T24 - Türkiye’de “merkez medya” şu son 10 yıla kadar hep “devletin merkezinin medyası” olageldi. Yüzünü toplumun “merkezine” değil de devlete dönmüş olan bu medya, toplumdaki dip akıntılarını ve toplumsal talepleri saptayıp aktarmaktan ibaret olan merkezî görevinin tam tersini yaptı hep: Devletin topluma ilişkin tasavvurlarını ve o tasavvurlardan neşet eden taleplerini topluma dikte etmenin bir aracı olarak işlev gördü.
Son yıllarda ise, bu sözde merkez gazeteciliğinin yanında, onunla kıyaslandığında çok daha “sivil” yeni bir gazetecilik anlayışı çıktı ortaya. Fakat bu yeni anlayış, bağrında eskinin tortularını da barındırıyordu. Mesela “sivil”liği siyasi bir sivillikle sınırlıydı, toplumsal sivilliğin doğal sonuçları (grevler, toplumsal direnişler, azınlık hareketleri vb.) onda hâlâ bir alerji yaratıyordu. Bu yeni medya, devletin (bürokrasinin) sivil siyasete müdahalesine samimiyetle karşıydı ama, toplumun bir aktör olarak siyasete karışmasından da fazla hazzetmiyordu.
Bunun doğal bir sonucu olarak, bu gazetecilik (de) mesaisini aslen siyasi figürler (kişiler ve partiler) üzerinden yürütüyor, toplumsal aktörler ilgi alanına nadiren giriyor.
Böyle düşünen bir gazeteci olarak, Türkiye’nin en önemli meselesini toplumsal figürler ve aktörler üzerinden tartışmaya açan Selin Ongun’un T24’teki “Güneydoğu’da neler oluyor” dizisi beni doğal olarak çok heyecanlandırmış, bu heyecanımı geçen yazımda sizlerle paylaşmıştım. Yine o yazıda, bugünkü yazımın konusunu da belirlemiştim: “Bu dizinin en önemli yanlarından biri olan, PKK ile bölgedeki İslami yapılanmaları kapıştırma çabaları...”
“İllegaliteye çekilmek isteniyoruz”
Bu, benim her zaman yüreğim ağzımda izlediğim konulardan biri... Dizideki, gerek “Fethullah Gülen hareketini ve PKK’yı çok iyi tanıyan” ismi açıklanmayan kişinin; gerek bir “Gülen okulu müdürü”nün; gerekse de eski Hizbullah’ın dayandığı toplumsal kesime dayanan, fakat şiddeti reddeden Mustazaflarla Dayanışma Derneği (Mustazafder) Başkanı Hüseyin Yılmaz’ın sözleri, bölgede meselenin birileri tarafından kaşındığını bir kez daha gösterdi.
Dizide “Gülen okulu müdürü” olarak geçen kişi şöyle diyor:
“Şimdi burada şöyle şeyler de konuşuluyor; PKK tarafından ciddi tehdit alan Gülen cemaati mensuplarının, Emniyet’ten yardım istediği, ancak Emniyet’in onlara ‘Silah taşıyın’ önerisinde bulunduğunu biliyoruz. Akıl yürütelim; bir cemaat üyesi kendini korumak için silah taşırsa ve herhangi bir sıkıntılı durum anında bu silahı kullanırsa, ne olur? Türkiye ayağa kalkar; ‘Fethullahçılar adam öldürdü’ olur. Ve hareketin ‘illegal bir ağa’ oturtulmasına zemin açılabilir. (...)
Tabii bölgede oynanan oyunlar çok hassas, ince ayarlı işler. Bölgede MOSSAD olsun, değişik dış kaynaklar olsun; cirit atıyorlar. Fakat Hizbullah ve PKK’yı direkt karşı karşıya getirecek, vuruşturacak ortam daha oluşmadı. Ama oluşursa birbirlerini yerler.”
Mustazafder Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz da aynı kaygıyı paylaşıyor:
“Son olarak Adana’da büromuz kurşunlandı. Bu saldırılara en sonunda silahla cevap verirsek ne olur; illegaliteye çekilmek isteniyoruz.”
2006’da 130 bin kişilik miting
Beni asıl endişeye sevk eden, Hüseyin Yılmaz’ın “illegaliteye çekilmek isteniyoruz” sözleri oldu. Mustazafder, 2006’dan beri yapıyor bu uyarıyı. O zamandan bu yana hiçbir zaman silahla ilişkilendirilemedi, fakat buna rağmen geçtiğimiz bahar aylarında dernek kapatıldı.
Mustazaflar, ilk olarak 2006’nın bahar aylarında 130 bin kişilik bir mitingle çıktılar ortaya. Tabii, bizim medyamız süreçlere ancak nihai noktalarına yaklaşırken dâhil olduğu; süreçler ancak kendi hakikatlerini gözümüzün içine sokunca meseleye “uyandığı” için, Diyarbakır’daki o devasa mitingi de “n’oluyo ya!” şaşkınlığıyla karşıladı... Karşıladı da ne oldu? Bir-iki günlük bir ilginin ardından oralarda neler olup bittiğiyle zerrece ilgilenmedi.
O tarihlerde biz Nokta dergisinin hazırlıklarına başlamıştık. Kafamızda yayına esaslı bir dosya ile başlama fikri vardı. Benim aklıma, Hizbullah’ın 2000’deki çöküşünden sonra “birdenbire” ortaya çıkan kitlesel İslamcı hareketi irdelemek geldi. Çalışmalara başladık, ne yalan söyleyeyim, bir yandan da dosyanın elimizde patlamasından korkmuyor değildik. Tamam, biliyorduk medyamızın bu işlerle uğraşmayı sevmediğini ama, yine de korkuyorduk işte.
Nokta, ikinci sayısında (Kasım, 2006) bu dosyayı kapak haberi olarak işledi. “Kürt İslamcılığında yeraltı dönemi bitti” başlıklı haber, medyanın meseleye ilgisizliğini eleştiren şu cümlelerle başlıyordu:
Seküler Kürt milliyetçileri dindarlara karşı
“Danimarka’da yayımlanan ve büyük tepkiye yol açan Hz. Muhammed karikatürlerine karşı 16 Nisan 2006’da da Diyarbakır’daki ‘Hazreti Muhammed’e Saygı’ mitinginde biraraya gelen 130 bin kişi, ‘Kuran-ı Kerim Ziyafetleri’, ‘Kutlu Doğum Haftası’ ve Filistin mitingindeki coşkulu kalabalıklar, aslında medyanın ilgisini Güneydoğu’ya çekmeye yeter de artardı bile. Ama bugüne kadar Neşe Düzel’in Haşim Haşimi ve Hatip Dicle söyleşileri dışında, basında ne bir habere, ne de bir yoruma rastlandı. ‘İrtica’ haberlerinin 28 Şubat dönemini hatırlatırcasına arttığı son günlerde bile, konu Türkiye medyasının ilgi alanına giremedi.
“Nokta olarak, bu ‘boşluğu’ doldurmak amacıyla, 10 uzun gün Güneydoğu’yu dolaştık; derneklerle ve öne çıkmış isimlerle konuştuk, sorduk, soruşturduk. Gördüğümüz, yüzlerce dernek-vakıf çatısı altında örgütlenmiş, ilahi korolarından aylık dergilere kadar pek çok iletişim aracına sahip, yoksullara yardımdan fuhuş ve uyuşturucuyla mücadeleye kadar son derece zengin bir yelpazede faaliyet gösteren bir İslami STK’lar topluluğuydu. Bunun karşısında ise kitlelerle bağının zayıflıyor olduğunu itiraf etmekten çekinmeyen ve bu İslami STK’ları kendileri için tehdit olarak gören seküler Kürt milliyetçileri ile özellikle DTP çevresi var.”
“Yeraltı İslamı”nı içten içe istiyorlar mı?
Nokta’nın haberi bir yandan “şiddetten arınmış bir İslami hareket”e dair iyimser şeyler söylerken, öbür yandan, günümüzde artarak devam eden çok ciddi kuşkuları dile getiriyordu...
Mesela, o zamanlar Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Diyarbakır İl Başkanı olan Abdurrahman Kurt (şimdi milletvekili) yeni gelişmeyi şöyle tanımlıyordu: “Demokratik süreç geliştikçe, bu kesimler de kendilerini herkes gibi sivil toplum örgütleri çerçevesinde ifade etmeye başladı. Bundan önce ise bu bölgede yeraltı örgütlenmeleri dışında kimseye hayat hakkı tanınmıyordu. Mesele aslında bundan ibaret...”
Abdurrahman Kurt, bir yandan da, devletin bu yeni “irade” karşısında eski usul “bastırma” refleksleri göstermesi durumunda, onların da eski usul yöntemlere geri dönmeleri ihtimalinden söz ediyordu.
Saadet Partisi’ne yakın Anadolu Gençlik’in Diyarbakır Tanıtım Başkanı Selahattin Özer de şöyle demişti: “Geçmişteki şiddet ortamında kendi içine kapanan İslami çevreler artık kendisini dernekler düzeyinde ifade ediyor. Tabii bakalım devlet buna ne kadar müsaade edecek. Devlet halka barışçıl şekilde yaklaşırsa kimse illegal bir yapıya kaymaz. Ama tersi olursa yine yeraltı dönemi başlar.”
Yukarıda da dediğim gibi, o zamandan bu yana, bölgede faaliyet gösteren hiçbir İslami örgütün “silahlı mücadele”yle bağlantısı kurulamadı. Hiç şüphesiz, doğrudan doğruya demokratik gelişmenin bir sonucuydu bu. Hizbullah gerçeğini yaşamış bir ülkede, medyanın bu gelişmeyi önemsemesi, irdelemesi ve yüreklendirmesi gerekirdi; fakat öyle olmadı.
Benim gördüğüm kadarıyla “merkez” medya, bölgedeki İslamcı hareketin, çok yanlı kışkırtmaların etkisiyle eline yeniden silah alabilme ihtimalinden hiçbir rahatsızlık duymuyor. Hatta zaman zaman bunu içten içe istiyor olabileceğini dahi düşünüyorum.
Fakat hiç kuşkunuz olmasın: Yarın öbür gün bu ihtimal gerçekleştiğinde, medyamız “halkın haber alma hakkı”nı hatırlayacak ve bölgeyi muhasara altına alacaktır.
Allah göstermesin, böyle bir durumda manşetleri şimdiden tahmin edebiliyorum.
Alper Görmüş'ün Taraf gazetesinde bugün (28 Eylül 2010) yayımlanan yazısı...