Ergin Yıldızoğlu
ABD ve Avrupa Birliği (AB) ittifakıyla Rusya'yı karşı karşıya getiren Ukrayna'yı, uluslararası jeopolitik dengeleri içine çekebilecek bir uçurum olarak düşünebiliriz.
İki büyük güç, karşılanması olanaksız taleplerini uzlaştıramadan tamamlanan diplomatik girişimlerden sonra, şimdi bu uçurumun kenarında, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak ve tehditleri tırmandırarak bir sonraki hamleyi tasarlamaya çalışıyorlar.
Garip bir durum
İki büyük süper gücü karşı karşıya getiren durumda bir gariplik var.
Rusya, ABD'den Ukrayna'nın asla NATO'ya alınmayacağına ve NATO'nun artık genişlemeyeceğine ilişkin yasal bir garanti istiyor.
Rusya'nın, NATO'nun SSCB çöktükten sonra bağımsızlaşan ülkeleri içine alarak genişlemesiyle başlayan jeopolitik sürecini geri çevirmeyi amaçlayan iki talebi daha var:
NATO'nun, o genişlemeyle içine aldığı ülkelere yerleştirdiği silahları, kurduğu askeri tesisleri sökmesini istiyor.
Ayrıca, yenilerini konuşlandırmayacağına ilişkin yasal garantiler bekliyor.
ABD'nin bu talepleri kabul etmesi için, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesinden ve bunun tetikleyeceği "büyük bir savaş" olasılığından korkması dışında hiçbir neden yok.
Dahası, eğer ABD, Rusya'nın istediği yasal garantileri verirse, bir hegemonya merkezi olarak "geri çekilme sürecine" girdiğini kabul etmiş olacak.
Böyle bir kabullenme, geri çekilme sürecinde "Şimdi sırada neresi var?" sorusunu doğuracak. Cevabı ise ABD'nin Hint-Pasifik bölgesinde Çin karşısındaki konumuna, Tayvan'ın geleceğinin sorgulanmasına kadar uzanıyor.
Ayrıca, bir büyük güç hakkındaki "geri çekiliyor" algısı, onun kurduğu düzenin çözülme sürecini denetlenemeyecek biçimde hızlandırarak bir küresel savaş olasılığını da besleyebilir.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov gibi deneyimli ve rasyonel iki siyasetçinin, taleplerini ileri sürerken tüm bunları değerlendiremediğini düşünmek gerçekçi olmaz.
ABD'de Biden yönetiminin, Rusya'nın taleplerini hızla reddederken ileri sürdüğü gerekçeler de en az Putin ve Lavrov'un tutumu kadar ilginç.
ABD Dışişleri Bakanı Anthony J. Blinken'e göre, "Bir ülkenin, bir başka ülkenin politikalarını, onun ilişki kurabileceği ülkeleri belirlemeye hakkı yoktur. Hiçbir ülkenin nüfuz alanları dayatmaya hakkı yoktur. Bu anlayış tarihin çöplüğüne gönderilmiştir".
Ancak Amerikan New York Times gazetesinde Peter Beinart'ın anımsattığı gibi ABD, son 200 yıldır, Monroe doktrini ile tam da bunu yapıyor. Trump döneminde, bu doktrinin hala geçerli olduğu birçok kez vurgulandı.
ABD belki diğer ülkelerin siyasi kararlarını etkilerken artık daha çok finansal silahlara başvuruyor ama nüfuz alanları siyasetinden vazgeçtiğini söylemek olanaklı değil. Tüm dünya da bu durumun farkında.
Kısacası ne Rusya'nın ileri sürdüğü talepler ne de ABD'nin bunları reddederken verdiği cevaplar gerçekçi.
En kritik an
Şimdi karşımızda her türlü yoruma açık garip bir durum var. Bu, savaşların maddi (ekonomik-jeopolitik) koşulları oluştuktan sonra, fiilen başlamasından az önceki an.
Böyle bir anda, karşılıklı duruştan, savaşın fiilen patlak vermesine geçişte genellikle 7 etken rol oynuyor:
- Karşılıklı güvensizlik
- Şeffaflıktan yoksun ilişkiler
- İletişim kopukluğu
- Yanlış niyet okuma
- Hem karşı tarafın hem de kendisinin askeri-ekonomik kapasitelerine ilişkin gerçekçi olmayan abartılı değerlendirmeler
- Ülke iç siyasetindeki ya da bir başka cephedeki gelişmelerin basıncının, karar verme süreçleri üzerindeki zorlayıcı etkisi
- Atılan kimi taktik adımların, ya da sürece dahil edilen kişi ya da grupların kendi özgün dinamiklerini geliştirmeye başlamasıyla önceden görülemeyen yeni risklerin oluşması
Uçurumun kenarında karşı karşıya gelen güçlerin ani bir hareketle uçurumun içine, uluslararası ittifakların birlikte düşmeye başlamasına yol açabilecek bu etkenlerin hemen hepsinin, yerli yerine oturmuş olduğunu görebiliyoruz.
Uçurumun kenarından geri çekilme olasılığı, henüz tamamen ortadan kalkmamış olsa da giderek zayıflıyor.
Aslında kim, ne istiyor?
Bir soruya, bugünkü belirsizlik içinde tatmin edici bir cevap vermek çok zor. Ancak, yukarıdaki yedi etkeni aklımızda tutarak kimin, aslında neden korktuğuna bakarak bir yaklaşımda bulunmayı deneyebiliriz.
Putin, SSCB gizli servisi KGB'nin içinde yetişmiş, 1989 travmasını yaşamış bir siyasetçi. O şimdi, Batı'nın, NATO ve AB üyeliği yoluyla Rusya'yı çevrelemeye, manevra alanını sınırlamaya, son tahlilde doğal kaynaklarına el koyacak bir duruma gelmeye çalıştığına inanıyor.
Putin 2007 Münih Güvenlik Konferansı'nda, NATO'nun eski SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinin topraklarına doğru genişlemesinin, ABD Dışişleri Bakanı Baker ve Almanya Şansölyesi Kohl tarafından Almanya'nın birleşmesine karşın SSCB'nin son lideri Mihail Gorbaçov'a verilen sözleri yok sayan bir ihanet olduğunu savunmuştu.
Geçtiğimiz Aralık ayında Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da aynı görüşü "NATO, Varşova Paktı ve SSCB yıkıldıktan sonra sahipsiz kalan toprakları ilhak etmeye yönelik salt bir jeopolitik projeye dönüşmüştür" sözleriyle tekrarladı.
Rusya güvenlik yapılanmasına egemen olan bu Batı'ya güvensizlik, ülkenin ayakta kalmaya devam edebilmesi için NATO'nun genişlemesini durdurması ve geri çevirmesi; ayrıca Rusya'nın çevresine yerleştirmeye başladığı silah sistemlerini kaldırması gerektiğine inanıyor.
Rusya, doğrudan NATO'yu hedef almak yerine NATO ittifakını zorlayacak noktalarda, Suriye, Libya, Belarus, Venezuela, Ukrayna, hatta Macaristan ve Türkiye gibi noktalardan basınç yaratmayı tercih ediyor. Ancak bugün gelinen noktada, bu stratejinin olanaklarının tükendiğini, Ukrayna sınırına yığınak yapmanın ötesinde ABD topraklarına yakın noktalara nükleer silahlar yerleştirme tehditleriyle sürecin tırmandığını, NATO ile doğrudan ve "kinetik" bir karşılaşma riskinin artmakta olduğunu görüyoruz.
ABD ise Rusya'nın, NATO ittifakını işlevsizleştirmeyi, Avrupa Birliği'nin iç uyumunu bozmayı, Soğuk Savaş sonrasında şekillenmiş güvenlik mimarisini çözerek Lavrov'un deyimiyle "sahipsiz kaldıkları için NATO tarafından ilhak edilmiş toprakları" yeniden Rusya'nın nüfuz alanına kazanmayı amaçladığına inanıyor.
ABD, tek merkezden yönetilen Rusya'nın karar alma süreçlerini ve gelen "çelişkili" mesajlarını anlamakta, geliştirmeye başladığı "hibrid" ya da "yeni tarz savaş" taktiklerine uyum sağlamakta zorlandığı için bu inanç daha da güçleniyor.
Bu sürecin, ABD'nin küresel liderlik kapasitelerinin gerilemeye, Hint-Pasifik bölgesinin ve bir Rusya müttefiki olan Çin'in büyük önem kazanmaya başladığı bir dönemde yaşanması, dış politikada etkin politikacı ve yazarların ABD liderliğine dair kaygılarını daha da derinleştiriyor.
ABD ve NATO ile yapılan toplantılardan istediği sonuçları alamayan Rusya, "kendi askeri ve teknik çözümünü üreteceğini" söylerken ABD Ukrayna için doğrudan savaşa girmek yerine çok geniş çaplı, Rusya'yı uluslararası finansal iletişim ağı SWIFT'in dışına çıkarmayı da kapsayan ekonomik yaptırımları devreye sokacağını söylüyor.
AB de kendi "çok geniş çaplı" yaptırımlarını hazırladığını açıklıyor.
Gerçekten de Rusya'nın zaten çok kırılgan olan ekonomisiyle, geniş çaplı yaptırımlara, özellikle de SWIFT'ten kopmaya uzun süre dayanması çok zor. Ancak Rusya da, en azından teorik olarak, misilleme yapabilecek araçlara sahip.
Birincisi, AB, doğalgazının yüzde 40'ını ticaret ve finans bağlarının güçlü olduğu Rusya'dan alıyor. Rusya'nın misilleme olarak Avrupa'ya vermekte olduğu gazı kısıtlaması ya da tamamen kesmesi, Avrupa'da enerji krizini derinleştirmekten öte, dünya çapında enerji fiyatlarını daha da yukarı çekerek tüm dünya ekonomisinde hem enflasyonist hem de durgunluk eğilimini güçlendirecektir.
Rusya kaybedeceği enerji ihracat gelirinin bir kısmını Çin'e göndererek bir kısmını da fiyat artışlarından yararlanarak telafi edebilir, ticari ödemelerini ise altın stoklarını kullanarak bir süre daha aksatmadan sürdürebilir.
İkincisi, Rusya'nın siber ve bilişim savaşlarında kullanabileceği çok gelişmiş kapasiteleri var. Buna, siber ve bilişim savaşlarının yaşandığı altyapıyı hedef almak da var.
ABD ve Avrupa istihbarat çevrelerinin kaygılarını yansıtan yorumcular, Rusya'nın SWIFT'ten çıkarılmaya misilleme olarak küresel iletişimin yüzde 90'ını ve günde 10 trilyon dolar finansal trafiği taşıyan denizaltı iletişim kablolarını hedef alma riskine dikkat çekiyorlar.
Üçüncüsü, Rusya, NATO ve AB üyeleri arasındaki kimi sorunlardan yararlanma fırsatı bulabilir.
Türkiye'nin S-400'ler konusunda NATO içinde ABD ile sorun yaşadığı, ilişkilerinin soğuduğu bir gerçek.
Putin Rusya'sı ile iyi ilişkiler içinde olan Macaristan, AB'nin insan haklarını hukuk düzeni ve göçmenler konularındaki dayatmalarına tepki olarak bir süredir NATO'nun Ukrayna üzerine üst düzey toplantı yapmasını engelliyor.
Rusya'da, Putin'in gittikçe zayıflayan "tek adam" iktidarını korumak için muhalefet denetim altında tutulmaya çalışılıyor.
ABD'de, Biden yönetimi ve demokratik hareket, Kasım ara seçimlerinde Kongre'nin kontrolünü kaybetmekten, dahası bir darbe, hatta iç savaş olasılığından korkuyor.
Böyle bir dönemde iki ülke liderinin de dış politikayı iç siyasette araç olarak kullanmayı deneme riski artıyor.
- İngiltere, Rusya'ya karşı savunmasını güçlendirmesi için Ukrayna'ya silah gönderiyor
- Ukrayna'da hükümetin ve elçiliklerin internet sitelerini hedef alan siber saldırı düzenlendi
- Ukrayna krizi: Rusya ve Batı görüşüyor, savaş riski devam ediyor
Kısacası, tırmanan karşılıklı tehditler, iletişim kopukluğu, yaptırım ve misilleme olasılıkları, bunların yaratacağı olası etkiler, Ukrayna'nın milliyetçi, aşırı sağcı (Rusya tarafından faşist olarak nitelenen) silahlı milis gruplarını yeniden aktive etmesi, hibrid (yeni model) savaş olasılığını giderek güçlendiriyor.
Hibrid savaşlar, resmi olmayan, düzensiz güçlerle, yanıltıcı (false flag) operasyonlarla, siber saldırılarla sürdürüldüğünden yarattıkları belirsizlikler, karşılıklı niyetleri yanlış okuma, aşırı tepki verme risklerini artırarak konvansiyonel savaşa giden yolu kısaltıyorlar.