Ümit Kıvanç*
Gazeteciliğin işlev, mânâ ve itibar kaybedişinin nedenleri üzerinde durmaya devam ediyoruz. Böylece bir yandan, günümüzde mesleğin icra ediliş koşulları ile bunlardaki eksiklik-yoksunlukları, gerekleri de konu etmiş oluyoruz. (Bu cümleden olmak üzere iki yazı kaleme almış bulunmaktayım, bunlara P24 arşivinden ulaşabilirsiniz: “Ana akım medyanın tekliğe ve yokluğa gidişi” ve “Mağdurlar ve ‘normal insanlar’dan uzakta gazetecilik”.)
Bu yazılardan ilkinde, ana akım medyanın merkezî gündem belirleyici olmakla kalmayıp neye hangi açıdan, hangi unsurları öne çıkararak, hangi kaynaklara başvurarak, yani nasıl bakılacağına dair de “geçerli” sınır çizmesinin, bu şekilde kendi çeşitliliğini yok ederek kendi kazdığı çukura düşmesinin, okur/izleyici nezdinde medyanın cazibesini nasıl yok ettiği üzerinde durmuştum. Orada yeterince vurgulanmamış olan bir ayrıntıyı buraya ekleyeyim. Ana akımın gündeme almadığı haberlerin veya işlediği konulara başka yönden, başka amaçla baktığı için görmediği ayrıntıların hayatımızdaki önemi, gerçekte, medyayı ciddiye alış, ona güveniş düzeyimizle ters orantılı; yani medya bir olayı hakkıyla konu edebilmek için gerekli ayrıntıları şu veya bu sebeple dışladıkça, hele bu olay ve ayrıntıları başka yerlerden çabucak öğrenebilmenin mümkün olduğu devirde, biz de ondan duyduğumuza/gördüğümüze/okuduğumuza daha az bel bağlar oluyoruz. Haliyle. Bu nokta, medya organlarını değerlendirmek, güvenilirliklerini sınamak için de bir ölçüt sunuyor bize: bahsetmediklerine bakmalıyız. Hem başlık olarak hem haber içeriklerinde.
İkinci yazıdaysa, gazeteciler arasında yapılan araştırma sonuçlarından da yararlanarak, meslektaşlarımızın mesleğin aslî gereklerinden uzaklaşmasını konu ettim. Gazeteci, sesini çıkaramayanların, derdini anlatamayanların sesi olmaktan uzaklaştıkça, gazeteciliğin güvenilirliği, itibarı azalıyor. Doğru orantı. Bu, gazetecinin ille muhalif siyasetçi gibi davranması gerektiği anlamına gelmiyor; ama bir zamanlar pek doğal bir olgu sayılarak tekrarlanan “dördüncü kuvvet” esprisi bir şekilde geçerli kalacaksa, basının muktedirlere karşı her türlü mağdurun doğal sözcüsü olması, bir tür “denetim” görevi yapması kaçınılmaz. Medya kuruluşları mağdurları bizzat mağdur edenlerin eline geçtikçe veya gazeteciler bir “zümre” olarak iktidar sahiplerine yaklaştıkça gazeteciliğin toplum gözündeki yeri değişiyor, itibarı azalıyor.
Bu defa, mesleğin daha teknik sayılabilecek gerekleri açısından vaziyete bakalım. Böyle deyince, en başta, yaşadığımız dönemin âdetâ bir numaralı kutsalı haline gelmiş “sürat” etkeniyle mesleğin ilişkisine eğilmeliyiz.
Bir nevi “bütün kötülüklerin anası”
Sürat, gazetecilik mesleğinin varoluşundan beri onsuz edilmez, mesleğe rengini veren bir etken. Neredeyse mesleğin karakter özelliklerinden biri sayılabilir. Ancak televizyonun devreye girişiyle bambaşka birimlerle ölçülür hale gelen sürat, internetle birlikte âdetâ klasik sözlük anlamından bile uzaklaştı. Saniyelerle dahi ölçülse hantal kalıyor.
Şüphe yok ki, bir haberin insanlara olabildiğince çabuk duyurulması, “haber” denen şeyin tanımı icabı. Ancak sürat etkeninin mesleği böylesine şekillendirir hale gelişinde haberin veya mesleğin gereklerinin, dinamiğinin etkisi gayet sınırlı. Burada belirleyici olan, rekabet. Evet, düpedüz, kim daha çok para kazanacak kavgası. Müşteri kapma yarışı.
Oysa en sıradan ve gündelik hadisede bile mutlaka -ama mutlaka- araştırma, bulunanları tartma, şüphelenme, teyit etme, bağlantıları kurma zamanına ihtiyaç var. Sürat etkeni, bu zamanı yiyerek beslenen bir canavar.
Yıllar önce, Kürşat Bumin ve Alper Görmüş ile birlikte günlük medya eleştirisi sitesi Medyakronik’i hazırlarken, siyaset-dışı haberlerle, üçüncü sayfalarla, spor sayfalarıyla da çok uğraşmıştık. O sırada henüz yazılı basın kısmen televizyona kaptırdığı tahtını tamamen terk etmemişti, “valla ben internetten okuyorum” diyenlere omuz silkenler çoğunluktaydı. Şimdi bizi daha çok ilgilendiren mevzu, sürat etkeni, henüz internetin klikleriyle tıklarıyla ölçülmüyordu. Buna rağmen, haberlerin bir an önce -tercümesi: başkalarından önce- sunulması baskısı, akıl almaz işlere yolaçıyordu. Siyasî bir haberde tutulan tarafa göre birtakım olguların atlanmasını izah edebilirdiniz. Bazen cehalet, özellikle dünya haberlerinde türlü kazalara yolaçabiliyordu.
Fakat belli başlı gazete ve televizyonların merkezlerinin bulunduğu İstanbul’un, ezcümle muhabirin fink attığı semti Taksim’in dibindeki Tarlabaşı’nda meydana gelen bir tüpgaz kazası haberini birkaç gazeteden okuyunca karşılaştığımız hal bizi farklı cinsten bir dehşete düşürebiliyordu. Haberlerin birine göre gaz kaçırdığı için atelyedeki işçilerin pencereden dışarı attığı sanayi tüpü sokakta oynayan çocukların üzerine düşmüş, çocuklardan biri ölmüş, öbürleri kötü yaralanmış, mahalleli atelye sahibini hastanelik etmişti. İllüstrasyonla beslenen öbür habere göre tüp kamyondan düşüp çocuklara çarpmış, sürücü kaçmıştı, ilk haberde dövülen kişi burada tüpün çarpıp yaraladığı dördüncü şahıs olarak yeralıyordu. Üçüncü habere göreyse tüp kamyon kasasından indirilirken vanası açılmış, paniğe kapılan işçiler tüpü kamyondan atmışlardı. Kiminin adı kiminin soyadı öteki haberlerle tutmayan çeşitli kimseler arasında tanıdık biri, “dövülen atelye sahibi” veya “dördüncü yaralı” rollerinden tanıdığımız kimse vardı, ancak bu defa işyerinin bodrum katından malzeme çıkarırken tüpe hedef olmuştu, falan…
Her gün bunun gibi pek çok örnekle karşılaşıyorduk. Bir haberi okuyunca, iyilik etmek isterken iflah olmaz serseri öğrencisi tarafından vahşice öldürülen öğretmene yanıyordunuz, ötekini okuyunca zavallı öğrencinin muavinleriyle, müdürüyle bütün okul idaresini topluca öldürmediğine hayıflanıyordunuz.
Burada elbette sorumsuzluk, yetersizlik, mesleğin temel gereklerinden haberdar olmama, mesleğin gereklerinden bîhaber haber müdürleriyle, yazıişleri elemanlarıyla çalışma, yani sırf muhabire yıkılamayacak, genel ve yaygın bir özensizlik başroldeydi. Ama bu rezaleti mazur göstermeye, giderek meşrulaştırmaya yarayan canavar da plaza binaları arasından sırıtıyordu: sürat. Eğer o haberin diyelim yarım saat içinde geçilmesi ille de gerekmese, muhabir muhtemelen ortalıkta azıcık daha dolaşacak, iki kişiyle daha konuşacak, bir yere oturup topladığı verileri şöyle bir gözden geçirecek, çelişkileri fark edecek, bunları gidermek için ek çaba gösterecek, bizi, okuru/izleyiciyi insan yerine koyarak işini daha düzgün yapabilecekti. Haber merkezindeki elemanın haber kisvesi altında o rezillik önüne geldiğinde yapabileceklerinden ayrıca sözetmiyorum artık…
Global kapitalist günlük akışın sürebilmesi, “sürat”ın başlıbaşına değer haline getirilmesini, hayat ve insan kalitesi ölçüsü konumuna yükseltilmesini şart koştu. Ve bu öyle bir yol ki, ilerledikçe hızlanmanız gerekiyor. İnternet gazeteciliği haberi edinme süremizi muazzam kısalttı, ama o sürede edinebildiğimizi de muazzam azalttı.
Ve gayet şüpheli, güvenilmez kıldı.
(Habere çabucak ulaşabiliyor oluşumuz, kaçınılmaz olarak, mümkün olduğunca çoğunu çabucak tüketme tutumunu bilgilenme süreçlerimize de bulaştırdı, öğreniyor olmaktan göz atmaya geçtik. Başlıbaşına derin mevzu bu. Haberin sunulması-edinilmesi sürecine okur/izleyici tarafından bakmayı gerektiriyor. Bu yüzden burada sadece hatırlatıp geçiyorum.)
Gelene güvenip üstüne bina kurmak
Almanya’da Leipzig Üniversitesi bünyesinde, 235 gazeteciye soruların sorulduğu bir araştırma yapıldı (yine Uwe Krüger’in geçen yazıda zikrettiğim kitabından aktarıyorum). Gazeteciler, ajanslar ve başka kaynaklardan gelen haberleri, kaynaklar, olgular, veriler açısından denetlemek ve teyit etmek -gazeteci deyimiyle “çek (check) etmek”- için günde ayırdıkları süreleri bildirmişler, ortalama ne kadar çıkmış, biliyor musunuz? On bir (11) dakika! Sadece bu kadar. Çoğu, hele haber bildikleri bir ajanstan geliyorsa, bütün denetim ve teyit işlemlerinin haber kendilerine ulaşmadan evvel yapılmış olduğunu varsaydıklarını söylemişler.
Tam burada, ana akımın haber akışını içerik ve yaklaşım bakımından tektipleştirmesi sorunsalını hatırlayalım. Bundan kaynaklanan yeni bir sorunla karşı karşıyayız: Gazeteciler, sadece “kaynak” saydıkları ajanslardan gelen haberleri değil, ana akım, yani bir nevi “kurumsal referans” saydıkları başka medya organlarında yeralanları da denetleme ve teyit etme gereğini duymuyorlar. “Şurada çıktıysa”, “şu kanal verdiyse”…nin devamı sadece şöyle geliyor: “biz de vermeliyiz”.
Bunun sonucu olarak, haber doğru mu değil mi, en azından içerdiği veriler doğru mu, bakmak için harcanan süre, vahim yanlışların pek az yapıldığı Almanya gibi bir yerde bile ortalama on bir dakika!
Araştırma sorularını cevaplayan gazetecilerin, bu on bir dakikaya karşılık, gelen haberi geliştirmek, zenginleştirmek, habere yeni -ve başkalarında olmayan- unsurlar katmak için harcadıkları sürenin çok daha fazla oluşu, durumu daha ilginç -ve tehlikeli- kılıyor: geleni şüphelenmeksizin veri alıp geliştirmeye harcanan zaman, günde ortalama 97 dakika! Yazar Krüger buna, “temelin kalitesini sınamadan üstüne bina kurma” diyor ki, haklı.
Tekrar hatırlatayım, burada cevapları değerlendirilen gazeteciler, kısıtlı imkânlarla büyük işler beceriyor havasına girmeye çalışan toy internet yayınlarının heveskâr ama tecrübesiz elemanları veya Twitter’da gözüne ilişen her çarpıcı lafı yemeden içmeden yaymaya çalışan işgüzarlar değil. Almanya gibi bir yerde, adı sanı olan medya kuruluşlarının çalışanları.
İnternet hızına göre yeniden oluşturulan “sürat” tanımının gazeteciliği bir süre sonra yapılamaz hale getirmesi bile mümkün. Zira, gazeteli televizyonlu basın dünyası üç boyutluysa internet âleminde bu rakam dört. Bir haberi duyurduktan sonra onun hangi bağlamda nasıl ve ne kadar yayılacağını kimse denetleyemiyor; daha vahimi, ortalığa saldığınız hiçbir bilgi kırıntısı mutlak olarak, hattâ güvenilir dozda geri alınamıyor. Yaptığınız bir yanlışı düzeltmek için üç gün uğraşsanız, dördüncü gün aynı yanlışın binlerce defa paylaşıldığına tanık olabilirsiniz. Böyle bir hal, haberi kaynak, verilen, bağlam vs. bakımından teyit etmeyi, içerdiği verileri sınamayı eskisiyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir gereklilik, mecburiyet konumuna getiriyor. Fakat bir yandan da buna ayrılabilecek zamanı yok ediyor.
Burada çok büyük bir meseleyle karşı karşıyayız ve çözümün de teknolojik veya yasal yoldan bulunamayacağı açık. Burada çözüm ancak ahlâkî olabilir; bu yoldan gidildiğinde gazetecilik mesleğinin ilk keskin virajda uçuruma yuvarlanacağını kestirebilen birilerinin aklı ile birleşmiş ahlâkla bulunabilir. Bu kimselerin, yarın öbür gün gazetecilik biterse enerjiden, olmazsa bankacılıktan, ne bileyim, müteahhitlikten, o olmazsa hastane sektöründen para kazanacağını bilmenin rahatlığıyla yaşayan birileri, yani medya patronları olamayacağı açık. Çünkü hiçbiri artık bütünüyle medya “sektörü”ndeki işlerine muhtaç değiller.
Krüger’in tesbitlerinden ve kitabında aktardığı araştırmalardan yararlanarak günümüz gazeteciliğinin güvenilirlik ve itibar kaybı meselesini didiklemeyi sürdüreceğim, umuyorum.
* Bu yazı ilk olarak Bağımsız Gazetecilik Platdormu P24'te yayımlanmıştır.