Gündem

Ümit Kıvanç: Bildiğimiz, bilmediğimiz

Sur’u gelirken uçaktan gördüm. Yaralıydı, yarı çıplaktı. O da laf gerektirmiyor...

26 Mayıs 2017 23:33

*Ümit Kıvanç

Çaycıya oturdum. Getirdi, şekersiz çayı bıraktı.

“Yahu sen benim şekersiz içtiğimi nereden…”

“Dün de geldin ya abi,” dedi. Ama bir tek dün geldim! Tek gün. Çayevi orası, onca insan. Öyle bir kaş oynatıp baş eğdi ki, merakım perişan oldu, hayretim saçma. Gitti.

Bitirim taksi şöförü geçti. O tarafa. Düşük pantolonunu çekiştirerek. Sonra dört yeniyetme. Bu tarafa. Bilinmeyen bir dilde itişip kakıştılar.

Başımı kaldırdım. Batı apartmanlara bürünürken buralarda çok katlı fazla bina yoktu. Devletinkiler dışında. Devletin balkonları olmaz. Şu anda gündemim balkonlar. Ülke çapında mesele. Hep kapatılmış, hep yüklük, ıskartaya çıkmış eşya dolu. Veya evin içinde istenmeyenlerin yeri. Demek buralılar balkonu fuzulî bulma, kapatma fikrini batıdan aldılar. Musibet bulaşıcıdır. Ekonomisini al, musibetini alma.

Bir abla geçti, on-on iki yaşlarında. Kardeşinin çantasını yüklenmiş, anlattığı kimbilirneyi dinliyor. O yaşlardaki ablaların yüzünden okunan sorumluluk sahipliği… Hepimizin bildiği bir dilde. On iki yaşında ama benim de ablam gibi. Vuran güneşin parlattığı kıpkırmızı tokası, düzgün, uzun saçlarıyla. Sahiden ablam olsaydı o; bina görünce yıkım, asılı çamaşırlar görünce paramparça edilmiş hayatlar gelmeseydi aklıma. Simit görünce açlık gelmeseydi.

Adam “İstanbul” koymuş dükkânının adını. İleriki sokakta da “Ankara” vardı. Emlakçı, yufkacı. Olağan, herkese hak, aslında hak bile değil, lafı edilmez, hesabı tutulmaz bir toplu yaşantı vardır işte. Emlakçı olur, yufkacı olur, kira denkleştirilir, börek yapılır.

Yarın ne olacağını bilmemek kötü. Çay güzel.

Bilinmeyen dilde bıcırdayan velet, dinç ninesinin önünden yürüyor, söylediğiyle onu güldürüyordu. Az önce yüzülmüş kuzuların et kamyonundan ikişer üçer indirilip zayıf, kara kuru adamın omzuna konduğu, oraları buraları bıngıl bıngıl oynayarak taşınıp kasabın önündeki çengellere asıldığı, kaldırımında koyu renk takımlı iki adamla benim oturmuş çay içtiğimiz geniş sokağı meşgûl etmeden, bıcırık ve ondan az büyükçe sessiz oğlanı dört yol ağzına taşmış pazar kalabalığının arasından öte tarafa geçiriverdi kadın.

Pazar sokağı bir tutmuştu, etraftaki dükkânların şıklığı, İngilizce tabelaları kâr etmiyordu. Domates dağları. Meyvelere gelince sâkinleşen, oyuncaklara gelince azan renkler kapışması. Vitrinler, vitrinlerin önündeki kaldırımlar, sokağın sahnesiyken, sahne arkası oluvermişlerdi. Balkonlar gibi. Görünmesi istenmeyenlerin atıldığı. İçeriden görünmeyince görünmez sanıyoruz. Yakın tarih tartışmaları, kendimizi kandırmacalar gelmese akla, çaydan yudum alırken. Vitrinler sahne arkasında. Tam orada, durup vitrindekilere bakacaklardı geçenler. Tam oraya, kenarları kararmış, pörsümüş iki yeşil yaprak düştü oysa pat diye; ben çaya doğru yürürken. Pazarcı anladığım dilden bağırdı.

Çay güzel. Belirsizlik kötü.

Taksici arka kapıyı açtı, eğildi, paspası çekti dışarı. Parmaklarının ucuyla tutup. Uyduruktan iki silkeledi, yerine koydu, kapıyı kapattı. Dışarı konmuş simitlere şöyle bir göz attı, dokunmadan geçti içeri.

Pazardan gelen bağırtılar, bu defa yakındaki inşaatın üstlendiği, inşaatların şehir hayatına katkısı matkap resitali ve sokağın hem pek iyi bilinen hem bir türlü bileşenlerine ayrılıp hakkıyla tahlil edilemeyen evrensel uğultusu hep birlikte geri çekildiler, cayır cayır bir ağlama sesi sahneyi aldı. Yaldızlı, tam kız çocuğu işi pırıl pırıl sandaletlerinin tabanlarını vura vura, elinden tuttuğu annesinin bir adımına iki-üç adımla ayak uydurmaya çabalayarak, bas bas bağırıyordu. Kimbilir ne istiyordu. Anne belli ki pek tecrübeliydi, hiç oralı olmuyor, arasıra gayet sâkin, orada kararları kimin vereceğini hatırlatıyordu.

Boyalı kayık ayakkabılı iki adam kalkarken çayım bitti, yenisini istedim. Adamlardan biri, “Çayın parası?” diye sormuş, öteki, “Yok yahu,” deyip yürümüştü. Tanıdıkmış çayocağı. Ne parası? Uzaklaştılar. Bilinmeyen dilde telefonla konuşan adam yaklaştı. Oturmadı. Dolana dolana, yüksek sesle sürdürdü konuşmasını. Bitirmeden de uzaklaştı.

Rasta saçlı delikanlıyla keçi sakallı şortlu arkadaşı yaylana yaylana yürüyüp kaldırımda onun boşalttığı yerden geçtiler, izlerinin üzerine izlerini bıraktılar.

Üç kız da oradan geçti. Aynı mevzuda, aynı fikri paylaşıyor, birbirlerini destekleyerek konuşuyorlardı, belli. Burun kıvırdıkları, aynı şey olmalıydı. Ne kadar kendilerinden emin, ne kadar hızlı, ne kadar gençtiler. Üniversite? Yok. Lisede olmalıydılar. Üniversite mi kaldı?

Onların izleri de ötekilerin üzerine bindi. İzler izler… Bu şehrin hangi kaldırımlarında hangi izler… Bazen dağ tepe aşar gibi yürünüyor, izler yüzünden. Bilmek kötü, bilememek kötü.

Üç dilenci görmüştüm gelirken. Biri, muhtemelen Parkinson yüzünden kolu sürekli oynayan yaşlı adam. Para verdiğimde “Allah razı olsun” dedi, bilinmeyen dilde. Onu anlarsınız. Öbürü siyah çarşaflı bir kadın. Tabiî ufak çocuğuyla. Üçüncüsü de bir ufaklıktı. Kardeşini okuldan almış eve götüren ablayla akran olmalıydı. Bir-iki de Arapça tabela gördüm.

Sur’dan uzakta, bir çay daha istedim. İşaretle. Balkonların iptali, kaldırımlardaki izler, çay: Laf gerektirmezler. Sur’u gelirken uçaktan gördüm. Yaralıydı, yarı çıplaktı. O da laf gerektirmiyor.

Lüks lokantaların, kafelerin sıralandığı geniş caddeler Sur’dan uzakta, Sur herkesin içinde, göğsünün biryerlerinde. Sıkıştırıyor.

Diyarbakır, ne yapsan öldüremeyeceğin bir şehir. İstanbul gibi. Dene istediğin kadar. Senin hayatın onu öldürmeye çalışarak geçtiğiyle kalır. Cezan da ona göre olur. Çünkü yerinde kesilmiş olur. Başka sınava bile sokulmazsın. Hayatın şehirleri öldürmeye çalışarak geçmiş olur. Sen de ona göre bir şey olursun. Böyle geçersin kayda. O kayıt tutulur, tutuldu.

Birazdan döneceğim. Sur’un üzerinden geçecek uçak.


Bu yazı ilk olarak P24’te yayımlanmıştır.