Muratcan Sabuncu*
Büyük krizlerin sonuçları insanlık tarihini binlerce yıldır şekillendiriyor. Geleceğin tarihçileri muhtemelen içinden geçtiğimiz Koronavirüs salgınına büyük anlamlar yükleyecek. Salgının uzun vadede yaratacağı tüm sonuçları kestirmek henüz mümkün değil. Yine de şimdiden salgının toplumun her kesimine etki ettiğini ve pek çok alanda değişimi tetikleme potansiyeli olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk da salgının etkisini hissettirdiği alanların başında geliyor.
Güncel gelişmeler ışığında Koronavirüs'ü, salgının küresel etkinlerini ve dönüştürücü potansiyelini Prof. Dr. Anne Peters ile tartışma imkanımız oldu. Uluslararası hukuk alanının önde gelen isimlerinden olan Prof. Peters, pek çok önemli yayını ve farklı alanlardaki uzmanlığıyla salgının çok boyutlu yapısını anlamak ve tartışmak için ideal bir akademisyen. Kendisi Almanya'nın Heidelberg şehrinde bulunan Max Planck Karşılaştırmalı Kamu Hukuku ve Uluslararası Hukuk Enstitüsü'nün müdürü ve Heidelberg, Berlin, Basel ve Michigan üniversitelerinde profesör. Bunun yanı sıra 2010-2012 yılları arasında Avrupa Uluslararası Hukuk Cemiyeti'nin başkanlığı görevini yürütmüş, şimdi de Alman Uluslararası Hukuk Cemiyeti'nin başkanlığını yapmakta*.
Anne Peters
- Aralarında Pfizer ve BioNTech tarafından geliştirilen BNT162b2, Moderna tarafında geliştirelen mRNA-1273, Sinovac tarafından geliştirilen CoronaVac ve Rusya tarafından geliştirelen Sputnik V'in bulunduğu birkaç aşı önemli aşamalar kaydetti ve çeşitli onayları aldı. Bunlar arasından Pfizer ve BioNTech tarafından geliştirilen aşının yüzde 95 oranında etkili olduğu söyleniyor.
Mayıs ayında gerçekleşen 73. Dünya Sağlık Meclisi'nin açılışındaki konuşmalarında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Güney Kore Devlet Başkanı Moon Jae-in geliştirilecek Koronavirüs aşılarıyla ilgili "küresel kamu malı" ifadesini kullanmıştı. Buna rağmen "aşı milliyetçiliği" potansiyelinden bahsetmek mümkün gözüküyor. Sizce 2009'daki halk arasında domuz gribi adıyla bilinen influenza A H1N1 salgınındaki gibi zengin ülkelerin bütün aşıları satın aldığı ve herkesin "önce benim ülkem" yaklaşımıyla hareket ettiği bir süreç mi yaşacağız? AB'nin 300 milyon doz aşı aldığını, İngiltere ve ABD gibi bazı ülkelerde de aşı programlarının çoktan başladığını biliyoruz. Sizce bu adaletsiz bir dağıtıma mı işaret ediyor?
Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü "aşı milliyetçiliği"ne karşı uyarıda bulundu. Devletlerden, hükümetlerarası kuruluşlardan (Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, Avrupa Birliği gibi), özel sektörden (özellikle aşıları geliştiren ve üreten firmalar), hayır kuruluşlarından (Bill ve Melinda Gates Vakfı gibi) ve sivil toplum kuruluşlarından müteşekkil bir kamu-özel ortaklığı bunu engelleyebilecek gibi gözüküyor. Sağlık alanında dayanışmayı hayata geçirecek platformun adı COVAX. COVAX, GAVI (Global Alliance for Vaccines and Immunizations ya da Türkçesiyle Aşı ve Bağışıklık Küresel İttifakı) himayesinde idare edilen ve İsviçre hukukuna göre kurulmuş, Cenevre'de bulunan bir kuruluş. Şu an dünya nüfusunun yüzde 90'ını oluşturan 180 devlet COVAX'e üye. Bunlara üye devletler adına AB ve Çin dahil, ama henüz ABD ve Rusya girişimin içinde değil [1]. Katılımcı devletlerden aşı alımını kendi finanse edebilen ülkeler, işbirliği aracılığıyla aşı satın almayı taahhüt ediyor ki aşı daha sonra düşük gelirli ülkelere de adil bir şekilde dağıtılabilsin. Ayrıca yüksek ve orta gelirli devletler kendi nüfusları için bu işbirliğinden bağımsız olarak da aşı siparişi verdi. Bu da COVAX üyelerinin işbirliği aracılıyla aldığından daha fazla doz demek. Piyasa mantığı tarafından şekillenen fiyatlar çok değişken, bunda da aşının sınırlı sayıda olması etkili.
Buna karşın bağışıklık, en azından Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü'nde geçerli olan geniş anlamıyla bir "küresel kamu malı". Dilimize pelesenk olan bu ifadeyle küresel kurumlar, bağışıklamanın herkesin dayanışma anlayışıyla katkıda bulunması gereken ve küresel kamu yararına hizmet eden bir vazife olduğunu belirtmek istiyor.
DSÖ ve diğer başka kurumlar gerekli tıbbi malzemelerin adaletli dağıtımı için çeşitli etik düzenleme önerilerinde bulundu. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nin 12. Maddesi tarafından koruma altına alınan sağlık hakkı bu konuda biraz rehberlik ediyor, çünkü taraf devletlere orta derece sınır ötesi yükümlülükler dayatıyor. BM İnsan Hakları Komitesi'nin 14 sayılı Genel Yorumu, üye devletlerin sağlık hakkından diğer ülkelerde de yararlarlanılmasına uymasını öngörüyor. Bu uluslararası hukukun aşı stoklamasını yasakladığı anlamına geliyor gibi gözüküyor. Bu bakımdan devletlerin ancak virüs bulaştırma katsayını ülkelerinde 1'in altına düşürmek için gerekli olan miktarda aşı alabileceği savunulabilir. Ayrıca, kaynakların elde bulunma durumuna bağlı olarak, demin sözü geçen Genel Yorum uyarınca devletler başka ülkelerde temel sağlık olanaklarına erişimi kolaylaştırmalı ve lazım olduğunda gerekli yardımı sağlamalıdır. Bu konuda kesin bir düzenleme olmasa da, zengin ülkelerin bir bakıma hukuken daha fakir ülkelere aşı bağışlamaya zorunlu olduğu anlamına gelebilir. Bir de tabii elbette ahlaki ve siyasi bir değerlendirme, özellikle durumun aciliyeti göz önünde bulundurulduğunda, bu tip bir yardımın lehine.
Diğer bir hukuki yükümlülük, DSÖ'nün dayattığı ve ülkede bulunan firmalara aşının ihracatını yasaklamamaya yönelik yükümlülük. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)'nın 11. maddesi ihracat kısıtlamalarını yasaklıyor, fakat aynı maddenin 2. fıkrası taraf devletlere geçici olarak ihracatı yasaklama imkanı veriyor. Söz konusu yasak, taraf devletlerce gıda maddesi ya da diğer zaruri ürünlerin kıtlığı durumunu engellemek ya da hafifletmek amacıyla uygulanabiliyor. Bu tanıma göre aşı da zaruri. Salgın sırasında Dünya Ticaret Örgütü üyeleri, maske ve diğer tıbbi malzeme ihracatı yasaklarını bu maddeye başvurarak gerekçelendirdi.
Son olarak, devletlerin, egemenliklerinin doğal sonucu olarak, kendi nüfuslarına karşı özel bir sorumluluğu var. Demokratik devletlerin ayrıca kendi vatandaşlarına karşı hesap verme yükümlülüğü var. Ne var ki tüm devletler aynı zamanda, imkanları ölçüsünde, küresel ve adil bir dağıtım için çalışmalı. Bunun ne anlama geldiğini ve devletlerin kendi milletlerine tanıyacağı önceliğin ahlaken ve hukuken ne kadar kabul edilebilir olduğunu açıkça tartışmalıyız.
- Pfizer/BioNTech tarafından geliştirilen aşının arkasında bir Türk-Alman çift var. Sizce göçmen bir çifte ait bu başarı hikâyesi, artan yabancı düşmanlığına da deva olur mu?
Yabancı düşmanlığının arttığından emin değilim. Eurobarometer'ın kamuoyu yoklamalarına göre, göçü bir "sorun" olarak gören Avrupalıların oranı bazı ülkelerde artarken diğerlerinde azalıyor. Her halükarda, ne yazık ki pek çok insan BioNTech'in arkasında kimin olduğunu bilmiyor gibi. Bu güzel, cesaret verici ve yürekleri ısıtan "kişisel" hikâye çok daha fazla paylaşılmalı!
Covid-19'a karşı geliştirilen aşı çalışmalarının ümit verici sonuçlarından önce de, küresel kıtlık riskine karşı pek çok devlet kendi hastanelerindeki çalışanların kullanımı için solunum cihazı, cerrahi maske ve eldiven stokladı. Ayrıca salgının ilk dört ayında kişisel koruma ekipmanı, solunum cihazı ve ilaçlara yönelik iç tedarik üzerinde ihracat kontrolü uyguladı. Covid-19, ülkeleri kendi kendilerine yetebilmeleri için teşvik edici bir potansiyel mi yarattı? Bu, uzun vadede, ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığı ve entegrasyonu azaltarak küreselleşmeden geri dönüşe (deglobalizasyon) sebep olur mu?
Koronavirüs salgını tam bir küreselleşme problemi. Bulaşmanın hızı ve yayılması insanların hareketliliği yüzünden oldu. Toplumların küresel değer zincirlerine bağımlılığı onları savunmasız kılıyor: Gelişmiş ülkelerdeki sokağa çıkma yasakları tüketimi azalttı, bu da siparişlerin iptaline yol açtı. Böyle olunca ucuz üretim yapan ülkelerdeki işçiler zarar gördü. Bununla beraber gelişmiş ülkeler dış kaynaklı tedarikten birdenbire mahrum kaldı.
Tabiatıyla bu ani şok, liderleri millî otarşiyi yeniden gözden geçirmeye sevk etti. İlaveten, stoklama, sınırları kapatma ve tıbbi malzemelere uygulanan ihracat yasakları gibi refleksler eski milliyetçi eğilimlere dayanıyor. Popülist "önce benim ülkem" yaklaşımı, ne gariptir ki küreselleşme kaynaklı endişeden beslendi. Bu endişenin kökünde de zengin ülkelerdeki sıradan işçilerin küresel rekabetin mağduru olması ya da bundan az fayda sağlaması, üretimin dışarıya kaymasıyla gelirlerinde durgunluk ve iş güvencesizliği yaşamaları yatıyor.
Ne var ki, baştaki sınırları kapatma önlemleri yeniden gözden geçirildi ve daha sofistike giriş/çıkış önlemleri ve karantina zorunlukları bu önlemlerin yerini aldı. Ayrıca, pek çok ülkelerarası işbirliği örneği görüyoruz. Bu işbirliği ekipman yardımlarından diğer ülkelerden gelen hastaların acil durum ünitelerinde tedavisine kadar gidiyor. Devletler, uluslararası itibarlarını yükseltmeye ve başkalarına tavsiye vererek ve yardım ederek nüfuz kazanmaya çalışıyor. 1990'ların ve 2000'li yılların başlarının hiper küreselleşmesinin yerini the Economist'in ifadesiyle "küresel yavaşlama" (slowbalisation) almış olsa da küreselleşme tersine dönecek gibi gözükmüyor. Tüketiciler dünyanın her tarafından ucuz mala alıştı, yatırımcılar yatırımlarını yurtdışından kolayca çekmeyecek ve dünyanın zengin kısımlarındaki yaşam biçimi göçmenleri çekmeye devam edecek. Daha da önemlisi salgın, iklim değişikliği tehdidine nazaran daha somut bir biçimde, tüm insanlığın "tek bir gemi"de olduğunu, aynı kaderi yaşadığını ve bunu ancak birlikte aşabileceğini kabul etmeye bizi mecbur ediyor.
- Avrupa Birliği her zaman en önemli iktisadi ve siyasi entegrasyon projelerinden biri olarak görüldü. AB bayrağı, marşı ve ortak para birimi gibi federalleşme yolundaki evrimini gösteren sembollerle bu algıyı kuvvetlendirdi. AB içerisinde bile insan hareketliliğine kısıtlamalar getirildi ve salgınla yüz yüze kalan üye devletler arasındaki dayanışma eksikliği pek çok kişi tarafından tenkit edildi. Bu yaşananlar birliğin kırılganlığına mı delalet?
İlk dalgada AB içindeki millî sınırların bir şekilde öngörülemez biçimde kapanması güçlü bir olumsuz sinyaldi. Yine de açık sınırların sembolik değeri pratik zorunlulukların üstüne çıkamazdı, çıkmamalı da. Nüfusların ("kümelerin") hareketsizliği salgın yönetimi açısından temel bir ilke. Hareket kısıtlaması ve küçük grupların tecriti özünde milliyetçilik ile ilişkili değil. Aslında ulusaltı birim, bölge, topluluk ve şehirler aynı coğrafi sınırlama stratejisini izliyor.
Aynı zamanda seyahat yasakları, artık bariz görülen Avrupa içi hareketliliğin pratik (hem iktisadi hem kişisel) işlevselliğini hatırlatıyor. Bu hareketliliğin yeniden değerlendirilmesi Avrupa'nın itibarını tazelemesini sağlayabilir.
Ayrıca salgın, AB Konseyi'ndeki liderleri "Yeni Nesil AB" adındaki 750 milyar Euro tutarındaki tarihi kurtarma paketi üzerinde anlaşmaya götürdü. Fon, kredi ve hibeler için kullanılacak. Bu mali birlik için önemli bir adım olabilir.
- Yerel merciler karantinalardan bireylerin tecritine, seyahat yasaklarından sokağa çıkma yasaklarına pek çok farklı önlem aldı. Bundan önce terör saldırıları ve afetlerden sonra olağanüstü hâl ilan edildiğini gözlemliyorduk. Şimdi de "tıbbi olağanüstü hâl"in doğuşuna mı şahitlik ediyoruz? Tanımı gereği geçici olan olağanüstü hâlin süreklileşme potansiyelinden bahsedebilir miyiz? Tıbbi önlemler ile hukuk devleti standartlarını ve insan haklarından doğan yükümlülükleri dengelememiz mümkün mü?
Özellikle salgının ilk dalgasında, pek çok ülke olağanüstü hâl durumlarında kullanılan yöntemlere başvurdu. Bu yöntemler iç hukuk tarafından öngörülüyor ve genelde, parlamentoların olağan bir şekilde kanun çıkarmasını beklemektense yürütmenin kararnameler yoluyla düzenleme yapmasını sağlıyor. Ayrıca pek çok devlet, uluslararası ve bölgesel insan hakları antlaşmaları kapsamında resmî olarak olağanüstü hâl ilan etti. Bu antlaşmalar devletlere toplantı hakkı ve aile hayatı gibi insan haklarını askıya alma imkanı veriyor.
Hızlı olağanüstü hâl ilanları, devletlerin hukukun üstünlüğüne içi boş bir ritüelmişçesine yapmacık bir bağlılık göstermesi tehlikesini taşıyor. Ondan sonra da devletler, aldıkları önemleri açıklama ya da söz konusu önlemlerin haklılığını ortaya koyma gereksinimi duymaksızın, istediklerini yapıyor. Oysa hukuk açısından, insan hakları antlaşmalarına dayanarak ilan edilen olağanüstü hâller dahi hukukun yok sayılabileceği bir alan değil, çünkü uluslararası insan hakları gözetleme mekanizmalarının denetimi altında. Olağanüstü hâl ilanları bazı koşulları yerine getirmek ve geçici olmak zorunda.
Bazı ülkeler insan haklarını, olağanüstü hâl ilan etmeden, duruma göre kısıtladı. Mesela seyahat kısıtlamaları, kamu sağlığını korumaya yönelik meşru bir amaç taşıdığında meşru ve hukuki bir kısıtlamadır. Ayrıca kamu yararı ve temel haktan yararlanma arasındaki denge gözetildiğinde, hedeflenen amacı gerçekleştirmek için gerekli ve orantılı bir tedbirdir.
Son olarak hukuk, devleti ya da başka herhangi bir otoriteyi kuralları çiğnemekten alıkoyamaz. En iyi kanunlar insanlar tarafından uygulanmak mecburiyetindedir, hiçbir zaman bu insanların kanunları çiğnemeyeceğinin garantisi yoktur.
- Bazı ülkeler krizi yönetmekte diğerlerinden daha muvaffak oldular. Daha iyi kriz yönetmenin arkasındaki sebepler ne olabilir? Bunun siyasi rejimle bir alakası var mı? Popülizm, salgına etkili cevap vermenin önünde bir engel midir?
Salgın, ülke performansıyla ilgili bir gerçek hayat deneyimi. Farklı idare şekillerini mukayese eden araştırmalar yolda. Hangi rejimin en iyi işi çıkarttığını söylemek için çok erken. Çin gibi otoriter rejimler hızlı ve esaslı tepki verebildi. Öte yandan, otokratlar başarısız oldu, çünkü olayları kolayca maniple edemiyorlar ve kontrol altında tutamıyorlar. Buna örnek olarak Rusya ve İran verilebilir. Şeffaf bir şekilde hareket eden, tartışma ve eleştiriyi kolaylaştıran, yargı yoluyla itirazlara izin veren ve bilim insanlarını dinleyen ülkelerdeyse insanlar makul olmaya, tavsiye ve kanunlara güvenmeye ve kendi iradeleriyle kurallara uymaya daha meyilli. Ne var ki, hem toplumsal kültür hem de önceki bulaşıcı hastalık tecrübelerinin önemi var. Asya ülkeleri, demokratik olanları da olmayanları da, iyi iş çıkarttılar, çünkü hepsi SARS tecrübesinden bir şeyler öğrendi ve belki de bir de oradaki insanlar daha toplum eğilimli ve hayat biçimlerini adapte ederek fedakarlıkta bulunmaya ABD'nin temsil ettiği tipik Batı ülkelerinden daha müsait.
Sonuç olarak, sağlık altyapısı ile profesyonel ve lojistik kabiliyet, bireylerin kendi iradeleriyle kurallara uymasıyla birlikte, başarı için önemli faktörler gibi gözüküyor. Bunlar rejim tipine direkt olarak değil, ama muhtemelen dolaylı olarak bağlı.
- Ülkeler, salgına yetersiz bir şekilde müdahale etmeleri sebebiyle sorumlu tutulabilir mi? Salgınla ilgili bilgilerin paylaşılmaması, geç verilmesi ya da tam güvenilir olmaması sorumluluk doğurur mu? ABD Başkanı Donald Trump, Çin hükumetini salgının ilk başında bazı gerçekleri örtmekle itham etmişti, cevabınız bu yüzden ABD ile Çin arasındaki tartışmayı anlamaya yardım olacaktır.
Dünya Sağlık Örgütü Tüzüğü'ne (2005) göre Çin, kendi toprakları dahilinde "uluslararası kamu sağlığı acil durumu" teşkil edebilecek hadiseleri DSÖ'ye bildirmekle mükellefti. Ülkenin yapacağı değerlendirme, DSÖ'nün değerlendirme ve karar verme aygıtına dayanmalıdır. DSÖ'ye üye 194 ülke, aynı uluslararası hukuki yükümlülüklere riayet etmekle mükelleftir.
Hadiselerin hangi zaman aralıklarında cereyan ettiği hâlâ inceleniyor. DSÖ, Çin Halk Cumhuriyet'indeki ülke ofisinin Vuhan Kent Sağlık Komisyonu'nun sitesindeki 31 Aralık 2019 tarihli bir basın demecine rastladığını ifade ediyor. Çin, Vuhan'da tespit edilen "bilinmeyen sebepli viral pnömoni" vakalarını resmî olarak 3 Ocak 2020'de DSÖ'ye bildirdi.
Diğer bir soru daha hızlı bilgilendirmenin salgının yayılımını değiştirme ihtimali, çünkü DSÖ dahil pek çok aktör salgına karşı gecikmiş ya da zayıf karşılık sebebiyle yayılıma katkıda bulunmuş olabilir. Ne var ki, bu tip değerlendirmeler bir devletin geç ya da eksik beyanından doğan uluslararası sorumluluğu hafifletmez, çünkü beyan etme yükümlülüğü sonuçtan bağımsızdır. Mümkün materyal sonuçlardan ayrıdır, illiyetin tespiti, salgını da gösterdiği gibi, çok zor ya da imkansız olabilir. Bir devlet, en iyi tedbirle dahi söz konusu sorunun engellenemeyeceğini savunarak kendisini temize çıkaramaz. Bu tip usule ait yükümlülüklerin var oluş sebebi zaten sağlık risklerini azaltmakta genelde yardımcı olan şeffaflık kültürünü teşvik etmek.
DSÖ Genel Kurulu Mayıs 2020'de yetersiz beyan ve müdahale tenkitlerini incelemek üzere yalnız Çin'i değil tüm ülkeleri kapsayan bir soruşturma başlattı. "Salgın Hazırlık ve Müdahale Bağımsız Paneli" hadiselerin kesin kronolojisini ve Covid-19 salgınıyla ilişkili, hükümetlerin salgına verdiği cevapları da kapsayan aktiviteleri belirleyecek. Panel, tespitlerini Mayıs 2021'de DSÖ'ye sunacak.
- Dünya Sağlık Örgütü, uluslararası sağlık faaliyetini yöneten ve koordine eden otorite. Kurumun salgın sırasındaki performansını nasıl buluyorsunuz? Sizce mevcut krizde bir lider gibi mi yoksa düşük profilli bir kuruluş gibi mi hareket etti? ABD'nin seçilmiş başkanı Joe Biden başkanlığının ilk gününde DSÖ'ye yeniden katılacaklarını açıkladı. Sizce ABD'nin örgüte yeniden girmesi performansına ve etkinliğine etki eder mi?
DSÖ güçlü bir şecereye sahip. İnsanların sistematik bir şekilde seyahat etmeye başlaması hastalıkların sınırötesi yayılımını beraberinde getirdi ve bu yapısal sorun uluslararası işbirliğini gerektirdi. Bu yüzden dönemin Osmanlı sultanının 1838'de İstanbul'da Karantina Meclisi'ni kurması - ki bu kurum uluslararası kuruluşların öncülü ya da melez bir kurum olarak görülebilir - bir sürpriz değil [2].
1946'da kurulan DSÖ'nün sokağa çıkma kısıtlaması ya da başka bir tedbir dayatma yetkisi yok. Örgüt bir dünya sağlık zabıtası değil. DSÖ'nin 2005 tarihli tüzüğü 2003'teki SARS krizi sonrası kabul edildi ve hukuken bağlıyıcı. Ne var ki, sadece devletlerin müdahale kapasitelerini geliştirme (acil duruma hazırlıklı olma), DSÖ'yü bilgilendirme ve işbirliği yapma zorunlulukları var. Ayrıca tüzük, DSÖ Genel Direktörü'ne sınır kapatma gibi geçici tavsiye yayımlama yetkisi veriyor. DSÖ'ye verilen yetkiler ve bütçe epey mütevazi, çünkü üye devletler sağlık alanında "egemenlik"leri konusunda ısrarcı. DSÖ üye devletlerden iyi olamaz, çünkü üye devletler kuruluşu düşük profilli tutuyor ve DSÖ'nün tavsiyelerine çoğu zaman uymuyor.
Güncel bir olay duruma örnek teşkil edebilir: Pek çok gözlemci, DSÖ'yü İtalya'nın Covid-19'a ilk müdahelesiyle ilgili 13 Mayıs 2020 tarihli bir raporu sildiği için tenkit etti. Rapor, İtalya'nın salgın hazırlık planını güncellememiş olduğunu ifade ediyordu. Rapor, yayımlandıktan birkaç gün sonra örgütün internet sitesinden kaldırıldı. Raporun kaldırılması DSÖ Genel Direktör Yardımcısı Ranieri Guerra ile ilişkilendirilebilir. Kendisi İtalyan vatandaşı ve İtalya'da 2014-2017 yılları arasında salgın hazırlığından sorumluydu. Mesleki olarak sadece şu an görev yaptığı DSÖ'ye bağlı olması gerekirken, İtalyan kamu hizmetindeki eski pozisyonunun doğurduğu çıkar çatışması, muhtemelen DSÖ'nün otosansürü gibi gözüken bir hadiseye sebebiyet verdi. Bu otosansür olayı çok tartışmalı, çünkü İtalya raporun yayınlanmasından çok kısa bir süre önce DSÖ'ye 10 milyon Amerikan doları bağış yaptı.
Bahsi geçen hadise, uluslararası kuruluşların tüm yapısal handikaplarını gözler önüne seriyor. Bu kuruluşlar yetkileri, çalışanları ve bütçeleriyle üye devletlere bağımlılar. Yetersiz kamu finansmanı özel fonlamaya bağımlılığa sebep oluyor, bu da eksik hesap verilebilirlik ve çıkar çatışmaları gibi başka sorunlar doğuruyor. Tüm bu handikapların başında üye devletlerin DSÖ'yü günah keçisi olarak kullanması var, bu kuruluşun zayıf özerkliği göz önünde bulundurulduğunda hiç adil değil.
ABD'nin DSÖ'ye dönüşü önemli bir adım, bunda tabii ABD'nin üyelik aidatlarının yüzde 24'ünü ödemesinin payı da var. Tüm devletler DSÖ'nün finansmanını arttırmayı ve kuruluşun tüzüğünü usule uygun yükümlülüklerin ötesinde daha sıkı ve bağlayıcı yükümlülüklerle revize etmeyi gözden geçirmeli. Üye devletlerin kurallara uyumunu denetleyecek ve riayetsizlik durumunda gerçek yaptırımlar öngören bir mekanizmayı hayata geçirmeliler. Böyle reformlar ancak DSÖ'nün demokratikleşmesi ve politizasyonu ile mümkündür, ki bu da daha çok şeffaflık, katılım ve azil mekanizması demek.
Covid-19 zoonotik bir hastalık, yani hayvanlardan insana geçen bulaşıcı bir hastalık. Ne var ki, HIV ve SARS gibi yakın zamanlı örneklerin de gösterdiği gibi insanlık tarihinin ilk zoonotik hastalığı değil. Sizce Homo Sapiens diğer hayvanlarla ilişikisini yeniden mi gözden geçirmeli? Sizce Homo Sapiens'in küresel ekolojideki en önemli değişim faktörü olduğu Antroposen, biyoçeşitliliğin daha büyük bir tevazu ile kucaklanması sayesinde evrimleşir mi? Uluslararası hukuk mekanizmaları bize bunun için yardımcı olabilir mi?
Bence Homo Sapiens'in acilen diğer hayvanlar ve genel anlamda doğa ile ilişkisini gözden geçirmeye ihtiyacı var. Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Hükümetlerarası Platformu yakınlarda henüz keşfedilmemiş 1.7 milyon virüsün varolduğunun düşünüldüğünü anımsattı, ki bu virüslerin 540 binden 850 bine kadarı insanları enfekte etme kabiliyetine sahip. Yani bir sonraki zoonotik hastalık sadece bir zamanlama meselesi. Yaban hayatına gaddar müdahaleler, mesela hayvan otlatma gibi sebeplerden tropikal ormanların yok edilmesi, insanları patojenlerle kontağa geçiriyor. Belki bundan daha acil başka bir problem büyük ölçüde fabrika çiftçiliğinde antibiyotiklerin aşırı kullanımına dayanan antimikrobyal direnç.
Bizim bu yüzden insanların sağlığı ile insan dışı hayvanların sağlığının birbirine bağlı olduğunu kabul eden ve bu yüzden ikisini birlikte güvenceye alan bir "tek sağlık" yaklaşımına ihtiyacımız var [3]. Mesela, Covid-19 salgınında sadece yarasalar Çin'deki vahşi hayvan pazarı müşterilerini enfekte etmedi, Hollanda ve Danimarka'daki kürk fabrikalarındaki vizonlar da çalışanları kontamine etti. Sonuç olarak, acı çeken ve ölen milyonlarca insanın yanı sıra 21 milyon vizon ilkbaharda birkaç hafta içinde öldürüldü.
"Tek sağlık" yaklaşımı bir hukuk ilkesi olarak henüz kabul edilmemiş olsa da, uluslararası kuruluşlar için bir siyasi yönerge hâline geldi. Dünya Sağlık Örgütü, Gıda ve Tarım Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü bu konuda işbirliğine başladı. Gerekli tedbirlerden bazıları, çiftliklerdeki stok yoğunluğunun radikal olarak azaltılması, kök hücreden üretilen "yapay et"in yakın zamanlarda Singapur'da olduğu gibi pazara sunulması, deri ve kürk gibi hayvanlardan elde edilen materyellerin sentetik malzemelerle değiştirilmesi ve vahşi hayvan etinin yasaklanması. Bahsettiğimiz uluslararası kuruluşlar bu yönde uluslararası standartlar koymada kurumsal bir merkez işlevi görebilir.
Salgın, virüslerin insan icadı olan sınırları tanımadığını bir kez daha hatırlattı. Konuşmamızı sonlandırmak için size Covid-19'la sınırlı kalmayan küresel krizlerin çözümünde çok taraflılığın rolü ile ilgili görüşlerinizi sormak isterim. Sizce küresel sorunlar küresel çözümler mi gerektiriyor?
Kabaca evet. Küresel sorunlar küresel çözümler gerektiriyor. Küresel ölçekteki birkaç problemi, mesela küresel ısınmayı, toplu göçleri ve terörizmi düşünün. Yine de aynı zamanda yerel ölçekte de hareket etmeye ihtiyacımız var, bu küreselleşen problemlere kökten müdahale etmek demek.
Söz konusu stratejiyi düzenleyen hukuki prensip yetki ikamesi. Bu prensip sahaya daha yakın olan, olayları daha iyi bilen, daha süratle reaksiyon gösteren küçük birimlerin (mesela ülkelerin, hatta bölgelerin veya şehirlerin) ilk elde yetkili olması demek. Ancak daha küçük siyasi birimler sorunla etkin şekilde başa çıkamazsa, üstteki birim devreye girmeli.
Farklı hukuki yaklaşımlar denemek ve iyi olanı bulmak için mevzuata ilişkin rekabete müsade etmek elzem. Mesela bir ülke okulları kapatırsa, başka bir tanesi maske kullanımını öngörürse yaklaşımları karşılaştırabiliriz ve hangisinin daha iyi olduğuna karar verebiliriz. Mevzuata ilişkin rekabet kontrolsüz olmamalı, sınırları belli kurallar tarafından düzenlenmeli. Mesela, evrensel bir ilke olan insanlık onuru ekonomiyi ayakta tutmak için yaşlıların ölmesine müsade eden bir mevzuatı engellemeli. Son olarak, salgının bir "en zayıf halka oyunu" olduğunu söyleyebiliriz. Başarısız olan tek bir ülke tüm insanlığın sağlık güvenliğini tehlikeye atabilir. Yani bu yüzden, küresel bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Muratcan Sabuncu
* Muratcan Sabuncu Paris 1 Panthéon-Sorbonne ve Basel üniversitelerinde uluslararası hukuk alanında doktora öğrencisidir.
[1]: Türkiye COVAX'a katılmadı. Bkz.: https://www.indyturk.com/node/286156/sağlik/dr-serdar-savaş-türkiye'nin-aşı-temini-için-neden-covax'-girmediği-açıklanmalı
[2]: Prof. Peters, burada Sultan II. Mahmud devrinde kurulan Karantina Meclisi'ne atıfta bulunuyor. Bu konuda meraklı okuyucular Prof. Dr. Gülden Sarıyıldız'ın çalışmalarına başvurabilir.
[3]: Bu konuda daha detaylı bilgi için Prof. Peters'in geçen ay yayınladığı bir makaleye bakabilirsiniz: https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=3729488