Kürt aydını ve yazar Ümit Fırat, "Kürdistan’da şiddet ve silahlı mücadele sayfasının kapanmasıyla birlikte, Kürt halkının sivil siyasete katılımının önü açılacaktır" dedi.
gelawej.net'ten Çetin Çeko ile yaptığı söyleşide Öcalan ve hükümet arasındaki görüşmelerden Kürt meselesinin çözümü gibi bir sonuç alınacağını beklemediğini söyleyen Fırat, Kürt meselesinin çözümünde uygulanacak bir takım uluslararası demokratik standartların olduğunu belirtti.
'Özgürlükler müzakere edilmez, tanınıp uygulanır' diyen yazar, devlet veya hükümetin eğer Kürt meselesinde çözüm için yol almak istiyorsa bu standartları hayata geçirmek zorunda olduğunu ekledi. Fırat, mevcut fiili durumun sona erdirilmesinde birtakım yasal, anayasal garantilerle çözüme gidilebileceğini düşündüğünü ifade etti.
İşte Ümit Fırat'ın söyleşisinin tamamı:
Sayın Fırat, bir kısım çevreler hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci olarak değerlendirmekte. Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir?
Öcalan henüz Şam’da yaşıyorken de devlet içindeki bazı odaklara mensup kişilerin kendisiyle “Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi” amacıyla “müzakerelerde” veya temaslarda bulunduğu biliniyor. Keza İmralı Adası’na yerleştikten sonra da yine aynı odaklara mensup bazı askerlerce yıllarca “müzakere” veya temaslar devam ettirildi. Sözünü ettiğiniz bir kısım çevrelerin değerlendirmeleri işin bu safhası için doğru sayılabilir.
Ancak son gelişmeler için aynı yorumu yapmak bence isabetli değil; çünkü bu kez hepimizin önünde alenen cereyan eden bir süreç yaşanıyor. Bu süreç hem PKK çevreleri hem diğer Kürt çevrelerince, hem de ABD ve Kürdistan Otonom Yönetimi dâhil ilgili bütün çevreler tarafından da dikkatle izleniyor. TC tarihinde ilk kez problemin adı konularak çözüm iradesine sahip ve kolları sıvamış olduğuna inanmamızı-güvenmemizi isteyen bir TC Hükümeti de var. Keza bu süreçte Kürt toplumunun bugün yaşamakta olduğu ve içinden çıkılamaz hale gelmiş büyük problemlerin çözülebilir bir zemine çekilmesi yönünde hükümet ve parlamento düzeyinde önemli bir takım reformist gelişmeler ve çabalar da var.
Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar?
Yıllardır kendi iradelerini Öcalan’a devretmiş bir siyasi yapının mensupları, her türlü kafa karışıklığına rağmen sabırla Öcalan’ı izlemek zorundalar. İkna olup olmamak gibi bir tartışmaya girme pozisyonları olamaz. Bir çözüm projesi mutlaka vardır veya oluşturulması için bir çalışma yapılıyordur. Ancak yıllardır Kürt halkının taleplerinin neler olduğunu, çözüm için neler yapılmak zorunda olduğunu halen birilerine yeniden anlatmanın, ya da nelerin yapılmasının planlandığını sorgulanmasın da gereği yok. Yani eğer eski politikaların Kürt meselesini çözmek yerine, tersine çözümsüzlüğü getirdiğini gören bir irade, ortaya çıkıp şimdi farklı bir yaklaşımla, demokratik ve barışçı yöntemlerle çözeceğim diyor ve Kürtlerden ve demokratik sivil kurumlardan destek istiyorsa, en azından olumlu bir yerlere varılmak istendiğini düşünüyorum.
Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve PKK'nin tekrar bir yarı açık 'süreç' başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?
Türkiye, yıllardır hiçbir vizyona dayalı olmayan “çözümsüzlüğün çözüm” kabul edilerek sürdürülmekte olan politikasının artık bir işe yaramadığını ve bu politikasının/politikasızlığının bölgesel bir aktör olarak tarih sahnesine çıkması, gerekse Suriye Kürtlerinin giderek etkinliklerini artırarak kendi gelecekleri üzerinde kendilerinin söz ve karar sahibi olabilecekleri yönündeki faturasının da giderek daha da yükseldiğini gördü. Öte yandan gerek Irak Kürdistanı’nın gelişmeler karşısında öncelikle AK Parti hükümetinin bölgesel ve uluslararası sorunlar karşısında yeni bazı politikalar üretmek ve uygulamak gibi bir hedefi olduğunu sanıyorum. Daha da önemlisi, 29 Nisan 1916'da imzalanan ve bölgenin siyasi haritasını düzenleyen Sykes-Picot Anlaşmasının günümüz pratiğinde bir işe yaramadığı görüldü. Son yıllarda bölgede geçmişe oranla çok daha etkin bir rol üstlenmiş olan ABD ve onun stratejik ortaklarının bölgedeki sınırların yeniden düzenlenmesi konusunda harekete geçmeleri oldukça önemli bir faktör olarak ele alınabilir.
PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz?
Bu konuda PKK’den birileri kalkıp gelinen noktayı kendileri için bir fiyasko olarak görseler veya Öcalan’ın bu kararlarına karşı oldukları söyleselerdi, buna bir diyeceğim olmazdı. Keza Öcalan önderliğindeki PKK’nin kendilerini bir kurtuluşa götüreceğini iman eden birileri bu sonuca itiraz etselerdi, buna da bir diyeceğim olmazdı; sadece kendilerinin siyasi tercihlerinde yanıldıkların söylerdim; hepsi o kadar.
Şayet çaktırmadan PKK’nin silahlı mücadelesine destek veren veya ondan birtakım umutlar bekleyen birileri hayal kırıklığı yaşıyorsa, bu durumda da meseleyi oturup kendileriyle yüzleşerek halledebileceklerini tavsiye ederim.
Ancak her fırsatta PKK’den sürdürdüğü savaş stratejisinin yanlış olduğunu; silahlı mücadeleyi sona erdirerek sivil ve demokratik platformlara çekilmesini ve siyasi mücadelesini bu alanda sürdürmesini isteyen, şahsen benim de dâhil olduğum PKK, BDP dışındaki Kürtlerin Abdullah Öcalan ve PKK’den Kürtlerin özgürleşmesi yönünde bir talebimiz olduğunu hatırlamıyorum.
Netice itibariyle Öcalan ve PKK yeni uygulamaya koydukları/koyacakları politikaları sonucu Kürt halkının bugüne kadar elde ettiği hiçbir kazanımın geri alınması söz konusu olmayacaktır. Tersine, Kürdistan’da şiddet ve silahlı mücadele sayfasının kapanmasıyla birlikte Kürt halkının sivil siyasete katılımının önü açılacaktır.
Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu'nda okunan mesajında atıfta bulunduğu ortak tarih, misakı milli, Çanakkale ruhu ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren yeni ‘paradigmasını’ nasıl değerlendiriyorsunuz?
Diyarbekir Newroz kutlamalarında Öcalan bana göre ciddiye alınacak şunları söyledi:
“Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. ”Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.”
Gerisi, populist politikacıların sıklıkla kullandıkları Çanakkale, Vatan-Millet-Sakarya, Misakı Milli vs. hamasetten ibaret sözlerdi. Bence yukarıdaki birkaç cümleyi söyleyebilmek için gelecek açısından da hiçbir karşılığı olmayan, sadece birilerinin kulağına hoş gelebilecek bu boş şeyleri de söylemek ihtiyacı hissetmiş olmalı.
Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni, Süryani, Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?
Ben Öcalan ve devlet/hükümet arasındaki görüşme ve temaslardan Kürt meselesinin çözümü gibi bir sonuç alınacağını beklemiyorum. Kürt meselesinin çözümünde uygulanacak bir takım uluslararası demokratik standartlar vardır ve devlet veya hükümet de eğer Kürt meselesinde çözüm için yol almak istiyorsa bu standartları hayata geçirmek zorundadır.
Müzakere meselesi sadece PKK’nin silah bırakması, yeni koşullardaki konumu, Abdullah Öcalan’ın statüsü vb konular olabilir. Kürtlerin bir halk olarak tanınma, kimlik, anadilde eğitim vb hak ve özgürlükleri bir siyasi partinin bir diğer siyasi parti hükümetiyle müzakere konusu yapılamaz. Yani bu tür konular müzakere edilemez ve de facto tanınıp uygulanır.
PKK dışında kalan Kürtler ve diğer sivil demokratik kurumlar, ancak silahlı mücadelenin bitmesiyle ortaya çıkacak yeni dönemde toplumun normalleşmesi için süreçte aktif olarak rol alabilirler. Demokratik bir ortamda da pek çok pratik yöntem bulunup geliştirilebilir.
Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın sağlanması mümkün müdür?
Eğer bölgede bir demokrasi ve özgürlük ortamı yerleşmemişse, Kürtler de Araplar gibi 20 tane devlet de kursalar bir bölge istikrarından bahsedemeyiz. Bölgedeki istikrarsızlık sadece Kürtlerin özgürlüğü veya bağımsızlığı ile çözülmeyecek gibi. Topyekûn bir demokratikleşme ve barış süreci hayata geçmeli, yaşanmalıdır. Keza bölgesel istikrarın esas olarak başta İsrail ve onun varlığından beslenen Filistin ve Arap dikta rejimleri olmak üzere, İran ve Türkiye’deki rejimlerin de otoriter karakterlerinin demokratikleşmesiyle birlikte mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden, muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz?
Türkiye’de Kürt meselesi, ayrımcılığın yasal bir statü ile açıkça adı konularak olarak benimsendiği bir mesele değil. Kürtler, Güney Afrika’da 1948 - 1994 arası yaşanan ve resmen, yasalarla düzenlenmiş bir Apartheid statüsünde yaşamıyor ki. Türkiye yıllarca Kürt meselesi diye bir meselesinin olmadığını söyledi ve resmi olarak hiçbir şekilde Kürt varlığından söz etmedi ki. Türkiye’nin Kürt meselesi, devletin uyguladığı fiili bir durumun sonucudur ki, red ve inkâra dayalı bir meseledir. Vaktiyle çıkarılan Takriri Sükûn Kanunu, Şark Islahat Planı Kararnamesi, İskân Kanunu, Tunceli Kanunu, Vatandaşlık Kanunu vb gibi düzenlemelerde elbette Kürtler dikkate alınarak bazı hükümler yer aldı. Ancak buralarda açıkça Kürt halkına yönelik bir ayrımcılık hükmüne yer verilmiyordu. Devlet bir politika uyguluyordu ve bunun nasıl uygulanacağını görevli kurumları ve memurları arcılığı ile gerçekleştiriyordu. Bu bakımdan meselenin çözümünden söz ederken de, resmen belgelendirilmesini de beklemiyorum ve bir bakıma mevcut fiili durumun sona erdirilerek, çözümün de yine birtakım yasal, anayasal vb garantilerle fiilen çözülebileceğini düşünüyorum.
Meselenin çözümün muhatabı hükümettir veya devlettir. Kürdistan’da özgürce faaliyet gösterip, halkın belirli eğilimlerini veya belirli kesimlerini temsil eden kaç örgüt sıralayabiliriz? Devlet veya PKK yıllardır yaşanan fiili savaş ortamında kime özgür bir ortam bıraktı ki? Elbette bazı Kürt politikacı ve aydınlarının fikirlerine katılır veya katılmayabilirsiz; ancak insanların fikir ve ifade özgürlüğü dikkate alınmayarak tehditlerle susturulmuş veya etkisizleştirilmiş olması, ister istemez Kürt toplumu bakımından bir eksikliğe yol açtı. Halen PKK tehdidi nedeniyle arkalarında devletin tahsis ettiği koruma polisiyle dolaşan arkadaşlarımızın da olduğu bir gerçek. Öte yandan devlete karşı korunmak için Jitem, Hizbullah vb. gibi devlet içi odaklar tarafından işlenmiş faili meçhul cinayetler karşısında hiçbir şansımız olamazdı.
“Akil İnsanlar Heyeti” olarak hükümetçe seçilmiş veya belirlenmiş insanlar arasında çok değerli ve bazıları benim de yakın dostum olan şahsiyetler var. Ellerindeki yegâne aracın yazmak ve konuşmaktan ibaret olduğu bu arkadaşlarımız bu güne kadar ne yapıyorlardıysa gene aynı şeyleri yapacaklardır. Yani ben buradan bir mucize beklemiyorum, ama belki toplum psikolojisi açısından bir rahatlık yaratmış olabilirler.
Bu bakımdan olaya sadece iyi niyetle bakmak ve arkadaşları yıpratmamak gerekir diye düşünüyorum.