Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, laikliğin, kritik zamanlarda sopa olarak kullanılan bir pranga olduğunu iddia ederek "Bu yazıyı, linç edileceğimi bile bile yazıyorum. Hiç kimsenin, söyleneni anlamak ve üzerinde düşünmek gibi bir derdi yok. 'Vurun abalıya' ilkelliği tek geçer akçe hâlâ" görüşünü dile getirdi.
Yusuf Kaplan'ın "Laiklik dogması ve sopası…" başlığıyla yayımlanan (21 Ağustos 2017) yazısı şöyle:
Bu toplumun tuhaf bir sorunu var: Laiklik.
Hiçbir şekilde tartışılamayan, kritik zamanlarda, sopa olarak kullanılan bir pranga bu.
Toplumu germek için kullanılan bir “maşa”!
Son haftalarda, Atatürk heykellerine yapılan saçma sapan saldırılarla, insanların giyim-kuşamlarına türlü tuhaf müdahalelerle yeniden hortlatılmaya çalışılıyor laiklik…
Yeter, diyorum.
Bu yazıyı, linç edileceğimi bile bile yazıyorum. Hiç kimsenin, söyleneni anlamak ve üzerinde düşünmek gibi bir derdi yok. “Vurun abalıya!” ilkelliği tek geçer akçe hâlâ!
Ama bu yazı yazılmalı.
Tarih bilinci olmazsa, yapay sorunlar toplumu gerer ve hakikati linç eder
Çağımızın en parlak düşünürü Heidegger, “Tarih, olmuş bitmiş bir hâdiseler yığını değildir. Bitmez” der.
Tarih bitmiştir, diyenler, aslında farkında olmadan, kendilerinin bittiğini itiraf ederler.
Tarih dinamiktir, statik değildir; durmaz, durmadan akar…
İnsan da irade sahibi bir varlıktır; hem tarihi yapar hem tarihe bakar hem de tarihle akar…
Tarih, insanlığın canlı hafızasıdır. Hafızasını yitiren insan, nasıl eşyayı, insanları ve dünyayı tanımakta ve tanımlamakta zorlanırsa, tarih bilincini yitiren toplumlar da, yaşadıkları sorunları anlamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta zorlanırlar. Sürgit yalpalarlar… Ve sürgit dünyaya bir çocuk gibi bakarlar, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırlar. Türkiye, böyle bir ülke. Tarih bilinci linç edildiği için, en temel varoluşsal sorunlarını bile anlamakta ve anlamlandırmakta çok zorlanıyor.
O yüzden önce yapay olarak icat edilen, sonra çeşitli şekillerde dayatılan, sonra da zamanla kaçınılmaz olarak gerçeğe dönüştürülen sahte sorunlarla boğuşup duruyor yüzyıldır…
O yüzden yerinde sayıyor: Yüzyıl önceki sorunları tekrar tekrar yaşayıp duruyor. Bunun en son ama traji-komik örneği müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi sorunu etrafında yaşanan tuhaf tartışmalar. Tartışmaların odak noktası, tam yüzyıl önce başladığımız yer: Laikliğin altı oyuluyor, diye feryat-figan ediliyor…
Sekülerlik ve laiklik kavramları, elbette ki, farklılıkları olan kavramlar. Dağıtmamak için, konuyu, laiklik kavramı üzerinden sürdürmek istiyorum.
Batı'da laikliğin uzun ve kanlı bir tarihi var
Batı’da laikliğin uzun, uzun olduğu kadar da kanlı bir tarihi var. Batı toplumlarının, modernliğe geçiş sürecinde sekülerleşmeye / laikliğe ihtiyaçları vardı. Kilise Hıristiyanlığı, insan iradesini yok sayıyor, insanın özgürlüğünü ipotek altına alıyordu.
İslâm medeniyetinin, dört bir taraftan Avrupa’nın içlerine kadar yayılan meydan okumasına, Kilise Hıristiyanlığı’nın, insanı, aklını, özgürlüğünü hiçe sayan donmuş dünyasından yola çıkarak hem ayakta durması hem de bu meydan okumaya cevap üretmesi mümkün değildi.
O yüzden insan aklını, özgür iradesini keşfedebilmesi, Batılıların, İslâm medeniyetiyle girdikleri temas neticesinde mümkün olabilmişti: İslâm medeniyeti, modernleri doğurmuş, Batı’yı tarihe kışkırtmıştı.
Modernler, ancak Kilise’den kurtuldukları zaman, İslâm’ın geliştirdiği meydan okuma karşısında yok olmaktan kurtulabileceklerini farketmişlerdi.
O yüzden Batılılar, modernliğe geçiş sürecinde, Grek düşüncesini, Müslümanlardan öğrendiler -Arapça eserlerden.
Batılılar, Grek düşüncesiyle daha önce de ilişkiye geçmişlerdi İskenderiye’de.
Sonuç, tam anlamıyla fiyasko oldu: Grek düşüncesi, Hıristiyanlığı yuttu. Paganlaştırdı.
Ama Müslümanlar, Grek düşüncesiyle, Batılılardan / Hıristiyanlardan altı asır sonra irtibata geçtiler ama Hıristiyanlık gibi Grek düşüncesi tarafından yutulmadılar!
Grek düşüncesiyle, yani kendi felsefî kökleriyle, ancak Müslümanların yardımıyla irtibata geçebildiler Batılılar!