumuştu, siyasetle ilgiliydi fakat bir hafta öncesine kadar, Hrant Dink'i anma yürüyüşleri hariç, hiçbir siyasi-toplumsal eyleme katılmamıştı.
“Polisin, Gezi Parkı'nda nöbet tutan ve sayıları 20'yi geçmeyen eylemcilere karşı sabahın 5'inde gerçekleştirdiği seferberliğin ardından bana telefon etti ve 'Baba ben galiba bu akşam Taksim'e gideceğim' dedi.
“Son haftalarda, Başbakan'ın 'halkımı sevdiğim için yapıyorum' dediği yasaların, uygulamaların, bilhassa da bunları savunurken kullandığı buyurgan, nobran tavrın ve dilin onu 'delirtmekte' olduğunun farkındaydım. Gezi Parkı hoyratlığı, birçok nesildaşı gibi onun için de 'bardağı taşıran damla' olmuştu.”
Gezi direnişini başlatan kuşağın davranışlarını değerlendirmede benim için bir barometre işlevi gören Eylül, direnişin 20. gününde “sokaktan çekilme” kararı aldı ve gerekçelerini yazıya döktü.
Son günlerde bizim kuşağın temsilcisi sayılabilecek bazı kalemler bu yönde çağrılarda bulunmuştu.
Ben, 90'lar kuşağından birinin direnişe katılma ve bir aşamasında çekilme kararına dair yazdıklarının bilinmesini istedim ve o nedenle bugün, yazı alanımı kızıma devretmeye karar verdim.


İşte Eylül Görmüş'ün yazısı...

***


#direnapartman

Haftalardır bir şeyler oluyor. Bu olanların ne olduğuna, hayatımızı ne ölçüde değiştireceğine dair yazıp çiziliyor, durmadan. “Gezi ruhu neydi, bize ne kattı” meselesini, izninizle kendi hayatımdan bir örnekle açıklamak isterim.
Geçtiğimiz hafta bizim apartmana yönetim tarafından bir uyarı yazısı asıldı; “çöplerinizi çöp saatinde çıkartın ve apartman kapısını gürültülü kapamayın” şeklinde. Alışık olduğumuz türden bir uyarı metni... Yazı 3 gün kadar asılı durdu, sonra 4. gün birileri tüm katlara asılan kâğıtların üstüne bir şeyler yazmaya başladı. “Çöp saati tam kaç, bari söyleyin onu da bilelim”, “Bazen çöpler hiç alınmıyor”, “Zaten yerleri de düzgün silmiyorsunuz” gibi...
İşte bence Gezi ruhu budur. Normalde kendi aramızda söylenip, “aman bu yönetim de kendi işini yapmıyor, bizi uyarıyor” diye eleştireceğimiz bir uyarıya karşı ses çıkarmak, sorgulamak, hesap sormak... Unuttuğumuz demokratik reflekslerimizi yeniden hatırlamak, onları canlandırmak.
Bu yazı 1 ay önce asılsaydı, kimsenin o cevapları vermeyeceğine adım gibi eminim. İşte Gezi, bu kadar mikro bir meselede bile soru sorabileceğimizi, ses çıkarabileceğimizi hatırlattı, hatta belki de bu ülkenin tarihinde ilk kez “öğretti...”
Bu reflekslerin uzun vadede ne kadar müthiş bir etki yaratacağını, bir toplumu nasıl dönüştüreceğini düşünmek bile olağanüstü bir umut veriyor bana.

 

AK Parti düşmanı değilim, demokratik adımlarını destekledim...

 

Hiçbir zaman militan eğilimli biri olmadım, fakat her zaman etrafımda olup bitenlerden haberdar olmaya çalışan, fikir geliştirmeye çalışan biri oldum.
Özellikle aklımın erdiği şu son 10 senede, AK Parti’yi katiyen topyekûn reddetmek, gayrımeşru görmek ve aşağılamak noktasına yaklaşmadım. Başörtülülerin eğitim hakkını, askeri vesayete karşı girişilen mücadeleyi, AB üyeliği yolundaki adımları ve tabii ki Kürt sorununun çözümü için girişilen cesur hamleleri, çoğu zaman etrafımla kavga etmeyi de göze alarak destekledim. “Başımıza bu cahil yobazlar geldi, ayaklar baş oldu” tonundaki elitist ve hatta zannımca son derece faşizan seslere her zaman karşı çıktım.
Yukarıda açıkladığım nedenlerden ötürü, 31 Mayıs gecesi kendimi sokağa atmamın nedeninin katiyen saf bir “AKP / Tayyip Erdoğan düşmanlığı” ya da “nefreti” olmadığını da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Benim derdim, babamdan bile işitmediğim bir sertlikle bana neyi, nasıl, nerede ve ne zaman yapabileceğimi söyleyen bir iktidara ve zihniyete “beni tanı, anla ve saygı duy” demekti... Tepeden bakan bir “hoşgörü” değil, “saygı” istediğimi bağırmaktı... “Toplumun ahlak bekçiliğine soyunma” uyarısını yapmaktı...


Evet ideolojik, hatta toplumsal, hatta psikolojik


İçinde pek çok unsuru barındırmasına rağmen, Gezi hareketinin çıkış noktasının bu olduğu konusundaki inancımı koruyorum. Başbakan’ın tespitlerinden en isabetlisi de kanımca oydu zaten: “Bu 3-5 ağaç meselesi değil. Mesele ideolojik...”
Evet, ideolojik, hatta toplumsal ve hatta psikolojik.
Lakin geldiğimiz noktada karşılıklı yapılan yanlışlarla Gezi ruhunun başka bir yere doğru evrildiğini üzülerek ve kaygıyla izliyorum ve başından beri elimden gelen her biçimde desteklediğim bu hareketin yeni yönünü çaresizce gözlemliyorum.
O ilk noktadan, şu aralar orada burada okuduğum “örgütleri dışlamayalım, onlar çatışmayı biliyor”, “toplu taşımaya para vermeyelim, bunlarla biber gazı alınıyor”, “bu Erdoğan Hitler’den daha korkunç, kıyaslamayalım” noktasına nasıl gelindiği son derece açık.
Sağolsun hükümet sabırsız, öfkeli ve açıkçası siyaseten de “aptalca” olan bir dizi hamleyle, meseleyi kaşıya kaşıya buraya getirdi.


Başbakan'ı utandıracak olgunlukta bir bildiri


Tabii ki bir toplumun, başbakanın psikolojisini anlamak zorunda olduğunu düşünmüyorum, aksine, başbakan toplumunu anlamakla yükümlü.
Fakat olmuyor, anlamıyor... İşte ben de bu koşullarda Gezi ruhunun olağanüstü bir “âlicenaplık” göstererek sokaklardan çekilmesi, Başbakan'ı utandıracak kadar olgun bir bildiriyle, ona, “senin dilinden konuşmayacağız” deyip mücadeleyi başka bir düzleme taşıması, mümkün olamaz mı diye düşünmeden edemiyorum.
Yerlere “Ay, resmen devrim” yazabilecek naiflikte bir hareketin, hükümetin tüm nobranlığına rağmen vakur durmayı başarabileceğine inanmak istiyorum.
10 senedir iktidarda olmasına rağmen hâlâ  “mağduriyet” argümanını kullanabilen bir başbakana, mağduriyet hikâyesi için ilave malzeme vermenin bize bir şey kazandırmayacağı, tabanında onu daha çok güçlendireceği apaçıkken, gözümüzü o çok eleştirdiğimiz polisteki gibi bir öfke ve hırs bürümesine müsaade edemeyiz, etmemeliyiz.
Dolayısıyla haddim olmayarak, ben artık çekilmemiz gerektiğine inanıyorum. Başbakan'ın tarif ettiği gerçek “çapulcu”lara dönüşmeden, yaratıcılığımızı, mizah duygumuzu, neşemizi kaybetmeden, Gezi ruhunu hiçbir yere varamayacak bir öfkenin içinde boğmadan, çekilmeliyiz. En azından ben, müsaadenizle çekiliyorum.
Bundan sonrası başka bir mücadele... Konuşarak, düşünerek, etrafımıza anlatarak, yazarak ve eğer gerekirse, yeni bir nedenle, yeni bir taleple tabii ki yine sokağa çıkarak.
Lütfen bana “ama somut kazanımımız” yok demeyin...
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en güçlü başbakanının iki haftada söylemini değiştirmişiz... “Ben yapılacak dedim, yapılacak” noktasından çevirip, yargı sürecini bekleme ve karar hükümet lehine çıksa bile halk oylaması yapma sözü almışız.. Bir hükümeti topyekûn tutarsızlığa, kararsızlığa itmişiz, Atatürk ve Abdullah Öcalan bayraklarını yan yana asıp halay çekmişiz, 1 ay önce birbirini öldüren taraftarları kucaklatmışız, tanımadığımız kişilere, onlarla elele koşacak kadar güvenmişiz, şiddetin araştırılacağına dair söz almışız, Brezilya’ya bile ilham verecek bir direnişin parçası olmuşuz, Başbakan’a istediğimiz mesajı bence mutlaka vermişiz, apartman yönetimimize  “saat kaçta alıyorsun çöpü, önce onu bi açıkla!” diye diklenebilir olmuşuz.
Bundan öte kazanım mı olur?
Ama artık izninizle, ben zaferimizi kutlamak ve biraz mutlu olmak istiyorum. Çünkü hak ettik. Belki evet, bundan ötesini de hak ettik ama, itidal sahibi olamayan bir güce karşı itidal göstermek, yenilmek anlamına gelmeyecek.
Bence bunu yapabilecek güçte ve olgunluktayız.