Elli ülkeden temsilcilerin davet edildiği Nükleer Güvenlik Zirvesi büyük Amerikan gazetelerinin ilk sayfalarında bile yer almadı. Zirveye yer veren gazeteler de haberi daha ziyade arka sayfalarda gördü. Nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya umudundan çok, nükleer terör saldırıları yaşanması olasılığı ön planda yer aldı.
ABD Başkanı Barack Obama, Nükleer Güvenlik Zirvesi'ni 2009 yılında ‘nükleer silahsız bir dünyada barış ve güvenlik arayışı‘ amacıyla hayata geçirdi. Ancak hedefin bu mutlaklığından geriye birşey kalmadı. Tam tersine ABD, ince ayar nükleer saldırıları mümkün kılacak araştırmalara milyarlarca dolarlık yatırım yapıyor.
'Modernizasyon' yarışı
Amerikan ordusundaki bu yapı değişikliği resmi dilde modernizasyon diye satılıyor. Ruslar da buna uygun bir tepki vererek kendi nükleer silah cephaneliğini ‘modernleştirme‘ peşinde. Bunu yeni bir nükleer silahlanma yarışı diye tanımlamak hiç yanlış olmasa gerek.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Washington'a gitmemesinin bir nedeni de bu. Putin'in zirveye katılmaması, Moskova ile Washington arasında şu an buz gibi rüzgarlar estiğinin de bir başka kanıtı.
Bu çok önemli bir sinyal. IŞİD'in ne tür bir lojistiğe sahip olduğunu ve İslamcı terör örgütlerinin tüm güvenlik önlemlerine rağmen neler yapabileceğini Paris ve Brüksel'deki saldırılar da gösterdi.
Nükleer terör uyarısı
Başkan Obama Nükleer Güvenlik Zirvesinde özel olarak nükleer terörizm konusunda uyardı. Gerçi uluslararası işbirliği sayesinde teröristlerin silahlarda kullanılabilecek uranyuma erişiminin daha zor hale geldiğine işaret etti. Ama bunun, terör örgütlerinin büyük nükleer saldırılar düzenleme iradesinin çok daha güçlendiği gerçeğini değiştirmediğini de sözlerine ekledi.
Hangi bölgede olursa olsun bu tür bir saldırıdan tüm dünya etkilenecektir. Sadece ölümcül ışınlar değil, aynı zamanda ekonomik, siyasi ve psikolojik sonuçları nedeniyle de.
Bu açıdan bakıldığında Başkan Obama'nın tartışmalı liderlerle de temasta kalma yönündeki siyasi tarzı çok önemli. Obama bu tarzını ‘dengeli ilişki‘ olarak nitelendiriyor. Bunda kastedilen, müzakereler öncesinde katî şartlar ortaya konmaması, bunun yerine yapılabilecek mümkün olan şeylere odaklanılması. Yani bir yanda Çin ile silahsızlanma konusunu görüşürken, aynı zamanda insan hakları ihlallerini eleştirmek. Bu sadece ahlaki açıdan uygun bir tutum değil, pragmatik açıdan zorunlu.
Ancak Amerikalıların yeni nükleer silahlar geliştirme hakkını kendilerinde görmeleri, diğer yanda diğer ülkeleri tamamen silahsızlanmaya zorlamaları işin tamamen farklı bir boyutu. Bu tutucu tarz, özellikle de teröristlere karşı Avrupa'da bile nükleer silaha sarılınabileceğini söyleyen Donald Trump gibi birinin başkan olma ihtimalinin bulunduğu bir ülkede son derece sakıncalı.