Amerikan Washington Post gazetesinde "Yayın Kurulu" imzasıyla yayımlanan başyazıda Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Gezi Parkı protestolarına yönelik politikaları eleştirilerek “Bu kriz, Türkiye'nin müttefiklerine, Erdoğan'a demokrasinin sadece seçim demek olmadığını ve kendisinin hem seçilip, hem de otoriter olunabileceğinin talihsiz kanıtı olduğunu söyleme fırsatı yarattı” denildi. Yazıda Gezi Parkı protestolarının ana akım televizyon kanalları tarafından yayınlanmamasına ilişkin olarak da "Türkiye artık Batılı ülkelerdeki kuvvetli basın özgürlüğünden yoksundur" ifadesi yer aldı.
Washington Post'ta "Başbakan Erdoğan'ın Türkiye'deki kabadayı taktikleri" başlığıyla yayımlanan (4 Haziran 2013) yazı şöyle:
Cuma günü yapılan toplantıda bir danışman, polisin sokaklarda barışçıl eylemci kalabalığına saldırdığı sırada, Başbakan Erdoğan’a "Oyların yüzde ellisini kazanmış bir hükümet nasıl otoriter olabilir" diye sordu. Bu sorunun cevabı, Erdoğan’ın yönetim tarzında ve yıllardır yapılan yüz binlerce bunalmış protestocunun çağrılarına karşı aldığı tavırda bulunabilir.
Türkiye demokratik seçimlerle yürütülen bir ülke ve AKP son üç seçimi oy arttırarak kazandı. Fakat geçtiğimiz hafta olan olaylar göstermektedir ki, Türkiye artık Batılı ülkelerdeki kuvvetli basın özgürlüğünden yoksundur. Protestocular sokaklara dökülüp, Taksim Meydanı'na akın etti, ancak medya olanları göz ardı etti. CNN Türk televizyonu bu sırada bir yemek pişirme programı sunmaktaydı. Yazılı basında da yeterli ilgi görülmedi ve bunun çok haklı nedenleri vardı. Gazetecileri Koruma Komitesi'nin açıklamalarına göre Türkiye'de 49 gazeteci yaptıkları çalışmalar dolayısıyla hapsedildi.
Bir demokraside muhalif sesler hem kabul görür, hem de hükümeti politikalarında değişiklik yapmaya ikna etme yolunda önemli bir rol oynarlar. Türkiye'de bir parkın yok edilmesinden doğan protestonun başlangıcı meşru bir ihtilaftır. Buna karşın hükümet olaylara tolere etmektense, polisi insanların üstüne sürdü ve olayın başka illere yayılmasına neden oldu. Buna ek olarak, alkol satışına getirilen sıkı denetlemeler ve Erdoğan'ın Suriye'deki Sünni isyancılara verdiği destek, özellikle Türkiye'deki dini azınlıklar arasında çok endişe yarattı.
Protesto haklarını destekleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün aksine, Erdoğan kızgınlıkla daha protestocuların "organize uç gruplar" olduklarını ve yabancı güçler tarafından desteklendiklerini iddia etti. Basını bilgilendireceği sırada, mahkeme kararını hiçe sayarak parkın yıkılmasına devam edileceğini açıkladı. Bu tavır daha çok, Rusya'nın Vladimir Putin gibi bir kabadayıdan (strongman) beklenebilirdi. Anlaşılan Erdoğan bu sıralar Putin'den bazı ipuçları alıyor. (Erdoğan'ın) Ulaşmaya çalıştığı yeni başkanlık sistemi, başkana kayda değer ölçüde yeni güçler katarak Türk lidere, Vladimir Putin'in yaptığı gibi, başbakanlık dönemi sona erdikten sonra, bir on yıl daha ofiste kalabilme hakkını kazandıracaktır.
Erdoğan, çoğunluğun oyunu almış olmasının yasal ayrıntıları öteleme, kendisine karşı çıkanlara gözyaşartıcı gaz kullanılma, hapse atma veya göz dağı verme yetkisi verdiğini düşünüyor. Rahatsız edici olan bu "çoğunlukçu" anlayışının, Mısır'da demokratik bir seçimle başa gelen İslamcı hükümet tarafından da benimsenmesi. Bu anlayışın sonucu, Amerika Birleşik Devletleri ile uzun dönem müttefikliğini korumuş her iki ülkeyi de istikrarsızlaştırma tehdidi barındıran dindar ve laik güçler arasındaki tehlikeli kutuplaşma.
Erdoğan ile ilişkilerini geliştiren Obama hükümeti, protestolara tepkisini "aşırı güç" kullanılmasına dair endişelerini dile getirerek ve insanların toplanma hakkını destekleyerek gösterdi. Daha fazlasını söylemeliydi. Bu kriz, Türkiye'nin müttefiklerine, Erdoğan'a demokrasinin sadece seçim demek olmadığını ve kendisinin hem seçilip, hem de otoriter olunabileceğinin talihsiz kanıtı olduğunu söyleme fırsatı yarattı.
Çeviri: Uluç Kerem Cihan