Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler, İslamcı kesimin Kürt meselesine ilişkin ortak bir söylem geliştiremediğine dikkat çekerek “Bu yola Kürtlerle birlikte çıktık. Ortak bir davayı birlikte sırtlandık. Şimdi geldiğimiz noktada ise onları yalnız bıraktığımız duygusu uyandıracak her söylem ve hareket hem Türkiye'nin hem de Ak Parti'nin aleyhine olur” değerlendirmesinde bulundu.
"Yeni bir seçim kararının alındığı bugünlerde “Müslüman Kürtler“ olarak ayrıştırılan Kürtleri 'mümin ferasetiyle' daha çok dinlemek gerektiğine inanıyorum" ifadelerini kullanan Böhürler "Ak Parti eğer etnik milliyetçiliği kırmızı çizgisi olarak belirlemiş ve bunu defalarca bizzat kurucu başkanı Erdoğan'ın ağzından dillendirmişse, bunun gereğini yapmalı. Kürdü- Türkü ayırmayan bakış açısına, dil ve söylemiyle sahip çıkmalı. Kısaca, Ak Parti kendine dönmeli. Terör olayları, iç güvenlik ve örgütle mücadele ise bundan bağımsız ele alınmalı" dedi.
Ayşe Böhürler’in Yeni Şafak gazetesinde “Kürtleri dinlerken” başlığıyla yayımlanan (22 Ağustos 2015) yazısı şöyle:
***
Ak Parti Türkiye'nin bölünmesinin önünde gerçek bir sigortadır. Ancak bir mümin adil olmalıdır, dindar Kürtler de bunu bekliyor. Her birimiz Ak Parti'yi yönetenlerden bunu bekliyoruz. Geçenlerde Kürt kökenli İslamcı bir büyüğümle uzun bir sohbet gerçekleştirdik. İslamcı kesimin (Milli Görüş dışında) içinden gelenlerden birisiydi. Yıllar önce tartıştıklarımızı bu vesileyle bir kez daha hatırladık. Ve aslında bugün 'hop oturup hop kalktığımız' birçok mevzuyu geçmişte kendi aramızda tartıştığımızı ama olgunlaştıramadığımızı fark ettik. Aynı olduğunu zannettiğimiz ancak ortak ve 'İslami' bir bakış açısı geliştiremediğimiz o kadar çok 'mesele' olmuş ki!
O günlerde boş bıraktığımız her boşluğu her birimiz 'kendimizce' doldurmuşuz. Ve bunu ortak fikrimiz zannetmişiz!
Doldurduğumuz boşlukların birbirine hiç uymadığını ise zaman bize acı tecrübelerle gösterdi. Aynı düşündüğünü farz etmeye ilişkin hayalciliğimiz ise sadece Türkiye meseleleri için değil, tüm İslami konular için geçerli. Tarihin önümüze çıkarttığı sınavlarda 'birbirimize' ve 'kendimize' hayret ederek yaşadık. Bugün de böyle bir sınavın içindeyiz.
İslami kesimin tartışmalarında boş bırakıp herkesin kendince doldurduğu başlıkların başında 'Kürt meselesi' geliyor. Bu boşlukların “ortak” bir yaklaşım gibi sunulamayacak kadar birbirinden uzak olduğunu bu meselede bir kez daha gördük.
Bu yola onlarla birlikte çıktık. Ortak bir davayı birlikte sırtlandık. Şimdi geldiğimiz noktada ise onları yalnız bıraktığımız duygusu uyandıracak her söylem ve hareket hem Türkiye'nin hem de Ak Parti'nin aleyhine olur.
Bu sohbet vesilesiyle o günlere yeniden döndüm, kendi aramızda yaptığımız tartışmalara baktım. Hatıralar bir tarafa, arşivlerimiz bugünkünden çok daha seviyeli ve derin tartışmaları o günlerde yapabildiğimizi ortaya koyuyor. Geçmiş nostaljisi yapmak istemiyorum. Ancak yeni bir seçim kararının alındığı bugünlerde “Müslüman Kürtler“ olarak ayrıştırılan (ki bu ayrıştırmayı yanlış buluyorum) Kürtleri “mümin ferasetiyle” daha çok dinlemek gerektiğine inanıyorum. Ak Parti eğer etnik milliyetçiliği kırmızı çizgisi olarak belirlemiş ve bunu defalarca bizzat kurucu başkanı Erdoğan'ın ağzından dillendirmişse, bunun gereğini yapmalı. Kürdü- Türkü ayırmayan bakış açısına, dil ve söylemiyle sahip çıkmalı. Kısaca, Ak Parti kendine dönmeli. Terör olayları, iç güvenlik ve örgütle mücadele ise bundan bağımsız ele alınmalı.
…
Diyor ki “Eskiden Türkiye'deki İslami kesimin üzerindeki baskıyı kaldırmak üzere Türk-Kürt ayırt etmeden birlikte mücadele ettik. O zamanlar kimse 'Müslüman Kürtler” demiyordu. Şimdi bizi ayrıştırıp “Müslüman Kürtler Ak Parti'yi terk etti” diyorlar. Bugün gelinen noktada onların kendi Türk kimliklerinin altını çizip bizi ayrıştırmaları büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Böyle yaparak Ak Parti oylarının artacağı iddiası ise tehlikelidir. Bu konuda bizi hiç dinlemiyorlar. Kürtlerle devletin maçı büyük risk taşıyor. Biz HDP'ye oy vermiş olan Kürtleri rencide ederek PKK'nın safına itmeyelim. Türklerin de Kürtlerin de kaderi uzlaşmaya ve anlaşmaya bağlı.”
Sohbet esnasında bir kez daha gördüm ki “dil yarasına” sebep olacak çok şey söylemişiz.
Bölgeden kiminle konuşursak konuşalım aynı şeyi söylüyor. “Kürt halkı PKK'nın elinde tutsak. Bölgede siyaset yapanları tehdit ediyorlar, hem para istiyorlar hem de siyaseti bırakın diyorlar. Adam orada yaşayamaz hale geliyor. Dükkanı, arabası, malları yakılıyor. Binlerce iş adamı-esnaf, onlar tarafından dağa götürülüyor, ceza kesiliyor, aylık vergiye bağlanıyor. Büyük şehirlerde olanların da bölgede yakınları var, onlar aynı şekilde korkutuluyor.”
Tüm bunların 'şiddet'i kullanmadan çözümü ve bir çıkış yolu mutlaka vardır.
'Bir dakika buna inanmıyorum'
Gerçekten gazetecilik yapmak istiyorsak, iç meselelerimiz dahil coğrafyamızda olan bitenlere bir bütün olarak sorgulayıcı bir gözle bakmamız gerekiyor. Robert Fisk'le yapılmış bir röportajda dikkatimi çeken bir notu paylaşmak istedim.
“Gazeteciler, resmî yetkililerin, bakanların ve polislerin söylediklerine fazlaca inanıyor. “Dur bir dakika, bu doğru mu?” demektense, inanıyorlar. Amira Hass, Haaretz gazetesinde çalışan harika bir gazeteci ve yakın bir arkadaşımdır, her zaman “Dış haberler muhabirinin birinci görevi, güç merkezlerini gözlemektir” der. Ve gözlemek derken kastettiği, onları kartal gibi takip etmektir. Fakat bunu yapmıyoruz. Biz gazeteciler genelde oturuyor ve Dışişleri Bakanı bunu söyledi, IŞİD şu videoyu yayınladı, John Kerry şunu söyledi diyoruz. Bu, farklı seslerin farklı bölümleri söylediği bir operaya benziyor. İzleyici de bunu beğenir ya da beğenmez. Ama asıl gazetecilik görevi “Bir dakika, buna inanmıyorum” demektir.”