Hürriyet yazarı Murat Yetkin, ABD'de 20 ayı aşkın süre önce tutuklanan ve yaşanan süreçte tanık sıfatıyla ifade veren İran ve Türkiye vatandaşı Reza Zarrab davası için "dağ fare doğurabilir" ifadesini kullandı. Yetkin, "Türkiye içinde ya da dışında muhalefet umutlarını ABD’deki Reza Zarrab davasına bağlayanlar varsa, bana kızacaktır şimdi ama bu davada dağın fare doğurma ihtimaline hazırlıklı olmalarında yarar var" dedi.
Yetkin'in "Zarrab davasında dağ fare doğurabilir" başlığıyla (5 Aralık 2017) yayımlanan yazısı şöyle:
Türkiye içinde ya da dışında muhalefet umutlarını ABD’deki Reza Zarrab davasına bağlayanlar varsa, bana kızacaktır şimdi ama bu davada dağın fare doğurma ihtimaline hazırlıklı olmalarında yarar var.
Bu söylediğim, Zarrab davasından hiçbir şey çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Eğer savcılık yeni ve somut kanıtlarla gelmez ise, dava bu haliyle de Amerikan bankalarının Halkbank’ı cezalandırmasına, bunun da Türk ekonomisine zarar vermesine yol açabilir. Benim kastım, varsa bu davanın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile doğrudan bağlantısını kanıtlamasını bekleyenler için.
Neden mi? Zarrab mahkemede bir numaralı sanık Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’ya rüşvet vermediğini, çünkü Atilla’nın hiç rüşvet istemediğini söylediğinden bu yana sanki işinin seyrinin değiştiği izlenimi mevcut. Hürriyet muhabirleri Razi Canikligil ve Cansu Çamlıbel’in mahkemeden verdiği haberleri dikkatle okuyanlar da bunu anlamışlardır zaten şimdiye dek.
Zarrab’ın dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’a “40-50 milyon Avro” ve keza dönemin AB İşleri Bakanı Egemen Bağış’a rüşvet verdiği iddiaları hala kanıta muhtaç; olmuştur, ya da olmamıştır demiyorum, ama kanıta muhtaç. Zarrab’ın Ziraat ve Vakıflar bankasının da ABD’nin İran’a yaptırımlarının etrafından dolanmak üzere dönemim başbakanı Erdoğan ve ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından talimat verildiği ifadesi de kendi duyumu dahi değil, öyle duyduğunu söylüyor; yani mahkemeye bunları destekleyecek yeni kanıtlar sunulmazsa, bu ifade de kanıt sayılmayabilir.
Bütün bu olanları konuşmak, iddialar kanıtlansın, ya da kanıtlanmasın, bu hesaplaşmanın Türkiye’deki bir mahkeme yerine ABD’deki bir mahkemede görülüyor olmasından vatandaşların çoğunun duyduğu utancı azaltmıyor. Neticede tartışılan ülkemizin de itibarıdır. Biz bu hesaplaşmayı kapatmak yerine kendi içimizde yapmış olsaydık, bugün bu utanç verici tartışmanın konusu olmayacaktık. Ama olan biteni serinkanlılıkla tahlil etmeye çalıştığımızda, tekrar ediyorum, yeni ve somut kanıtlar ortaya çıkmazsa Zarrab davasının Türk iç politikasına etkisini bekleyenler bakımından dağın fare doğurması ihtimali var.
Ve dahası da var. Hükümet mahkemeye sunulan dinleyen kanıtlarının 17-25 Aralık 2013 davalarına konu olan telefon kayıtlarının dökümü olduğu ve dinlemelerin yasadışı elde edildiği ve üzerinde oynanmış olduğu için geçersiz sayılması gerektiğini söylüyor. Oysa davayı izleyen ve 17-25’e de aşina olan gazeteciler, Amerikan mahkemesine sunulanların 17-25’tekilerden daha fazla bilgi içerdiğini gözlemliyor. Üstelik buna Zarrab’ın ta 2012’ye kadar giden Whatsapp mesajlarının da dahil olduğu bildiriliyor.
Şimdi;
- Eğer Zarrab 2012’den bu yana -2013’te tutuklanıp telefonuna el konulmuş olmasına rağmen- aynı telefonu ve aynı numarayı kullanıyorsa ve
- Mart 2016’da Florida’da Amerikan polisi tarafından tutuklandığında da üzerinde aynı telefon varsa,
bu telefonun kırılması suretiyle ve yine Whatsapp’ın yardımıyla mesajların (telefondan silinmiş olsun olmasın) dört yıl geriye kadar okunur hale getirildiğini varsayabiliriz.
Değilse ilk anda akla gelen iki seçenek var: Birincisi, Türkiye’deki bazı telefon konuşmaları, e-posta yazışmaları ve Whatsapp mesajlarının 2013 öncesinde de ABD elektronik istihbarat servisleri, örneğin NSA tarafından dinlemeye alınmış olması ihtimalidir ki, bu casusluk sınırları içine girebilir. İkincisi ise Whatsapp’ın geriye dönük bütün haberleşmeyi korumuş ve gerektiği anda ABD makamlarına vermiş olmasıdır, çünkü bu teknoloji bildiğimiz kadarıyla Türkiye’de yok.
İlginç bir nokta da, Zarrab’ın Türkiye ile ABD arasındaki sorunların değil, aslında ABD ile İran arasındaki sorunların bir aktörü olduğunu unutmamız. Zarrab İran devletinin ABD yaptırımlarının etrafından dolanmak için işbirliği yaptığı, kullandığı bir gri-ticaret şebekesinin elemanıdır.
Bir aşamada artık kamuoyuna malum yöntemlerle Türk pasaportu alıp ismini Rıza Sarraf diye değiştirmesi, bırakıldıktan sonra -hangi akla hizmet ettiği bilinmez- kendisine ihracat şampiyonu ödülleri verilip havuz kanallarında Türk bayrağı önünde vatanseverlik nutukları attırılması bu gerçeği değiştirmiyor.
Biz Amerikan ajanı mı, Cemaat casusu mu olduğunu tartışırken Tahran’da birileri Zarrab’ın Amerikan mahkemelerindeki ifadeleriyle Türkiye ile ABD’nin zaten açık olan arasını nasıl daha da açtığını zevkle izlemiyor mudur dersiniz?
Kandırılmışız söylemine başvurmak yerine bir de öyle bakın derim manzaraya.