Hazal Özvarış
“Bir zamanlar mazlum olmak şimdi bizim de zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor!”
Bu cümle, İslami ve sol kesimlerden isimlerin oluşturduğu Emek ve Adalet Platformu’nun Gezi Parkı eylemlerine ilişkin olarak Müslümanlara seslendiği metinde yer aldı.
İslamcı kesimin Gezi Parkı’nda neler olduğunu öğrenmek için, bu metnin imzacıları arasında yer alan İslamcı yazar Yıldız Ramazanoğlu’nun kapısını çaldık. Bildirinin ardından hakaretlerle de karşılaştığını söyleyen Ramazanoğlu, “Büyük bir mahalle baskısı var” diyor.
Ancak İslami kesimde geçmişe yönelik olarak derin bir sorgulamanın da başladığını belirten Ramazanoğlu, şu bilgiyi paylaşıyor:
“Başörtülü kadınlar, genç kızlar şunu sorguluyorlar: Bütün istikbalimiz elimizden alınırken, kamu alanından dışlanırken, toplumda aşağılanırken neden molotof atmadık, dükkânları indirmedik, itiraz etmedik? Bunları biz neden yapmadık? Neden daha mülayim, sessiz gösterilerle yetindik?”
Kendi kızının da aralarında yer aldığı Gezi Parkı eylemcilerini tanımasının yanı sıra AKP tabanına da vakıf bir isim olarak Ramazanoğlu, “tarafı belli, sözü de belli” çerçevesinin dışında kalabilen bir yazar.
Ramazanoğlu’nun hayat hikâyesinden birkaç not şöyle:
MHP’li bir ailenin çocuğu olarak 1958’de Ankara’da doğan Ramazanoğlu, Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde okurken Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Ülkücülüğü hakkında “Zamanla aklım başıma geldi ve anlamaya çalıştım” diyen Ramazanoğlu, eğitimi sürerken yaptıkları okumaların ardından arkadaşlarıyla birlikte örtünme kararı aldı. Eczacılığı sürdürürken “Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kadının Tarihi Dönüşümü” adlı bir araştırma yaptı. Diğer kitapları “İkna Odası”, “Bir Dünya Kadınları”, “Derin Siyah”, “Kırmızı”, “Zilha Günü”, “Angelika”, “Bağdat Fragmanı”, “İşgal Kadınları”, “İçimden Geçen Şehirler”, “Görme Bahçesi” adıyla yayımlandı. Edebiyat mesaisinin yanında sırasıyla Özgün Duruş, Milat ve Zaman gazetesindeki köşe yazıları ile de bilinen Ramazanoğlu, aynı zamanda İslami hassasiyetleri öne çıkan insan hakları derneği Mazlum-Der’in kurucularından.
Kadın hakları savunuculuğunda da İslami kesimin önde gelen isimlerinden biri olan Ramazanoğlu’nun Türkiye içinde ve dışında aktif olduğu sivil toplum örgütleri arasında Gezi Parkı sürecinin başlangıç noktası olan Taksim Platformu da var.
Eylemler süresince yaptığı gözlemlerden yola çıkarak “Gezi Parkı, başörtülü kızların huzur ve emniyet içinde oldukları, hiçbir tacize uğramadıkları veya yan bakılmadıkları bir yerdi” diyen Ramazanoğlu şu notu da düşmeyi ihmal etmiyor:
“Periferide yüzlerce başörtülü kadın taciz edildi. Çocuklarım da kötü muameleye maruz kaldı, benim üzerime jeep sürüldü.”
“AKP hayat tarzımıza müdahale ediyor” tepkisine karşı “Bence hâlâ Müslüman kadınların hayat tarzına müdahale var” diyen Ramazanoğlu, aydınlara seslenerek şu soruyu soruyor:
“Başörtülü kadınların seçilme hakkının olmadığı bir ülkede yaşamak içlerine siniyor mu?”
“Gezi’nin en büyük kahramanlarından biri müezzindi” diyen Yıldız Ramazanoğlu, gaz bombasından ve polis müdahelesinden kaçarak sığınan eylemcilere kapılarını açtığı için Başbakan Tayyip Erdoğan'ı öfkelendiren Koç grubu bünyesindeki Divan Otel için de bir not düşüyor:
“Divan Otel’in sahibi ben olsam yaralılara kapıları sonuna kadar açardım.”
Ramazanoğlu, Erdoğan le Müslümanlık anlayışlarının, ideallerinin benzer olduğunu belirtiyor, ancak “İktidar çürütücü bir şey. Çok uzun süre iktidarda kaldığınız zaman, çok sağlam dostane eleştiriler de almıyorsanız bir şekilde otoriterleşirsiniz” diyor.
İşte Yıldız Ramazanoğlu’nun T24’ün sorularına verdiği yanıtlar:
‘Eylem, iktidarın oluşturduğu özgürlük alanında yapıldı’
- Kızı Gezi Parkı eylemlerine katılan, annesi gökdelenlere karşı imza atan, kendisi Taksim Platformu’nun bir parçası olan sizin gibi biri için Gezi Parkı eylemleri ne demek?
Gezi Parkı’nın başlangıcıyla geldiği nokta arasında farklar var. Başlangıç benim için tamamen meşru. İnsanlar yaşadıkları kent için inisiyatif almak istedi ki bu çok kıymetliydi; yaşadıkları şehre müdahil olmak istediler, tasarrufların kendilerine sorulmasını beklediler, ancak bu arzuları karşılanmadı.
Öte yandan hoş bir zıtlıkla barış sürecinin başladığı, can kayıplarının olmadığı, askeri vesayetin, darbe ihtimalinin zayıfladığı bir ortamın yarattığı özgürlük imkânıyla yaşandı bunlar. Aslında bu ironik, çünkü bir yandan gençler iktidara karşıymış gibi gösterilmeye çalışılırken, iktidarın 10 seneden beri düşük yoğunluklu bir devrim çerçevesinde oluşturmuş olduğu özgürlük alanında sözlerini söylemeye çalıştılar.
- AKP söylemindeki "askeri vesayeti bitirdik" ifadesi mi, yoksa "Gezi Parkı eylemleri darbe girişimi" ifadesi mi, sizce hangisi yanlış?
Aslında aynı anda hepsi doğru. Bir yandan askeri vesayet tamamen geriletildi, ama Uludere'de bunun sonlandırılmadığını görüyorsunuz.
- Sizce Uludere'de 34 kişinin ölmesinin sebebi askeri vesayet miydi?
Kesinlikle.
- Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Uludere olayından sonra Başbakan'dan teşekkür aldı.
Dengir Mir Fırat bunu şöyle açıkladı: "Başbakan'ın içi aslında kan ağlıyor. Ama kızılcık şerbeti içtim, deyip Uludere meselesini içine gömüyor; devletteki birtakım dengeler yüzünden." O devletteki dengeler nedir, bilmiyoruz. Ama o vesayetten tam anlamıyla kurtulmuş değiliz. Uludere'de bir köyün bütün oğulları katledildi ve biz devletteki birtakım dengeler yüzünden bunu bastırmak durumunda kaldık! Hâlâ Tayyip Bey'in korkuları var diye düşünüyorum.
‘Erdoğan'ın hâlâ darbeyle devrilme korkusu var’
- Sizce devlet dili kullanmakla eleştirilmesine yol açan şey Tayyip Erdoğan'ın korkuları mı?
Evet, bu kadar biber gazı kullanmasının sebebi de bu. İktidara karşı bir kalkışma hali gördü. Dik durmaktan söz edilirken başka bir yol bulunabilirdi bunu gösterecek, gönülleri fethetmekten daha sağlam bir duruş olmaz uzun vadede. Ama biz devlet değiliz, sivil insanlarız. Bu kadar şiddet, gaz gösteriyor ki Tayyip Bey'in hâlâ bir darbe yoluyla devrilme endişesi var. Ki bu korkusunu yabana atmıyorum. Bütün bu tehlikelerin Gezi üstünden gün yüzüne çıktığını düşünen sayısız insan var. Bu iktidarın hatalarını ketliyor. Çünkü burada sözle açılan yaralar dış güçlerin bizde açabileceği yaralardan çok daha fazlaydı. İki cümlede bitirilebilecek bir şeyi siz bitiremiyorsanız, bunun faturasını dış güçlere kesemezsiniz. Dış güçler de sonuçta kendi içimizdeki zafiyetlerden, her bir insanı içine almaktan uzak demokrasi anlayışımızı kullanarak nüfuz edebilir. Zafiyet içinde Türkiye karşıtlarına el vermezsek kimse bir şey yapamaz.
‘Başbakan gerilmek yerine esprilere gülebilirdi’
Gezi Parkı maliyeti çok yüksek olan bir okul. Bunun üzerine çok farklı başlıklar açılarak değerlendirilecektir. Profilde çok ilginç zıtlıklar var; örneğin, iktidar döneminde servetlerini katlamış dindar olmayan insanlar Gezi Parkı’nda Başbakan nefreti sergileyebildi. Yahut iktidarın açmış olduğu özgürlük alanında sözlerini söyleyen yeni kuşak; o gürleyen, itaat edilen babaların değil, tam tersine iki yaşından beri sözünü söyleyen, fikri sorulan, istemediği hiçbir şey yapılamayan, önüne bütün imkânların serildiği bir aile yapısından gelen bir kuşak. Sadece belli bir kesimin değil, dindar kesimin çocukları için de geçerli bu. Başbakan bu kadar gerilmek yerine “Tayyip Bieber” gibi bazı esprilere birlikte gülebilirdi; ne okuyor bu gençler, ne eğitim alıyorlar, ne hayal ediyorlar diye anlamaya çalışabilirdi. Mesela duran adamlara karşı aynı yaşlardaki okuyan polisler görüntüsü çok hoştu.
Gezi’deki profile daha sakin bakılarak kötü niyetliler dışlanabilirdi. 28 Şubat’ın baskıcı rektörlerini, hocalarını orada görmek benim için çok ilginç tecrübeydi. Bundan kısa bir süre önce başka gençlerin hakkını çiğnemiş bir insan şimdi gençlerin özgürleşmesi için Gezi Parkı’na destek veriyor. Park’taki gençlerin çok daha teyakkuz halinde olması gerekirdi, (Kemal) Alemdaroğlu gibi isimlere karşı bazı rezervleri olmalıydı. Ama bir yandan da ortam kalabalıktı, denetlemesi zordu. Zaten bir açıdan da poz verilen bir yerdi Gezi. Kareye girme telaşı da vardı Ankara ve İstanbul’da.
- Taksim Platformu’nun bir parçası olarak siz fotoğraf vermeyi düşündünüz mü?
Ben platformun manevi bir parçasıyım. Zeynep Tanbay, bana “Burada yedi sekiz kişiyiz ve buradaki ağaçları korumak için bir şeyler yapacağız, ama polis buraya gelip bizi anında dağıtır, lütfen gel ve destek ol” dediğinde “Sizi yürekten destekliyorum” dedim, ama o günlerde seyahatlerim olduğu için katılamadım, aklım ve kalbim kaldı orada, yedi sekiz ay önceydi.
Eğer hükümet veya belediye bu yürekten gelen sese o zaman karşılık vermiş olsaydı bunlar yaşanmayacaktı. “Bize oy verse de, vermese de bütün insanlarla birlikte çoğulcu ve paylaşımcı bir anlayışla ülkeyi yöneteceğiz” demek ve daha katılımcı bir demokrasi anlayışına geçmek gerekirdi. Bence çıkarılacak en büyük derslerden biri bu. İktidarın kişiselleştirilmesine değil, alabildiğine yayılmasına ihtiyacımız var. Oy veren kitlenin nesne gibi sürüklenmesi zamanı geçti, herkes özne günümüzde, hepimiz bir yanımızla haksızlıklara karşı teyakkuz halinde siyasi aktörleriz.
‘Kutuplaşma dili bize kan olarak geri dönebilir’
- Gezi eylemcilerini ayrıştıran özelliklerini görmemenin sizce AKP’ye maliyeti ne olacak?
Aslında bu gerilim politikasından AK Parti’nin güçlenerek çıkacağı, safların daha da sıkılaşacağı ve önümüzdeki seçimlerde Gezi Parkı’nın sandığa AK Parti lehine yansıyacağı düşünülüyor. Son derece pragmatik, ilerisini öngörmeyen bir yaklaşım bu. Kısa vadede mümkün, ama uzun vadede kutuplaşma dili çok büyük çatışmaları tetikler. Orta Doğu’nun içinde bulunduğu duruma baktığımızda bize kan olarak, iç savaş olarak geri dönebilir. Acilen, hiçbir ortaklıkları olmadığı sanılan insanların insani ortak paydaya kader birliği içinde ortak geleceğin inşasına dönmesi lazım. Deniliyor ki “Barış süreci selamette, kendi kulvarında ilerliyor.” Hiç güvenmemek lazım. İnanın, Kürtler sürece büyük ihtimam gösterdi, pamuklara sardılar, iyi-kötü, dindar-laik, Alevi-Sünni şekilde bir dil yeniden kullanılırsa ne barış süreci kalır, ne konsept.
Hükümetin kendi başlattığı bu süreci baltalaması düşünülemez. Çok önemli gelişmeler olacağını, enerjinin buraya akıtılacağını düşünüyorum. Barış süreci olmasaydı ağaç gibi bir duyarlılık adına sofistike bir eylem yapıldığına zaten tanık olamazdık. Hızla Gezi derslerini çıkararak barış sürecini devam ettirmemiz lazım.
‘AKP seçmeni de oy verdikten sonra denetlemek istiyor'
- Sizce PKK ile görüşerek barış vizyonu koyan AKP’yi Gezi eylemcilerine kulak vermekten alıkoyan ne oldu?
AK Parti’nin demokrasi anlayışında “Bize oy verildi ve insanlar beş yıl boyunca biz hangi tasarruflarda bulunursak bulunalım bunun arkasında” fikri var. Hâlbuki insanlar oy vermiş olsa da her an denetlemek, katılmak, itirazlarını özgürce dillendirmek, değerli olduklarını hissettirmek istiyor. AK Parti seçmeni de beş yıl bütün yetkiyi verip arkasını dönüp işine bakmayı istemiyor. Darbe kaygıları yüzünden sesini çıkarmayan ama nice rezervleri olan insanlar var. Örneğin, bizden sonra birçok kuşağın kullanacağı köprüye isim konulacak, dolayısıyla “Bu köprünün ismini biz kendi aramızda koyduk” denilemez. Çünkü bu köprü kimseye değil, gelecek kuşaklar da dâhil olmak üzere halka ait. Sandıktaki sonuçlar çok kıymetli ve belirleyici ama periyodik seçimden ibaret görülen demokrasi anlayışı iflas etti.
- AK Parti Programı’nda “Katılım hakkı sadece vatandaşların seçimlerde oy vermesi değil, kamu ile ilgili kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesine katkıda bulunma yollarının açık olmasını ifade eder” ifadesi yer alırken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Demokrasi sadece sandık değildir” cümlesine karşılık olarak Erdoğan, “Demokrasi seçimden geçer” dedi. Programın yazıldığı 2001 ile 2013 arasında sizce Erdoğan için ne değişti?
Sayın Başbakan, balkon konuşmalarında “Bütün milletin Başbakan’ıyım, herkesi kucaklıyorum” demesine rağmen bu hissettirilememiş demek ki. İnsanların ne hissettiği çok önemli. Hizmetlerin hiçbir ayrım yapılmadan herkese götürülmesine hepimiz tanığız, elbette bu çok kıymetli; örneğin, bir antibiyotiğin fiyatı 30 lira iken 3 liraya indi, yollar yapıldı, borçlar ödendi, kimsenin yaşam tarzına karışılmadan, inkâr politikaları terk edilerek barış yolunda 11 yıl geçti. Üçüncü kez seçim kazanmak büyük bir güç. Bu gücün toplumun bir kesimine kendini dışarıda bırakılmış, dışlanmış hissettirdiği fark edilemedi. Kalkınmanın özgürleşme olduğu düşünüldü, ama artık daha incelikli duyarlılıklar var, insanların kalkınmanın tarzını tartışmaya açtığını görmek lazım. Birey artık edilgen değil ki. Vatandaş olarak karar alma süreçlerinin de paydaşı olmak istiyor. Daha saydam ve katılımcı yönetim anlayışına, doğrudan demokrasiye doğru yol almak gerekiyor.
‘Kraldan çok kralcılar, eleştirenleri darbecilikle suçlamamalı’
Aslında iyi icraatları sayfalarca saymak mümkün, kimse inkâr da edemez. Fakat bunları teslim ederken kimi itirazları dillendirecek yer kalmıyor. Bunu anlatırken o kadar çok vakit harcamış oluyorsunuz ki geriye eleştirecek zaman kalmıyor. “Ama” diye başlayan eleştiriler olduğunda da iktidara yakın çevreler duymalı ve kıymet vermeli artık. Kraldan çok kralcılar da “darbe yanlısı” olmakla suçlamaya kalkışmamalı. Bu kadar gerginlikten hiçbir hayır çıkmaz.
- Sizin nüans konusundaki titizliğinize rağmen ifadelerinizdeki 'ama’larınızı AKP’li yetkililer duyuyor mu?
Ama’mızdan sonrası düşmanca bir muhalefet etmişiz gibi algılanıyor.
- Eleştiri kimden gelirse gelsin geçerli bir durum mu bu?
Kimden gelirse gelsin. İktidarın kendini check etmesi için samimi muhalif sözlerin bence çok kıymeti var, aksi halde iktidarların ömrü kısalır. Gezi Parkı’nın bize verdiği bir diğer önemli ders de bu. Eğer biz toplumdan sadece kendi mensubu olduğumuz cemaati anlarsak, o zaman hakiki manada topluma ulaşamayız. Bu tecrübe zaten elimizde, bilmiyor muyuz? Dindarlar onca sene dışlandı, imtiyazlı cemaat kendini toplum olarak tanımladı, büyük çoğunluk tarihin dışında addedildi.
- “Bir zamanlar mazlum olmak şimdi bizim de zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor!” Emek ve Adalet Platformu adına imzaladığınız metinde geçen bu cümleden yola çıkarak soralım, sizce bugünün zalimi Erdoğan mı?
Hayır. Biz bu cümleyle sadece mazlumluk ile zalimlik arasındaki çizginin ne kadar ince olabildiğine işaret ettik.
- Peki sizce bugünün mazlumları kimler?
Dindarlar, yoksullar, göçmenler, Afrikalılar, kadınlar, erkekler, solcular, taşeron işçiler, Cumartesi Anneleri, suça itilen çocuklar, göçe zorlanmış Süryaniler, günah keçisi yapılan Türkler, tüketim çılgınlığı içinde yaşamın ulvi anlamından koparılmış bütün insanlar, her katmanın kendi mazlumları var.
‘Hayat tarzına, yakınacak bir müdahale yok’
- 29 Ekim’de gösterilere yönelik polis şiddetinin ardından Mazlum-Der Başkanı, “Kemalistler de mazlum kategorisine girdi” demişti. Buna katılır mısınız?
Sözünü söylerken şiddete uğrayan herkes mazlumdur bence. Ama şu anda söylenen “Yaşam hakkımıza saldırı var” ifadesine katılmıyorum, kimsenin giyimine kuşamına bir saldırı yok bugün. Ben, kendi yaşadıklarımızı düşündüğüm zaman tepkileri çok orantısız görüyorum. Dindarların uzaklaştırıldığı kamu alanının yeniden yapılandırılması gerekiyordu ve AK Parti bunu kısmen yaptı.
Gezi Parkı süreci için Nilüfer Göle’nin şu söylemi benim için kabul edilebilir değil: “Müslümanlar ve Cumhuriyet arasında onarıldığı düşünülen yara yeniden kaşınıyor. Hem de cumhuriyet sınıflarının yaralandığı, kırılganlaştığı, mağdur olduğu bir ortamda. Müslümanlara mazlum kimliği biçiliyor.”
Aslında yaraların onarılması sürecindeyiz, evet ama bu olay bilinçaltına itilen güven bunalımını tekrar yüzeye taşıdı. Bellek harekete geçti ve hatırlama güçlü bir şekilde kitleleri anaforuna aldı diyeceğim, ama unutulmamıştı ki hatırlansın. Mevcut durumun sindirilmesi ve sonsuza kadar sürmesi üzerinden bir onarmadan söz ediyorsak o ayrı. Benim de saygı duyduğum dünya aydınlarını, bu ülkede başörtülü kadın milletvekillerinin olamaması rahatsız etmiyor mu? Milyonlarca kadının hâlâ seçilme hakkı yok. Akademide, sanat kamusunda yoklar. Bir ressam arkadaşım eserlerini yollayınca çok beğeniliyor, yüz yüze görüşmede “galerilerde size yer yok” deniyor mealen. Görece bir iyileşme ve sakinlik yaşanıyorsa da, eş durumundan lüks bir yaşam süren bir azınlık varsa da, bu ülkenin başörtülü kadınları kendisi olarak var olmak istediğinde sorunların ardı arkası kesilmiyor. Bunları konuşmaktan çok üzgünüm, “mazlum edebiyatı yapmayın” deniliyor sert bir sesle. Zaten artık başörtülü kadınların üretkenliğini, eserlerini, farklı var olma biçimlerini konuşuyoruz artık ama ayrımcılık da orada duruyor en acıtıcı ve sinsi bir şiddet olarak.
- Kıyastan çekerek soralım, sizce Gezi Parkı eylemcileri için kurduğu "Camide içki içiyorlar" veya alkol düzenlemesi hakkında konuşulurken sarf ettiği "İnancın emrine neden karşı çıkıyorsunuz" gibi sözlerle Başbakan, AKP iktidara geldiğinde artıları olabileceğini düşünmeden "hayat tarzımıza müdahale edecek" diyenlerin kaygılarını meşrulaştıran bir zemin yaratıyor mu?
Bu kadar yakınacak bir müdahale olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda en samimi duygularımı ifade etmek istiyorum. Alkol düzenlemesi yapılırken "ayyaş" denilmesi yahut eylemcilere yakıştırılan "çapulcu" gibi sözler çok kötü. Öte yandan bazı gerçeklikler var, evimin önünde çocuk parkında insanlar siyah poşetlerin içine biralarını doldurup, anne ve bebeklerin arasında içiyorlar, sonra da rezalet çıkarıyorlar. Polise de şikâyet etmeme rağmen bunu 18 senedir yaşıyoruz. Sonunda kadınlar ve çocuklar o alanı terk etmek zorunda kaldı. Şimdi özgürlükten neyi anlıyoruz? Dünyanın her tarafında içki içmenin belli kaideleri var, Türkiye’de de kimse alkole ulaşamadığını söylemesin. Bahsedilen metroda uyarı hadisesi de bütün kamu alanlarında yaşanıyor. İnsanlar el ele tutuşabilir, sarılabilir ama bunun ötesinde ileri birtakım cinsel performansları zorla gözümüze sokmak ve mahremiyetini zorla gözümüze, kamuya dayatmak da şiddetin bir parçası.
‘Başbakan’ı artık tanıyamıyorum, ‘kucak’ konuşması korkunç’
- Peki, Başbakan'ın ağzından "Bir anne, babanın hoşuna gider mi kızının birinin kucağına oturması" cümlesini duyduğunuzda ne hissettiniz?
Korkunç. Kızlarım var ve bu cümleleri direkt kendime söylenmiş gibi hissettim. Başbakan’ı, özellikle Gezi Parkı'ndan beri, inanın, tanıyamıyorum. Kendi kişiliğiyle bağdaştıramayacağım kelimeler sarf etti. Gezi Parkı'ndaki gençlerle ilgili de. Tayyip Bey, Türkçe Olimpiyatları’nda altı yedi kez “bir tarafta şöyle gençler, bir tarafta böyle gençler” içerikli cümleler kurdu, üzücüydü. Taraflardan söz etmek barışa hizmet etmez. Evet, vandallık gördük, duvarlara yazılan hakaretler, küfürler gördük. Ama aynı gençliğin içinden birilerinin sprey boyaları alıp bütün bu küfürleri sildiklerini de gördük. O kötü dediğimiz gençliğin içinden insanlar Miraç Kandili’nde çok güzel bir atmosfer gerçekleştirdi.
‘Artık komşularımızın bize tencere tava çalmaması gerek’
Ancak Başbakan’ımızın da, ilk başta “Ne olursa olsun bu yapılacak” derken gösterdiği tavır sonrasında yaptığı açıklamada “Hukuk kararından olumsuz bir karar çıkarsa yapmayacağız, olumlu karar çıkarsa da halkın oyuna başvuracağız” dedi ve bence bu söylem kuşatıcı. Herkesin sesini duyduğunu gösteren olumlu bir yaklaşım. Bu söylendikten sonra hâlâ eylemleri devam ettireceğiz, denmemesi ve komşularımızın bize tencere tava çalıyor olmaması gerekiyor. Çünkü Gezi Parkı ve eylemcileri sonuç itibariyle duyuldu.
‘Başörtülü kadınların sesi hâlâ duyulmuyor'
Ancak başörtülü kadınların sesi hâlâ duyulmuyor. Neden üniversitelerde başörtülü bir kadın profesör yok? Mesleklerini icra edemiyorlar birçok dalda. Milyonlarca başörtülü kadın eğitim aldı, onlarcası mülteci gibi başka ülkelere gitti. Bu kadar eğitimli insan ne olacak? Beş on kadın marka giyiyor, kocasının adıyla var olmaya çalışıyor diye eşitlenmiş mi olduk? Aydınlardan en son Baskın Oran ve Ahmet İnsel'in yazılarını hatırlıyorum, geldikleri en demokratik nokta şuydu: Hizmet alabilirler, ama hizmet veremezler. Bugün itibariyle ne düşünüyorlar acaba? Başörtülü kadınların seçilme hakkının olmadığı bir ülkede yaşamak içlerine siniyor mu? Gezi Parkı için dünya çapında imza veren akademisyenleri geçtim, başörtülü kadınların hakikatine eğilmeye çalışmış biri olarak mesela Nilüfer Göle ve eşitlikçi akademisyenler imza toplayıp "Bu seçimlerde başörtülü kadınların da seçilme hakkının teslim edilmesini ve Meclis'e başörtülü kadınların katılmasını istiyoruz" demeyi düşünürler mi?
Bakın, Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili. Şu anda başımı örtmeden evvel yüzmeyi çok seven, eskrim yapan biri olarak ne eskrim yapacak, ne de yüzecek bir yer bulabiliyorum, ne de yüzecek bir tek deniz parçası. Dikenli, kayalı, deniz kestaneli yerler hariç tabii.
‘Başbakan olsam kadınlara kilometrelerce sahil verirdim’
- Başbakanlık makamında dişi bir Erdoğan olsa sizce başörtülü kadınlar üzerindeki bu sınırlandırmaların kalkışı hızlanır mıydı?
Kim ne derse desin bence hızlanırdı. Örneğin ben bir kadın başbakan olsaydım, kilometrelerce uzunlukta bir sahili kadınlara verirdim. Bu çok basit gözüküyor, ama çok önemli bir gösterge. Sadece Esenköy denilen ufacık bir yerde, duvarla çevrili bir sahil vardı kadınların girebileceği, ama iğne atsanız yere düşmezdi. Tamamen kayalık, ayaklarınızın kanatarak çıktığınız kötü bir sahildi. “En güzel kumsallar onların olsun, artık buraya da karışmazlar” dediğiniz yosunlu, kestaneli bir denizi bile çok gördüler. Jandarma tarafından yıkıldı. AK Parti iktidar, peki bir şey değişti mi? Hayır. Sadece üç beş tane, yıldızlı oteller açıldı, çok zengin ailelerin kadınları gittiler, orada da denize değil, havuza girebildiler. Ben bir havuzda yüzmek için neden Alanya'ya gideyim? Bence hâlâ Müslüman kadınların hayat tarzına müdahale var ve herkes bu durumu içine sindirdi artık. Dindar kadınların da sindirmesi bekleniyor.
‘Başbakanımız Gezi’deki gençler gibi bizi de azarladı’
- Kemalist iktidar yanlışlarını meşrulaştırma gayreti içinde olmadığımızı belirterek soralım; başörtülü kadınlara seçilme vaadinde bulunarak on seneyi aşkın süredir iktidar olan AKP’nin bu yasağı kaldırmaması sizce çelişki değil mi?
Bu iktidardan bunu talep ediyoruz. Hatta “Başörtülü aday yoksa oy da yok” diye bir kampanya yaptık. Başbakanımız tıpkı Gezi’deki gençler gibi bizi de azarladı ve susturdu. Kadınlar bundan dolayı aşırı derecede kırgın. Öte yandan başörtüsünün önündeki engellerin kaldırılması için yapılan düzenlemenin 411 oyla Meclis’ten geçtiğinde neler olduğunu gördük. Atılan “411 el kaosa kalktı” manşeti bizim için travmatikti. Arkasından da zaten kapatma davası açıldı.
Gezi Parkı’nda olanları da, AK Parti camiasını da tanıdığım için hakkaniyetli olmak zorunda hissediyorum, ama kesinlikle eşitlenme gerçekleşmiş değil. Ortada bir iktidar varmış gibi görünüyor ama 2011’e kadar AK Parti’nin muktedir olamadığını düşünüyorum, attığı her adım dirençle karşılandı. Ancak 2011’den sonra artık belli bir muktedirlik düzeyinde olduğunu gördük. Ama ustalık döneminde, Peygamberimize denilen “Eğer sen böyle insanları kıran, gönülleri yıkan şekilde konuşsaydın hiç kimse senin yanında olmazdı” ayetini düstur edinmesi gereken birinden insanları bir araya getirecek bir dil beklenirdi.
Ramazanoğlu’na göre Müslümanların büyük yanılgısı…
Ancak böyle konuştuğunuz zaman kendi camianızdan şöyle bir eleştiri alıyorsunuz: “Siz ne kadar romantiksiniz, tehlike geçmiş değil. Hâlâ hakkınız teslim edilmedi. Sanki her şey bitmiş, sıra bizim vicdanımızı ortaya koyup başka mağduriyetlere kapımızı açma noktasına gelmişiz gibi davranıyorsunuz.” Bence burada Müslümanların büyük yanılgısı şu: Hak ve adalet ödünç alınıp verilen bir şey değil. Bize yapılanlar ne olursa olsun, adaletin ne olduğunu göstermek zorundayız. Bize yapılanlara göz yumanlara dahi hak ve hukuklarını teslim etmek, sıkıntıları veya korkuları varsa onlara kulak kesilmek gerekiyor. Yarın bu insanlar, hakkımız hukukumuz tekrar çiğnenmeye başlandığında bize sahip çıkmayabilirler de. Bu benim sorunum değil. Çünkü benim inancımda adaletin koşulsuz olarak insanlara verilmesi var. Bu romantiklikse sonuna kadar romantiğim.
‘Topçu Kışlası’nı istemek zorunda kalan binlerce AK Partili var’
- Gezi Parkı'nın yeşil kalmasını savunup böyle bir bildirinin altına imza attıktan sonra İslami kesimden size gelen tepkiler nasıl oldu?
Destekleyenler, orada olanları anlamamız lazım, diyen insanlar var. Ağır bir Müslümana yakışmayacak tepkiler de var. Aslında ben Gezi Parkı katılımcısı değil, gözlemcisiyim. Gezi Parkı'nda oturup, aldığım kitapları sakin kafayla, hem de bedava tarafından, başıma dikilen kafe görevlisi baskısı olmadan okumak 25 yıllık alışkanlığım. Ve orada ne rezidans, ne müze istiyorum. Çünkü Taksim betona doymuş bir alan. "O projeye, betona ben de karşıyım, lakin ..." diyen ve sonrasında eylemlerdeki Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı nedeniyle "Yapılsın madem" diyerek kerhen Topçu Kışlası'nı istemek zorunda kalan binlerce partili var. Aslında hiç kimse istemiyor.
‘Müslüman kesimden gazeteciler korktu, Gezi’yi gitmeden analiz etmeye çalıştı’
- Emin misiniz; Başbakan Erdoğan, yaptırdıkları anketten yola çıkarak Topçu Kışlası'nın yapılmasının istendiğini söyledi.
Ben Topçu Kışlası'nı isteyen bir tane bile AK Partili ile karşılaşmadım. Ama artık istiyor musunuz, istemiyor musunuz sorusu doğrudan "Tayyip Erdoğan'ı istiyor musun, istemiyor musun" sorusuna dönüştü. Bu yüzden bu güç yarışı içinde özgür karar verilmesi çok zor. Eğer özgürce insanlar kahir ekseriyette "Topçu Kışlası yapılsın" diyenler varsa buna da katılırım. Ama istemeyenler seslerini duyuramıyor ki, “şer güçlerin” yanında yer alma korkusu var. Bir de insanların birçoğu gitmeden fikir beyan etti. Özellikle de bazı gazetecilerin böyle davranması hayret vericiydi.
- Kimleri kast ediyorsunuz?
O kadar çok var ki! Müslüman kesimden gazeteciler oraya gitmeden analiz etmeye çalıştılar. Gidip de destek veriyor gibi gözükmekten korktular. Hâlbuki Gezi Parkı'nda neler oluyor’u görmek için gelen yüzlerce insan vardı. Bundan bile kaçındılar. O gençler de bizim gençlerimiz, akrabalarımızın, komşularımızın çocukları. Bundan çekinecek ne vardı? O insanları silemeyiz ki.
‘İslami kesimde büyük bir mahalle baskısı var’
- Hüda Kaya, Mazlum-Der'in Gezi Parkı forumunda "Farklı fikirlere tahammül yok, mahalle baskısı hissediyorum" dedi. Bu, sizin deneyimlerinizle ne kadar örtüşen bir tespit?
Kesinlikle büyük bir mahalle baskısı var, çok hızlı bir şekilde sizi İslam dışı tanımlamaya çalışan insanlarla karşılaşıyorsunuz. Bu çok yıpratıcı. Mesela şu bildiriden sonra, bazı yerlerde rastladığım hakaretler, tehditkâr cümleler çok incitici. Çünkü herkes bu imza veren insanları ve mücadelelerini biliyor. 28 Şubat sürecinde büyük mücadelelerden geçmiş, elini taşın altına koymuş insanlar. Onlara hiç kimsenin dünkü çocuklarmış gibi ayar vermeye çalışmaya, hakaret etmeye, bizi dinin dışında kabul etmeye hakkı yok.
Onlar bizi kardeşlikten siliyor, ama biz onları kardeşlerimiz olarak görmeye devam ediyoruz. Mevcut gelişmeleri, insani ortaklaşmaları, dünyanın gidişatını daha geniş perspektiften yeterince algılayamadıklarını düşünüyorum. Örneğin, Irak'ın işgalinde 10 milyon insan aynı anda gösteri yaptı ve biz de bu koalisyonların bir parçasıydık. Buna karşı "Siz hâlâ gerçeklerin farkında değilsiniz. Bu Erdoğan'a karşı bir kalkışmaydı" denirse, ben de "Böyle bir kalkışma tabii ki var. Erdoğan'ı nefret söylemiyle bertaraf etmek istediler. Ama bir arada yaşamak tecrübesini, icraata yönelik eleştirileri, bizi zenginleştiren deneyim alanını da görelim” derim. Gerçi Gezi çok da benzemezlerin ortaklaşması değildi bel bağlanacak, kutsanacak kadar. Asıl bu deneyimi yaşatan “darbelere dur de” buluşmalarını organize eden Cengiz Algan’dı. Taş atan çocukların mağduriyeti için binlerce farklı insanı yakınlaştıran Mehmet Atak’tı. Bu tecrübe uzun yıllardır var zaten.
- Kudüs TV'ye Gezi eylemlerine dair "Müslümanların duruşunu önemsiyorum. Sürekli bir etki tepki içinden konuşmak yerine, bazı konularda neden aksiyon üretemediğimizi konuşmamız lazım” dediniz. Sizce İslami kesim, dindar muhafazakâr bir parti yönetimdeyken iktidarla nasıl bir imtihan verdi?
Ele edilen imkânları kaybetmemek adına iktidarların yanlışlarına göz yummak Müslümanca bir damar değil. Bir Müslüman'ın ilkelerinin olması ve bunların her koşulda müdafaa edilmesi lazım. Kurucularından olduğum Mazlum-Der'in temel ilkesi "Mazluma kimliği sorulmaz"dır. Eğer biz sürekli bizi yoldan çıkarmak isteyen düşünsel eğretilemelere aldanmadan adaleti takip edersek o zaman güçlü oluruz.
Müslümanlar olarak insanlarla hangi bazda ortaklaşacağımızı düşünmeliyiz. Bunu bir MÜSİAD üyesinin söylediği gibi Ferrari’ye binmek gibi tüketim noktasında mı yoksa eşitlikte, sadelikte, tevazuda mı yapacağız? Açıkçası kimin neye bindiği benim umurumda değil, insanlar kalbinde birinci önceliği vermeden bu imkânları kullanabilir. Ama ben dünyadaki küresel yoksulluğa, adaletsizliğe, iletişimsizliğe karşı duran cephede ortaklaşılabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden Amerika’daki Code Pink örgütünün, Türkiye’deki Küresel Barış ve Adalet Komisyonu’nun üyesiyim, Avrupa Sosyal Forumu’nu destekliyorum. “Başka bir dünya mümkün” diyen insanlara kulak verilmesi lazım. Gezi Parkı’nın çekirdeğindeki hissiyat buna öykünmeydi sanırım.
‘Gezi’de başörtülü kızlar emniyetteydi, ama...'
Gezi, Nabi Avcı’nın “Muhalefetin yıllarca uğraşıp başaramayacağı şeyi biz birkaç gün içinde başardık” sözüyle anlattığı gibi oldu. AK Parti her türlü toplumsal sınıfın bir şekilde devletin uyguladığı şiddete karşı bir araya getirdiği bir arenaya dönüştü. Hiçbir ortak noktası olmayan ulusalcı gençle BDP’li gencin yan yana gelmesine vesile oldu. Ve bu kişiler barış içinde yaşayabildi.
Gözlemim; Gezi Parkı başörtülü kızların huzur ve emniyet içinde oldukları, hiçbir tacize uğramadıkları veya yan bakılmadıkları bir yerdi. Öte yandan periferide yüzlerce başörtülü kadın da taciz edildi. Çocuklarım da kötü muameleye maruz kaldı, benim üzerime jeep sürüldü. Sayısız kötü deneyim yaşandı, ama Gezi Parkı içinde başka bir hava vardı.
- Sizin üzerinize nerede jeep sürüldü?
Bağdat Caddesi’ne yakın bir yerde 35 yaşlarında bir beyefendi üzerime ölümcül şekilde jeep sürdü. Kızım da Ankara’da çocuğuyla birlikte arabasının içindeyken bir grup arabayı sarstı, bayrak salladı. Kızım oradan çok zor çıktı, iki yaşındaki torunum gözyaşlarına boğuldu korkudan. Bu şartlar altında insanların endişelerini, kuşkularını yabana atmamak lazım. Yaralar sarılmış değil sanıldığı gibi, insanlar iktidara kim gelirse gelsin hakkaniyetle davranır düşüncesinde değil. Muhalefetteyken eski ayrımcılıkları harekete geçiyorsa, iktidara geldiğinde mesela CHP bize nasıl davranır acaba korkusu var. “İktidar el değiştirmiş gözükse de kamu kodlarını ellerinde tutanlar aynı” diye düşünülüyor. Görece eşitlik kesinlikle yerle bir olur, diye kaygılanan büyük bir kitle var. Bu yüz yıllık derin bir korku.
‘Müezzin, Gezi’nin en büyük kahramanlarından’
- Birkaç varsayım sorsak; sizce Başbakan’ın “Camiye ayakkabılarıyla giriyor" dediği gençler, camiye mücbir sebepten mi ayakkabılarıyla girdi yoksa saygısızlıktan mı?
Oradaki en doğru şeyi müezzin yaptı. O gençlere sahip çıktı. Kaldı ki o hengâmede yaralı insanlar can havliyle ayakkabıyla girmiş olabilirler camiye. Bunu o kadar da mevzu yapmaya gerek yok. Ama zannediyorum, siyasetin dili için bu kullanılabilir oldu. Bence müezzin Gezi meselesindeki en büyük kahramanlardan bir tanesi oldu.
‘AK Parti iktidarda olmasaydı, Gezi’de çadır açabilirdi’
- Sizce son 11 senedeki demokratik kazanımların ardından, bugün AKP iktidarda olmasaydı Gezi Parkı'nda çadır açan partilerden biri olur muydu?
Olabilirdi tabii ki, neden olmasın? Koşullar o kadar çok yer değiştiriyor ki. Gezi boyunca her sabah başka bir duyguyla kalktım. Bu söyleşiyi 10 gün önce yapsaydık, ilkesel duruşum değişmezdi ama başka şeyler de söyleyebilirdim. Komşularımızın hâlâ bize yaptıklarını görünce akşam 21.00'de konuşsak başka cümleler de sarf edebilirdim.
‘Başbakan biber gazı yemiş biri olsaydı …’
- Başbakan biber gazı yemiş biri olsaydı konuşmasında sizce yine "Biber gazı sıkmak polisimizin en doğal hakkıdır, polisimiz demokrasi sınavını geçti, daha da kuvvetlendireceğiz" der miydi?
Kesinlikle demezdi. Bunun nasıl onur kırıcı bir şey olduğunu görürdü en azından. Ben de çok yakından yedim, yanımda Ahmet Türk ve başka kişiler de vardı. Var oluşunuza kast eden biber gazının böcek gibi üzerinize sıkılması kabul edilemez. Ama zannediyorum, Sayın Başbakan meşruiyetini "Seçilmiş hükümet varsa, kamudaki düzeni de sağlamak zorunda, yoksa her gelen meydanları harap edecek, otobüsleri yakacak" söyleminden yola çıkarak kuruyor. Ama neresinden bakarsanız bakın, şiddet şiddeti doğurdu. Otellere kadar sığınmış insanların üzerine gaz sıkmak, kabul edilemez.
‘Divan Oteli’nin sahibi olsam kapıları sonuna kadar açardım’
- Divan Otel'in sahibi olsaydınız, siz de kapılarınızı açar mıydınız?
Sonuna kadar açardım. Nasıl açmam ki? Sebebi ne olursa olsun, yaralı insanlara kapısını açmayan bir insan düşünülemez. Ki açmayan bazı yerler olmuş...
- Koç ailesine "Otellerinde teröristlerle işbirliği yapandan hesabını soracağız" diyen Başbakan bu açıklamanız yüzünden sizden de hesap sormasın?
Sorabilir tabii. Zor durumda kalmış, yaralı insanlar evinizin kapısına gelirse onlara da kapınızı açarsınız ve tedavilerini sağlarsınız. Kapısı çalınan evim de olsa bunu yapardım, zaten eczacı olduğum için tedavilerine de hemen başlardım. Ama Koç suçlamalardaki gibi doğrudan bir organize içine girdiyse, iktidara karşı bir hareket örgütlemişse, tüm ihtiyaçları karşılamak gibi birtakım finansal imkânlar sağlıyorsa o ayrı bir konu. Ben bunu yaralı olanlar, gazdan kaçmak için sığınanlarla sınırlı olarak söylüyorum.
- Dolayısıyla siz, "Başbakan'ın söyledikleri yanlıştı, Koç ailesi yaralılara kapılarını açarak doğru yaptı" mı diyorsunuz?
Tabii ki. Yaralılara kapısını açmak ve tedavilerine meydan vermek bakımından bunu söylüyorum. Diğer ayrıntıları bilemeyeceğim.
‘İktidar çürütücü, eleştiri almıyorsanız, otoriterleşirsiniz’
- Bildirinizde de, bu söyleşide de temel ilkelerini belirttiğiniz “Müslüman ahlakı” ile Tayyip Erdoğan'ın Müslümanlık anlayışı sizce birbirine ne kadar paralel?
Paralel olduğunu düşünüyorum. Aynı söylemleri, aynı idealleri paylaştığımız bir insan. Tayyip Bey de siyasete ilk atıldığı günden itibaren bu ilkeleri takip etmiş bir siyasi. Ama iktidar çürütücü bir şey. Çok uzun süre iktidarda kaldığınız zaman, çok sağlam dostane eleştiriler de almıyorsanız, çevrenizdeki insanlar sözünü sakınıyorsa bir şekilde otoriterleşirsiniz. İktidar da kurumsallaşmak yerine bireyselleşiyorsa, her şeye tek bir lider karar veriyorsa bu tabii ki tehlikeli. Son tahlilde muhalif tavırlarımız darbe yanlılarının yanında yerini almak olarak gösterilemez, böyle davranmak kimsenin haddine değil.
Biz sivil örgütlerde vesayet rejiminden kurtulma, demokratikleşme, çevremizde olup bitenlere kayıtsız kalmama, şiddetten kaçınma gibi konularda ortaklaşıyoruz. Başbakan da bu ilkelerle yola çıkmıştır. Ama uzun yıllar iktidarda kalmanın ve onu her ne pahasına olursa olsun muhafaza etmenin duygusu başka bir şey. Biz oralarda olmadığımız için bu hissiyatı anlamıyorum.
‘Alkışlayan kalabalıklara güvenmemek lazım’
- Emek ve Adalet Platformu’nun metninden çıkan “kibir, zulüm, 28 Şubat hoyratlığı, Kemalist zihniyet benzerliği, devlet eliyle dağıtılan zenginlik” gibi keskin ifadelere rağmen siz bugün "AKP'den vazgeçmedik” diyor musunuz?
Kitlelere çok da güvenmemek lazım. Son derece kırılgandır alkışlayan kalabalıklar. Ben 80 kuşağından bir insanım, 12 Eylül'ü yaşadım. Seyirci olarak da değil, solculardan şiddet de gördüm üniversitede öğrenciyken. Tüm Türkiye tecrübelerinden sonra en ufak bir kutuplaşmaya tahammülüm yok, aşırı duyarlıyım. Artık herkeste bir parçamın olduğunu görüyorum. Başbakan’ın aşağılayan diline karşılık AK Parti kitlesine karşı o üstenci dilin entelektüel çevrelerde yeniden kurulduğunu da görüyorsunuz. Bu kötülük zinciri kırılmak zorunda.
Onları küçük gören, aşağılayan, oylarını daha değersiz gören bir zihniyet bu ülkede hâlâ yaşıyor. Topyekûn bir kitle olarak görülüyor AK Partililer, hâlbuki son derece entelektüel, inanılmaz birikimli, dünyada olup biten bütün tecrübeleri hazmetmiş nice insan var. Yeni bir dünyayla karşı karşıyayız ve insanları kutucuklara yerleştirme konforu artık yok. Herkes, kendi içinde de çoğulluk yaşıyor. Hâlâ başörtülü kadınları tek potaya sokmaya çalışıyorlar. Ama kızım benden çok farklı; kız kardeşim benden çok farklı. Dinlediğimiz müzikler, yediğimiz yemekler, kültür, yaşam biçimimiz... AK Partili seçmen son derece heterojen aslında. İzin verilmiyor ki (Julia) Kristeva’nın dediği içimizdeki çoğulluğu yaşayalım kimseye hesap vermeden, mahkûm edilmeden.
‘Cumhuriyet elitlerinin hatasını Müslümanlar yapmamalı’
- AKP, tabanındaki bu farklı veçheleri ne kadar fark ediyor?
Tam algılanamıyor. Şu anda bunun çatışması Müslümanların kendi arasında da yaşanıyor. Mesela birisinden şöyle bir mail alabiliyorum; "Genç kızlar şu an Viyana'da bir kafede oturuyor. Saray Bosna'dan tek başlarına yola çıkmışlar Avrupa’yı geziyorlar. Bunları nasıl kontrol altına alacağız?" Birilerini kontrol altına alabileceklerini düşünüyorlar. "Bir Müslüman şöyle olmalı" diye koydukları bir tarifi uygulamaya çalışıyorlar, ama bu tarif tüm deneyimleri içine alamadığından, meşruiyet alanını kendi dar zaviyesiyle sınırlı tuttuğundan işlemiyor. Cumhuriyet elitleri nasıl “cumhuriyet kadını” tanımı içine kimseyi, Nezihe Muhiddin’i, Halide Edip’i bile sığdıramıyorlardı, bugün de başörtülü kadın tarifi içine sığmıyor kadınlar. Laik kesimin bu daraltması nasıl ki insanlara "Yeter artık, biz daha geniş bir alana açılmak istiyoruz, biz o değiliz, bu değiliz, beni algıladıkça azaltma" dedirterek Tayyip Erdoğan'ın iktidarını getirdi, şimdi de Müslümanların bu tanımlamaların içine insanları sıkıştırmamaları lazım.
- Bu çeşitliliği kapsayan AKP tabanının ne kadarı Emek ve Adalet Platformu'nu veya bakışını destekliyor?
Bunu bilemiyoruz. Ama Türkiye'nin her tarafında Mazlum-Der ve Emek ve Adalet Platformu gibi oluşumların çevrelerinde yaşadıklarımıza eleştirel bir akılla bakabilen, laikçi politikaların yanı sıra İslam adına ortaya konulan performansları da masaya yatırabilen insanlar var.
‘Başörtülü kadınlar ‘biz neden molotof atmadık’ diyor’
- "12 Eylül 1980’den sonra başörtü yasağı geldiğinde babalar gelerek, arkadaşlarımı okullarından aldılar" demenize yol açan "ulu'l emre itaat" geleneği sizce Müslümanlar arasında bugün çatırdıyor mu? AKP iktidarı, Müslümanlar arasında sorgulamanın da güçlenmesine mi yol açtı?
Kesinlikle. Bence çok da iyi oldu. Uzun vadede Müslümanların nasıl politika yapacaklarına dair bir işaret bu. Şu anda geçmişe yönelik derin bir sorgulama yaşanıyor. Başörtülü kadınlar, genç kızlar şunu sorguluyorlar: "Biz neden katlandık? Bütün istikbalimiz elimizden alınırken, kamu alanından dışlanırken, toplumda aşağılanırken neden molotof atmadık, dükkânları indirmedik, itiraz etmedik?" Gezi Parkı bunu sorgulamaya yol açtı ve insanlar "Bunları biz neden yapmadık" diye soruyorlar; "Neden daha mülayim, sessiz gösterilerle yetindik?" diyorlar. Bu düşündürücü.
- Bu soruların yaratacağı sonuçlar ne?
Çok ürkütücü mektuplar da aldım. Şöyle diyenler var: "Bundan sonra başörtüme en ufak bir söz bile gelse, bodoslama saldırabilirim herkese. En ufak bir tacize izin vermeyeceğim.” Bu duyguların açığa çıkması asla barışa hizmet etmez, Gezi’deki eylemcilerin şiddeti de bu yönden açık bir dille kınanmak zorunda.
- Yıldız Hanım, bahsettikleriniz başörtülü kadınlar. İslamcı erkekler bu süreçte değişti mi? Yoksa Gezi Parkı, muhafazakâr kadınlar ve muhafazakâr erkekler arasındaki mesafenin biraz daha açılmasına mı yol açtı?
Kadınlar çok daha fazla şiddete ve hak ihlaline maruz kaldığı için hissiyattaki asimetri kaçınılmaz. Mesela üniversite final sınavlarında 45-50 yaş arasındaki kadınların sınavlara girdiğini gördük. Bunlar 15-20 sene önce hakları gasp edilmiş, hayatlarına el konulmuş kadınlar. Bunca zaman geçtikten sonra, artık hayatlarını bir düzene sokmuş, çocuk sahibi olmuş bu kadınların içlerinde ne kalmış ki 20 sene sonra bu sınavlara giriyorlar... O kadar çok arkadaşımız var ki.
‘Kadınlar bile başörtülü vekilin zamanı değil, diyor’
- Hayatlarına kadınlara kıyasla daha kolay devam edebilen muhafazakâr erkeklerin rolü var mı bu sessizlikte?
Aslında büyük gösteriler yapıldı, mücadeleler verildi, ama bir tevekkül de vardı çoğunlukta. "Başımıza bunlar geliyor ama Allah çok büyük, o görüyor. Zaman döner ve bu haklarımız verilir" diye düşünüldü. Ama kimse sizin hakkınızı kendiliğinden mücadele etmeden teslim etmiyor. Bakın şu anda bile Tayyip Bey, bu iddialarla geldiği halde el konan hakları tam olarak teslim edemiyor. Onun da çocukları, yakınları var. Ama hâlâ ortam gerilmesin noktasındayız. Kim takdir ediyor peki, sadece içselleştiriliyor, kanıksanıyor ayrımcılık. Çünkü ortamın gerginliğinden bu ülke neler kaybetti, bildiğimiz için şu anda AK Parti'de kadınlar bile “Aman gerek yok başörtülü milletvekiline, zamanı değil” diye düşünüyorlar.
- Peki sizin onca seneden sonra bu görüşü dinleme tahammülünüz var mı?
Hayır. "Yeri ve zamanı değil" cümlesi artık kesinlikle tahammülfersa bir cümle benim için. Genç nesiller de bunu kesinlikle duymak istemiyorlar. Barış olsun, çiçekler açsın, sonra dağdakiler insin derken bir kuşak daha atlayacak. Her şeyin yan yana eş zamanlı konuşulmasının zamanı geldi. Bizi üzen toplumu güvensiz kılan bütün başlıklar aynı anda konuşulabilir.
- Yıldız Hanım, söyleşiyi sonlandırmadan bildirinizdeki şu cümleleri hatırlatalım:
"Daha 15 yıl önce Müslümanları karalayan medyanın bütün memleketi nasıl ifsat ettiğini, nasıl iftiralar attığını unutmadık, değil mi? Bugün muhafazakâr ve merkez medya aynı haber dilini başkalarına karşı kullanıyor ve toplumun belli bir kesimini terörize ediyorsa dünden bugüne ne değişti?”
28 Şubat döneminin meşhur tabiriyle, "kartel medyası"yla bugünün muhafazakâr medyası arasındaki fark ne? Gezi Parkı süresince Yeni Şafak'ı, Sabah'ı, Star'ı okuduğunuzda ne hissettiniz
Basının dilinin birilerini mahkûm etmek, toptan karalamak üzere kurulması her zaman incitici. Daha eleştirel ve mesafeli yaklaşılabilirdi. Biraz korku yönetiyor yaklaşımları böyle durumlarda. Fakat en başta da bahsettiğimiz o korkular nedeniyle "ne olursa olsun öncelikle iktidarı muhafaza etmek" fikriyle her koşulda verilen destek iktidarın manevra alanını da daraltır.
‘AK Parti iktidarı ile medyanın ilişkisi hayal kırıklığı’
- Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, T24'e verdiği söyleşide Ergenekon davası sonlanmadan sanıkları mahkûm eden bazı haberler için "Muhafazakâr medya kendine ihanet ediyor, ilkelerini çiğniyor" demişti. Bugün, "Günaydın Gezi" başlığını, Mehmet Ali Alabora, Cem Boyner, İhsan Eliaçık gibi isimleri manşetten fotoğraflarıyla hedef gösteren haberleri düşündüğünüzde Kaplan'ın sözlerine katır mısınız?
Geçmiş bir türlü geçmediği için hep ona atıfta bulunuyorum. 28 Şubat süresince alışveriş yapılmayacaklara dair bir liste yayımlanmıştı, toplum kamplaştırılmıştı, iş dünyası dâhil her yer fişlenmişti. Şimdi bunların tekrarlanmaması lazım.
İçeride tutulan insanlar içinde aklanacak insanlar var, ama birileri ülkeyi darbelerle yönetmek için inanılmaz projeler yapmış, bu da var. Ancak, Devrimci Karargâh örgütüne yapılan baskınlar arasında arkadaşım Gülfer Akkaya'nın evine Tuncay Yılmaz’ı yakalamak üzere baskın yapıldı. Suçsuz olduğuna inanıyordum, zaten tahliye oldu. Kişilerin suçlu olup olmamasından bağımsız olarak ev baskınının nasıl adap dışı olduğunu yazdığım için inanılmaz tepkiler aldım. Aradığınız kişinin yanı sıra, yanındaki insanın da hayatını tarumar etmek ne kadar doğru? Bunlar bize yapıldığında birileri bize sahip çıkmadığı için ne kadar üzülmüştük. Bunu bizim yapmamamız lazım. Ne pahasına olursa olsun ben vicdanımı takip edeceğim.
- Seçilmesini "büyülü" sözüyle karşıladığınız AKP iktidarı ile medya ilişkisinin 28 Şubat'ı hatırlatır boyutta kalması sizin için hayal kırıklığı mı?
Benim için hayal kırıklığı tabii. Bir insanın elinden kalemini almak, senin istemediğin şeyleri yazıyor diye onun sesini kesmek bize yapıldığında ne kadar korkunçsa başkalarına yapıldığında da aynı şey. Nuray Mert’in, Ece Temelkuran'ın, Banu Güven'in, Ali Akel’in ve birçoklarının işlerinden olması son derece üzücü.
- Sizin yaptığınız muhasebeyi sizce muhafazakâr medya yapıyor mu?
Gazeteleri ayrıntılı takip edemiyorum doğrusu.
‘Der Spiegel’in Gezi ilgisi normal değil’
- Siz dünyayı yakından takip eden biri olarak, Başbakan'ın CNN'i, Reuters'ı komplonun parçası olarak tanımlaması, sizce ulusal medyanın uysallığından kaynaklanıyor olabilir mi?
Şu gerçek teslim edilmeli; dünyada İslamofobi var. Dünyanın seçkin medyası genelde bunun tarafı oldu ve Türkiye'deki İslami eğilimlerin etkisini azaltmak için gayretleri çok açık. Der Spiegel bir ek verecekmiş Gezi için ve Türkçe başlıkla çıkacak. Bu ilgi normal değil. Suriye’de binlerce insan ölürken Arapça bir ek ve başlıkla halka destek veriyorlar mı? Gerçekten sabıkalıdır birçoğu yanlı yayınlardan. ABD’nin Irak işgalinde kurulan dil hafızalarımızda. Hakkaniyetli yayınları, muhabirleri, yazarları, editörleri unutmayalım ama. Her türlü nefret nesnesi üretimine karşıyım. Batı basını diye bir hedef tahtası da koyamayız. AK Parti iktidarı çok güçlü olduğu ve ılımlı görüldüğü için iletişim kuruldu ama bence o kadar da çok istenen bir iktidar değil. Başkalarına kızmak yerine her kesimin dikotomiler yaratan dili bırakması lazım. Başbakan’ın asıl gençlik burada söylemi ne kadar rahatsız edici ve kutuplaştırıcıysa, meydan ve sokak gençliği ayrımıyla mitinglere katılanların daha az değerli olduğunu, özgürlüğüne daha az düşkün olduğunu ima eden dil de bir o kadar ayrıştırıcı.
- “İstenen bir iktidar değil” dediniz ancak başta Economist olmak üzere uluslararası medya yeri geldiğinde AKP'den desteğini esirgemedi.
Zaten iktidar-devlet çok masum da sürekli dış basın tarafından karalanıyor gibi bir durum yok. Tüm ülkelere baktığınızda masum olan bir tanesini göremezsiniz, ben de hiçbir ülkeyi aklayamam. New York'ta Code Pink’in yaptığı eyleme katılmıştım, Amerikalı bazı kadınların Iraklı kadınların haklarını savunurken nasıl yerlerde sürüklendiğine gözaltına alındığına şahit oldum. Bu bir tek Türkiye'de değil, aslında istemediği muhalif politik durumla karşı karşıya geldiğinde bütün devletler kafayı yiyor. Wall Street'te de devletin şiddete varan birtakım uygulamaları oldu. Hiçbiri kabul edilemez. Öte yandan insanlar yırtıcı küreselleşmeye karşı aşağıdan küreselleşiyor ve haksızlıklara karşı büyük bir ağ kısa zamanda kurulabiliyor bu da engellenemez. Yeni dünyada politika yapmak hiç de kolay değil. Fakat gelinen noktada hâlâ çatışma peşinde olan insanları ve Gezi’yle hiçbir ilgisi kalmamış bulunan darbe histerisi içindeki kalkışmaları da esefle kınıyorum.