Üniversitelerin bölünmesinin akademi açısından yıkıcı sonuçları olacağını söyleyen İstanbul üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Tamer Demiralp, “Türkiye akademisinin her türlü engellemeye karşın büyük emeklerle ulaştığı noktadan çok gerilere, dünyada ciddiye alınmayan bir düzeye gerilemesi çok muhtemel” diyor.
Ünivesite bileşenlerinin tüm itirazlarına rağmen Meclis’ten geçirilerek yasalaştırılan 17 maddelik kanunla aralarında İstanbul Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi’nin de yer aldığı 13 köklü üniversite bölündü. Üniversite öğrencilerinin yanı sıra akademisyenlerin ve yurttaşların da yoğun tepki gösterdiği tasarının yasalaşmasıyla bazı üniversitelerin adı değişirken dördü vakıf olmak üzere 20 yeni üniversitenin kurulması kararlaştırıldı.
Öğrenciler ve akademisyenler, Erdoğan’ın talimatıyla hazırlanan tasarıya karşı Türkiye genelinde eylemler düzenleyerek, “Üniversitelerimizi bölmeyin” çağrısında bulundu. Tepkiler görmezden gelinerek yasalaştırılan tasarının yıkıcı sonuçları olacağını söyleyen İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Tamer Demiralp Salı Söyleşisi’nin bu haftaki konuğu oldu. Demiralp, bölünmenin İstanbul Üniversitesi’nde yaratacağı olası etkileri Birgün'den Mustafa Mert Bildircin'ine anlattı.
»Bölünme gerekçeleri daha önce tartışılan bir zemine sahip mi? İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinin bu girişime yaklaşımı nedir?
Ülkemizin en köklü üniversitesi olarak İstanbul Üniversitesi’nin akademik kurullarının günümüze kadar öz değerlendirmelerle oluşturduğu vizyon ve strateji hiçbir zaman tematik veya butik üniversitelerle benzeşmek değil, tam tersine dünyanın benzer köklü üniversiteleri gibi fen bilimlerinden sosyal bilimlere, sağlık bilimlerinden mühendisliğe ve eğitim bilimlerine kadar başlıca bilim alanlarını kapsayan ve bu şekliyle çok disiplinli çalışmalara da olanak sağlayan bir çerçeveyi korumak ve geliştirmek yönünde olmuştur. Bu üniversitenin iki dönemdir hazırlanan stratejik planında da açıkça yazılıdır.
Türkiye’deki daha genç devlet üniversitelerinin kuruluşuna destek olmuş, günümüzde de birçok devlet ve vakıf üniversitesini yetiştirdiği yüksek nitelikli akademisyenlerle donatan bir kök üniversitenin, irileşme, hantallaşma ve benzeri gerekçelerle bu kapsayıcılığını yitirmesinin ülkemizde akademinin gelişimine hiçbir katkı sunmayacağını, tersine güçlü şekilde balta vuracağını düşünüyorum. Yanılıyor olabilirim, ama şu ana kadar bu konuda görüştüğüm tüm öğretim üyeleri ve üniversite çalışanları da farklı düşünmüyor.
Ülkenin bilimsel kurumlarının şekillendirilmesinde mutlaka dış paydaşların ve bunların arasında siyasi erkin yönlendirmeleri gerekir, ama bu stratejilerin geliştirilmesi sürecinde üniversitenin geçmişini, mevcut yol haritasını, doğal gelişim sürecini ve yapılanmasını en iyi bilen üniversite akademik kurullarının, en azından Anabilim Dalı, Bölüm ve Fakülte akademik kurullarının yer alması zorunludur. İstanbul Üniversitesi’nin bölünme planında ise bu danışma ve hatta bilgi verme veya tartışma süreçlerinin hiçbiri gerçekleşmemiştir. Bunun en açık kanıtı, birçok fakültenin anabilim dalları ve fakülte akademik kurullarından çıkan kararlar ve İÜ’den koparılan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde fakülte yönetimi, öğretim üyeleri ve öğrencilerin birlikte sergiledikleri direniştir.
"Büyük ölçekli yapı avantaj"
»Bölünmenin gerekçeleri ne olabilir?
Bölünmenin çoknet ifade edilen bir gerekçesi olmamakla birlikte, bizim de Cumhurbaşkanı’nın basına verdiği beyanlarında üniversitenin, artan öğrenci sayısıyla bir atalete girdiği ve bölünmeyle daha dinamik iki üniversitenin oluşturulmasının hedeflendiği gibi bazı örtük ifadeler yer alıyor. Böyle bir iddianın dayanaklarının aslında 2010’lardan bu yana detaylı iç ve dış değerlendirme süreçlerinden geçmiş, üniversite ölçeğinde Avrupa Üniversiteler Birliği tarafından değerlendirilmiş, ayrıca tüm birimleri ilgili uluslararası uzmanlık kuruluşlarınca akredite edilmiş bir üniversitenin kayıtlarında yer alması gerekir. Fakat bugüne kadar yapılan değerlendirmelerin hiç birinde böyle bir saptama veya bölünme önerisi yer almamakta, üniversitenin uzun tarihçesi ve bu uzun olgunlaşma süreci boyunca doğal olarak geliştirdiği büyük ölçekli ve kapsayıcı yapı stratejik plan ve faaliyet raporlarında hep önemli bir avantaj olarak dile getirilmektedir. Başarısı, uluslararası ‘tarafsız’ kuruluşlarca da tescil edilen İstanbul Üniversitesi’nin 10 araştırma üniversitesi arasında tıp fakültesi olan beş üniversiteden biri olmasına rağmen bölünmesini akademik çerçevede ele almak veya anlamak mümkün değil.
»Bu durumda ne yapılabilir?
Yine de ısrarlı bölme çabasının karşısında olayları nedenselliği içinde ele almaya alışık çoğu öğretim üyemiz gibi ben de, bölme planının üniversiteye gerçekten neler getireceğini veya götüreceğini nesnel ölçütlerle bir kez daha değerlendireyim istedim. Öncelikle güncel durumu daha iyi ifade edebilir düşüncesiyle 2008-2017 arasındaki bilimsel yayınları taradığımda, İstanbul Üniversitesi son 10 yıldaki toplam bilimsel yayın sayısı açısından 21 bin 153 yayınla Türkiye üniversiteleri arasında ilk sırada, yayınlarına aldığı atıf sayıları açısından ise 127 bin 398 atıfla üçüncü sırada yer alıyor. Bunun yanında, bölünmeyle tam ortadan ikiye ayrılan sağlık alanındaki fakülteleri göz önüne alarak, son 10 yılda sağlık alanındaki yayın sayıları esas alındığında iseİstanbul Üniversitesi hem 14 bin 882 yayın hem de 93 bin 384 atıfla Hacettepe Üniversitesi dışındaki diğer üniversitelerin neredeyse iki kat önüne geçiyor.
Tabii bu değerlendirmeyi araştırmacı başına düşen yayın sayısı şeklinde hesaplasak, iki tıp fakültesine sahip ve sağlık alanındaki öğretim kadrosu görece daha geniş olan İstanbul Üniversitesi ile diğer üniversiteler arasındaki fark azalacaktır. Ancak, kritik kütlenin oluşumu araştırma alanında da diğer birçok alanda olduğu gibi büyük önem taşır. Ancak, geniş ve gelişkin kadrolarla sağlık alanının çeşitli alt disiplinlerini yeterince temsil etmek, kapsamak ve böylelikle daha etkili araştırmalar yapmak mümkün olur.
"Aşırı kontenjan artışı bu duruma getirdi"
»Bölünmeden sonra geleceğe yönelik bir projeksiyon mümkün mü?
Ülke ölçeğinde İstanbul Üniversitesi’nin bilimsel potansiyelini saptadıktan sonra, bölünmeden etkilenecek İÜ fakültelerinin yayın performanslarını ölçerek geleceğe yönelik bir projeksiyon yapmayı düşündüm. Bu çerçevede toplam başarıyı değerlendirmek daha önemli olduğu için Web of Science veri tabanının kapsadığı tüm tarih aralığını, 1975-2018 aralığını, esas aldığımda, bölünmeden etkilenen fakültelerin yayın ve atıf sayılarını şöyle buldum: Öğretim üyesi sayılarıyla orantılı olarak Cerrahpaşa ve İstanbul Tıp Fakülteleri hemen hemen eşit yayın ve atıf sayılarıyla başı çekerken, bunları Mühendislik, Eczacılık, Diş Hekimliği, Veteriner, Orman ve Hemşirelik fakültelerinin izlediği ortaya çıktı.
Türkiye’nin tarihsel olarak en eski üniversitesi olan İstanbul Üniversite’sinin, yaşlanıp hantallaşarak üretkenliği azalan bir kuruma dönüşmediğini, tam tersine bilimsel performans açısından tarihsel kökleri, içerdiği bilimsel disiplinlerin zenginliği ve kurumsal boyutlarıyla orantılı bir zindelik ve üretkenlik içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Dahası, İstanbul Üniversitesi’nin sağlık ve mühendislik alanındaki fakültelerini bilimsel performans açısından ortadan ikiye yararak, bir tarafa İstanbul Tıp, Diş Hekimliği ve Eczacılık Fakültesi’nin birikimini, diğer tarafa ise Cerrahpaşa Tıp, Hemşirelik, Veteriner, Mühendislik ve Orman Fakültesi’nin birikimini koymak, dünya ölçeğinde önde gelen bir üniversite oluşturmak hedefini tam ortadan ikiye bölerek heba etmek, en azından iki kat süreye yaymak anlamına gelecektir.
»Peki ya hantallık kısmı?
Öğrenci sayısını baz alarak yapılan hantallık tartışmasını da ele almak gerekir. Bunun için de, YÖK veri tabanını, üniversitemizin seçilmiş ancak atanmamış rektörü olan Prof. Dr. Raşit Tükel Hoca ise kurumuna daha bağlı olduğu için İÜ faaliyet raporlarını inceledi. Veriler her nasıl oluyorsa tam uyumlu değil, ancak bunu irdelemeyi daha sonraya bırakırsak, her iki ölçümde de ortak bir örüntü ortaya çıkıyor. İstanbul Üniversitesi’nde 2005-2006 dönemine gelene kadar ön-lisans ve lisans öğrencisi sayıları senede 100-200 civarında artarken, 2008-2009 döneminden itibaren çok hızlı bir tırmanma başlıyor.
Fakülte kontenjanlarındaki bu dramatik artış aslında hepimizin büyük zorluklar çekerek yaşadığı, karşı çıktığı, ancak yeterince karşı çıkılmamasının bugün bizi üniversitenin parçalanmasına kadar sürüklediği bir süreçtir. Ben ve tüm İstanbul ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyeleri, yılda 300-350 öğrenci alınan İstanbul Tıp Fakültesi’nde 500-550 öğrenci sayısına çıkılınca, üstelik bu tür uygulamalar nedeniyle emekliliği seçip üniversiteden ayrılan çok sayıda deneyimli öğretim üyesi ve hiçbir altyapı desteği sağlanmamasıyla birlikte ne kadar sancılı sonuçlar oluştuğuna tanığız. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı’nın, “Sayının yüksek olduğu yerde kalite olmaz” yönündeki açıklamaları doğru olmakla birlikte, bunu aşmanın yolu fakültelerin üzerindeki kontenjan baskısını azaltmaktır. Aynı kontenjana sahip fakülteleri iki üniversite çatısına bölmekle kalite artırılamayacaktır.
»Gelecekteki etkileri neler olabilir?
Bölünen iki üniversite, sadece şimdiki sayının yarısına düşen bir bilimsel performansı toparlamaya çalışmayacak aynı zamanda bunu bu disiplinler arası sinerjiden mahrum olarak yapmaya çalışacak. Türkiye’nin akademik ortamı için böylesine besleyici olan bir çınarın ikiye ayrılmasıyla oluşan iki parçanın da kötü bir şekilde dağılması ve ülkenin yetkin akademisyen kaynaklarından birinin eksilmesi çok muhtemeldir. Öğrenci sayıları temel alınarak, yönetilemeyecek kadar büyük olduğu iddia edilen İÜ’nin erozyona uğratılması, dünyada tek örneği geçen yıllarda Sağlık Bakanlığı’na doğrudan bağlı kurulmuş ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı birçok hastanenin uygulama birimi olarak içine katıldığı, ancak bu kadar kalabalığa karşın kolaylıkla yönetildiği anlaşılan, Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin sağlık eğitiminde tekelleşmesini hedefliyorsa, akademik özgürlüğün olmadığı bu tür yapılanmaların eğitimde uzun erimde yol açabilecekleri kalite sorunları, öncelik verdikleri hacamat gibi geleneksel tedavilerin yaygınlaştırılması ve ilaç araştırmalarının tekelden yönetilmesi gibi ‘politik’ hedefler çerçevesinde mutlaka gözden geçirilmelidir.
Aksi takdirde, Türkiye akademisinin her türlü engellemeye karşın büyük emeklerle ulaştığı noktadan çok gerilere, dünyada ciddiye alınmayan bir düzeye gerilemesi çok muhtemeldir. İstanbul Üniversitesi ölçeğindeki bir kök üniversitenin bölünmesinin, özellikle çok sayıda üniversite açarak üniversitelileşme oranını artırmaya çalışan ve tam zamanlı araştırmacı sayısını dört kat artırmayı hedefleyen bir ülke için doğuracağı sonuç mutlaka yıkıcı olacaktır. Akademik ortamlarda görüşme tartışma olanağı tanınmayan bizlere kalan bir sorumluluk da bu tehlikeyi sizler aracılığıyla toplumla paylaşmaktır.