Mehmet Altan*
Siyasal iktidarın “yargı darbesi” birinci ayını geride bıraktı.
25 Aralık 2013 günü İstanbul'da 28 kamu ihalesinde tam 100 milyar dolarlık yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla Savcı Muammer Akkaş tarafından başlatılan soruşturmadaki gözaltı ve arama emirleri polis tarafından hala yerine getirilmedi.
O gün başlayan yargı darbesi daha sonra genişleyerek derinleşti.
Adalet Bakanı başta olmak üzere, Adalet Bakanı Müsteşarı, İzmir Valisi ve Emniyet Müdürü’nün İzmir’deki liman işletmesi yolsuzluk soruşturmasına yaptıkları müdahalenin ses kayıtları ortaya saçıldı.
Ayrıca,İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı özel soruşturma bürosu tarafından Adalet Bakanı Bekir Bozdağ hakkında bağımsız yargıyı etkileme suçlamasıyla fezleke düzenlendi.
14 Ocak’ta Adalet Bakanlığı’na gönderilen fezlekede, liman işletmesi soruşturmasında savcıya ve Emniyet’e müdahale edildiği, bunun bizzat müsteşar ve bakan tarafından yapıldığı, Bakan Bozdağ’ın “yargı görevini etkilemeye teşebbüs suçunu” işlediği belirtilmekte.
Mahkeme emrini dinlemeyen polis, savcıya baskı yapan bakanla müsteşar...
Sadece bunlar da değil…
İstanbul İtfaiyesi’ne yönelik yolsuzluk soruşturması da siyasal iktidar tarafından engellendi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili’nin bilgi ve talimatıyla yürütülen soruşturma dosyası ile ilgili operasyon emri, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından yine yerine getirilmedi.
Siyasal iktidar yargının emirlerine karşı gelerek yargıyı tümüyle devre dışı bıraktı... Yargıyı da, devletide çökertti.
Hırsızın özgür, yargının esir olduğu bir “cangıl düzeni” kuruldu.
Hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını “yargı darbesi” ile engelleyen siyasal iktidar,her türlü denetimden yeni suçlar işleyerek kaçmakla kalmıyor,hırsızlık iddialarını kovalayan savcıları,hakimleri,polisleri “çete” olmakla suçluyor.
Ortaya hiçbir kanıt koymadan, bu “çetenin” yapısını belgelemeden, bu “çeteyi” adalete teslim etmeden, sadece “çete var” diyerek yargının emirlerine karşı gelen, kendisi hakkındaki hırsızlık ve yolsuzluk suçlamalarının soruşturulmasını engelleyen bir “güç” var karşımızda.
Yolsuzluğun kanıtlarını, ayakkabı kutularını, milyonlarca dolarları, yatak odalarındaki kasaları gördük ama bunların soruşturulması fiilen yasaklandı.
O zaman şu soruyu sormak hepimizin hakkı:
Ya “çete” yürütmenin içindeyse? Ya siyasal iktidar çeteleşerek ülkeyi soyuyor ve “çete var” diye bağırarak bunun araştırılmasını engelliyorsa?
Daha da beteri, ya “çeteler” hem yargıda hem yürütmede varsa ne olacak?Bu çetelerin varlığından, bu soygunlardan kim sorumlu tutulacak?
On iki yıldır iktidarda olan güçten başka kimi sorumlu tutabiliriz bu çetelerden?
Yargıda “çete” varsa bunun örgütlenmesine izin veren, “ne istediler de vermedik” diyen iktidardan başka kim olabilir?
Yargıda “çete” varsa onun suç ortağı, hırsızlıkları gerçekleştiren siyasi iktidardan başkası olabilir mi?
Peki devlet içinde “çete” kurmak suç değil mi? Çetenin suç ortaklığı suç değil mi? Hırsızlık suç değil mi?
Yargılanmayacak mı bu suçlar?
Siyasal iktidarın, hem var olduğunu iddia ettiği “yargı çetesinin” suç ortaklığından, hem de hırsızlıklardan yargılanması gerekmiyor mu?
“Gerekmiyor” diyen varsa, neden gerekmediğini hukuken ve mantıken açıklayabilecek mi?
Yoksa “güç bizde yargılatmayacağız” mı diyecekler?
Öyle diyorlar ve öyle diyerek yeni bir suç daha işliyorlar.
Yargılanması gereken, hukuken yargılanmaktan kurtulması mümkün gözükmeyen siyasal iktidar birdenbire “milli ordumuza kurulan kumpas kuruldu” diye haykırmaya başladı.
Mart 2003 ayında 1. Ordu Komutanlığı'nda dönemin Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini devirmek için hazırlanan askerî darbe planı Balyoz’u ve 2000'li yıllarda Türkiye'de faaliyet gösteren gizli silahlı örgüt Ergenekon’u aklama gayreti içindeler.
Neden birdenbire böyle bağırmaya başladılar? Bu “Balyoz ve Ergenekon aşkı” nereden çıktı?
Nereden çıkacak, “yargılanma korkusundan çıktı.Yargılanacaklarını biliyorlar, hukuken yargılanmamaları mümkün değil, onun için hukuku yok eden bir yapıya ihtiyaçları var.
Bu yapıyı nasıl oluşturacaklar?
Darbecilerle, eski “derin devletle”, Ergenekon’un mimarlarıyla iş tutarak, yargıyı devre dışı bırakan bir “olağanüstü hal” oluşturmaya çabalıyorlar.
Birdenbire artan “vatan hainliği” suçlamalarının böyle sıklaşması tesadüf değil. Savcılardan polislere, işadamlarından genç göstericilere, tiyatroculardan yazarlara, iktidarı eleştiren herkesi “vatan hainliğiyle” suçlayarak, “vatanseverliği” AKP yandaşlığıyla özdeşleştirerek, yargıyla birlikte her türlü eleştiriyi de ezecek bir ortam hazırlama uğraşı içindeler.
Paşaların yargılanmasını başbakanın iznine bağlayarak, subayların maaşlarını artırarak, darbecileri salıvererek, Ergenekon’un sırtını sıvazlayarak orduyu yanlarına çekmeye uğraşıyorlar.
Yargıyı yok etmek için her zaman silaha ihtiyaç vardır, o silahı arıyorlar.
Olabilecek en tehlikeli işi yapıyorlar.
Ankara, askerlerle koalisyona girmeyi kurnazlık sanan bir çok siyasetçinin siyasal mezarlığı halindedir.
Süleyman Demirel rejimi demokratikleştirmek yerine,askeri statükoyu korumanın, orduyla işbirliği yaparak iktidarını pekiştirme hayalleri kurmanın bedelini defalarca devrilerek ödedi.
Keza Erbakan…Susurluk’a “fasa fiso” diyerek derin devletle kolkola girme kurnazlığı 28 Şubat’ı getirdi.
Orduyla işbirliği yaparak ülkeyi yönetme hesapları her zaman darbeyle sonuçlandı.
Her zaman da darbeyle sonuçlanır.
Hukukun dışına çıkarsanız, meşru güçler dışındaki güçleri siyasete sokarsanız, suç işlerseniz, hukuku yok edersiniz, ülkeyi hukuksuz bir yönetime mahkum edersiniz.
Eğer ülke “hukuksuzlukla” yönetilecekse, yalnızca “güçlü” olanın sözü geçecekse, meşruiyetin temeli hukukta aranmayacaksa, o zaman “en güçlü” olan iktidarı alır.
En güçlü olan da silahın gerçek sahibi olan ordudur.Hukuk yok edilip gayrımeşrunun kapısı açıldığında o kapıdan önce ordu geçer.Kendine kapıyı açanı da içeri atar.
Hukuksuz bir yönetimde sivillerin orduya ihtiyacı vardır ama hukuksuz bir yönetimde ordunun sivillere ihtiyacı yoktur.
Sivillerle neden iktidarı paylaşsınlar? Onlara sadece ayak işlerini yaptırırlar.
Kimsenin önünü göremediği,her türlü suçun sandıkta aklanacağını iddia eden bir hukuksuzluğun “meşru” kabul edildiği, ekonominin tepe taklak olma ivmesinin arttığı,yargı darbesinin derinleşerek yaygınlaştığı bir ortamda,yargıdan kaçmaya uğraşan siyasi iktidarın tek sığınağı eski “derin devlet” olur.
Ama derin devleti hortlatıp, darbecileri salıverip, orduyu ağır suçlarla lekelenen kendi iktidarınıza payanda yapmaya kalkarsanız, bir şafak vakti kendinizi elleriniz kelepçelenmiş olarak bir askeri cemsenin içinde bulursunuz.
Çünkü orduyla, derin devletle siyaset yapma kurnazlığı her zaman darbeyi çağırır.
Suçüstü yakalanan ve yargılanmaktan ödü kopan bir iktidarın delice planlarıyla karşı karşıyayız.
Özellikle AKP’lilere seslenmek istiyorum.
Bu iktidar, demokrasi adına elde edilen bütün kazanımları yok etmeye uğraşıyor, darbecilikten mahkum olan “milli orduya” güzellemeler yaparak davetiyeler yolluyor, Ergenekon’u bağrına basmaya hazırlanıyor.
Ekonomiyi tepe taklak ediyor.
Gittiğimiz yer hayırlı bir yer değil.
Askerler kışlasından çıkarsa sadece “demokratları” alıp götürmezler, sizin de tepenize binerler.
Bu iktidarı yeniden “meşruiyetin” içine çekmek, hukuku yeniden canlandırmak, demokrasiyi sahiplenmek, orduyu siyaset dışında tutmak, darbeciliğin suç olduğunu kuvvetli biçimde yeniden vurgulamak hepimiz için kaçınılmaz bir mecburiyet bugün.
Bu iktidarın kendilerine dağıttığı paydan gözleri kamaşan yandaşların alçakça yalanlarına kanmadan önce, bu iktidarın yaptıklarına bir bakın, kimlerle ortaklık aradığına bir dikkat edin.
Unutmayın ki burada sözü edilen sizin hayatınızdır.
*www.gazete360.com sitesinden alınmıştır