Ümit Kıvanç*
Birikim Haftalık’a yazdığı “Arzusuz, Ölü Gibi” başlıklı yazıda Erdoğan Özmen, yaşadığımız ortamı “barbarlığın, cehaletin, bayağılığın, hoyratlığın, nefretin, hasetin ve sapkınlığın iktidarının daha önce hiç olmamış bir güçle toplumların bütün hücrelerine nüfuz edişi” diye tarif ediyor. Ve gerisini şöyle getiriyor:
“Bütün toplumsal ilişkileri kat eden korkunç bir sapkınlık ethosunun iyi-güzel-doğru olan her şeyi çürütmesi, hükmüne aldığı herkesi saf ahlâksızlığın korkunç çölüne savurması var sonra.”
“Saf ahlâksızlık”, bu topraklarda çoktan üretilmiş, bin türlü anlama bürünmüş, her fırsatta ortaya sürülmüş, pop şarkılarında ve tribün “beste”lerinde geçmiş, nihayet kimlik gibi taşınan bir kavram olmalıydı. Olmadı, çünkü fazla paylaşılıyor. Birilerine özgü değil, dolayısıyla birilerinin elinde ötekilere çalınacak kara olmaya elverişsiz. Bir bütünlük oluşturduğu, “millet” olduğu tekrarlana tekrarlana bütün haline getirilmesi umulan, oysa birbirine dokunduğunda infilak eden parçalardan oluşan “toplum”umuzun çoğunluğunun ahlâktan anladığı, bir paslı kilitle bir çürük zincirden ibaret: Genç kızlar sokağa çıkacak mı, çıkarsa akşam en geç kaçta dönecek? Öbür kısım için ise ahlâk, mazallah, din ve gericilik çağrıştıran, büyükşehir insanının birörnek özgürlüğünü kısıtlayan lüzumsuz ayakbağı.
Kimse ahlâkın ayna ile ilişkisini kuramıyor. Dışarıdan dayatılan, vergi gibi, askerlik gibi, dinî vecibe gibi bir şey, sanki ahlâk. İş görme-görmeme tarzımızın, sözün, taahhüdün, anlaşmanın, insanlar arası güvenin, dolayısıyla haklı, meşru, anlamlı ve başkalarıyla paylaşılan bir zemine dayanan özgüvenin ahlâkla ilişkisi yok sanki. Sıhhî tesisatçı tembel, elektrikçi düzenbaz, mesele bundan ibaret.
Ahlâk da yok, dolayısıyla. Erkin Koray’ın meşhur “Bir cevap buldun mu sorulara?”sındaki “sorular”ı konuşmaya siyasî görüşten, dindarlık-dinsizlikten önce insanlar olarak birarada yaşamanın insanca yolları gibi bir yerden başlanmalıydı. O zaman ahlâk her pazartesi ilk ders olacaktı. Olmadı. Ve biz onsuz olur sandığımız için bize bu kadar kolay ve yüzsüzce yalan söylenebiliyor. Çünkü biz bunu yadırgamıyoruz. Çünkü çoğumuz da bunu yapmaya hazır.
Rakipsiz sefil oyun
Şöyle sürdürüyor Özmen:
“Hepimize hayatı çıplak bir iktidar ve güç mantığına tâbi kalarak yaşamayı dayatan, her şeyi aynı sefil iktidar-güç oyununa indirgeyen, bu yüzden, aynı kalpsiz, hınç ve nefret yüklü ‘biz ve bizden olmayanlar’ kalıbını her duruma tercüme etmeden duramayan, bu müşkülat, kutuplaşma ve tehlikeyle zevklenen bir ethosun failleri hükmediyor dünyaya epeydir. Bir dine, inanca, davaya bağlı olmak, kendi değer ve ideallerine göre yaşamak mevzubahis bile değildir burada artık.”
AKP iktidarının bu topluma ettiği en büyük kötülük, birbiriyle konuşamaz kamplar yaratmasıdır. Karşıda buna hazır birileri yok muydu, diye soracaksınız. Vardı elbette. Ama bizzat AKP’nin seçim başarıları, ilk yıllardaki vaatleriyle yarattıkları olumlu “acaba mı?” havası, “selam bile vermem” edâsındaki çok kişiyi en azından diyaloga açık hale getiriyordu. Bu somut olarak hissedilebilen bir esintiydi.
Şimdinin boğazları kurutan, solukları kesen, yürekleri sıkıştıran ezici, boğucu, kupkuru havası hatırlamamıza yolaçar mı, bilemiyorum, “karşılıklı konuşabilme”nin giderek yayıldığı ve derinleştiği, bundan karşılıklı hoşlanmaya başladığımız kısa ömürlü bir baharımsı mevsim yaşamıştık.
Meğer sohbet ettiğimiz insanın gözü altımızdaki sandalyede, yaslandığımız masadaymış. İletişime, irtibata, muhataplığa, çoğulluğa hava, su, güneş muamelesi yapanlarımız, fena kaybettik. Masaları, sandalyeleri aldılar, kapıları çektiler, çıplak iktidarlarını kurdular. O sefil güç oyununu oynamaya koyuldular. Rakipsiz. Rakip de istemiyorlar. Rakip yoksa hakeme de gerek yok. Hakem olmayacaksa kurallar niye? Fair-play ne alâka? Geldik yine ahlâk yokluğuna.
Lider fark etti ki, karşıya dizdiği düşmanları uzaklaştırdıkça, seslerini duyulmaz, dertlerini tanınmaz, acılarını paylaşılmaz kıldıkça, “bizden olmayanlar”ı “biz”in gözünde değersizleştirdikçe, o hayalî bütünlük parçalandıkça, çıplak iktidar ve sefil güç oyunu için bol bol yetecek bir başka bütünlük yerine kuruluyor, sağlamlaşıyor. Hınç ve nefretle yüklenerek. Uzağa uzağa itilen düşmanın bedeni fuzulî, ruhu tehdittir artık. Tehdidin ve tehlikenin zevki, kutuplaşmanın tazeleyici, uyanık tutucu, heyecan verici zehri.
Günümüzün muktedir Türk-İslâmcısının anlamadığı, Özmen’den alıntıladığım paragrafın son cümlesidir: Gördüğümüz, yani yaptıkları, “bir dine, inanca, davaya bağlı olmak, kendi değer ve ideallerine göre yaşamak” falan değil artık. Kanlı ve çok daha kanlı olabilecek bir darbe girişiminin yarattığı korkular giderek dallı budaklı paranoyaya dönüşecek; belli. Kapıyı pencereyi öyle sıkı kapattılar ki, hiçbir güzel koku, tatlı nağme, içli fısıltı sızamayacak artık içeri. O korkuların bugün siyaha beyaz, yarın dumana kaya demeye zorladığı kalabalıklar, beş dakika önce lider “yapıyoruz” dediğinde çılgınca, beş dakika sonra “yapmıyoruz” dediğinde yine aynı çılgınlıkla alkışlayacaklar ve bu coşkunun liderde yaratacağı, sadece şüphe olacak. Bu, huzur ve sükûn içerisinde beraber yaşanabilecek bir şüphe değildir. Şüphe ile dizginsiz iktidar birleşince doğuracağı tek yaratık var: zulüm.
Deli gömleği
Çıplak iktidar oyunlarını kurmaya ve hayatı bunlara tâbi kılmaya başladığından beri giderek senden uzaklaşan inanç tâ uzaklarda, kazara gözün seçtiğinde suçluluktan başka duygu yaratmayan bir leke haline geldi. Kıvrandırıyordur bu. İktidarı, sarındıkça ısıtacak bir yumuşak örtü sandın sen; halbuki deli gömleğiydi; çıkartamazsın artık. Kendi kendine çıkartamazsın; başkalarına muhtaçsın. Çıkartsınlar diye de değil. Kimse çıkartamasın diye. Buna inat denebilir belki; ama inanç denemez. Nerede kaldı o sahi? Kimsenin sana yaklaşmaya cüret ve teşebbüs edememesini teminat altına almak dışında anlamı, icabı, maksadı tükenmiş “dava” kaldı elinde sadece. İnanç çok uzakta. Çok zayıfsın. Yurttaşlarını paramparça eden caniler örgütünün adını apaçık telaffuz edemeyecek kadar güvensiz ve zayıfsın. Düşman gösterdiğinin boynuna sarılmak nasıl da huzursuzluk, pişmanlık verir insana! Sarılıyorsun. İlkel güdülerini kutsal buyruk diye pazarlıyor, savunmasıza vuruyor olduğunu bilmek nasıl uyku kaçırır çaktırmadan. Vuruyorsun. Hileyle, yalanla hükmetmenin mânâsını pekâlâ biliyorsun.
Erdoğan Özmen, “en temelde bir insanlık buhranı, insanlığın çözülmesi, insanlığın gerilemesi” gibi bir durumda bulunuşumuzu, kendini“yorgun, enerjisiz ve boş” hissedenlerin halini, “geleceğin ve çıkışın olmadığı bir momente sıkışıp kalma”yı, “hiçbir şeyin mümkün görünmediği bir batağa saplanıp kalmış olma”yı sorun ediyor, çıkış yolu arıyor; “kendimizi düşürdüğümüz bu aşağı seviye”den çıkış için gerekli “ışığı” “bizim arzumuz” ve “biz arzusu”nda buluyor. Muktedir olmayanların, başına gelenlere engel olamayan ve başına başka neler geleceğini bilemeyenlerin derdine deva bulmaya çalışıyor.
Bugünün kazanmış görünen heybetli muktedirlerinin kendilerini düşürdüğü seviye ile kıyaslandığında, en çaresiz güçsüz insanın geleceğe dair umut kırıntısı aradığı daracık balkon bile o kadar yüksekte ki.