Ekonomi yazarı Uğur Gürses, Türkiye'nin henüz başında olduğu ekonomik krizin bir benzerini daha önce yaşamadığını söyledi. Ekonomik ve politik krizin Türkiye’yi 2023’e taşıyamayacağını ve 2020’de bizi yeni bir erken seçimin beklediğini düşünen Gürses, Türkiye’nin derin bir resesyonla karşı karşıya olduğunun altını çizdi. Gürses, "Şirketlerin batışı 1994 veya 2001 krizlerindekinden farklı olarak belki sessizce olacak ama olacak. İnsanlar işsiz kalacak, şirketler batacak ve belki kimse 'ben batıyorum' diye bağırmayacak" dedi.
Gürses, Merkez Bankası’nın faiz kararına ilişkin olarak, "TL’nin değer kaybına karşı faizleri artırarak güçlü bir duruş sergilemesi gerekiyordu. Son faiz artışı gerekliydi ama her şeye ilaç olmayacak. Sadece TL’deki kanamayı yavaşlatacak" değerlendirmesinde bulundu.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, faiz kararı açıklamasından birkaç saat önce Merkez Bankası’nı sert sözlerle eleştirmesini hatırlatan Gürses, "faizin enflasyona neden olduğu fikrini tekrarlaması seçmene yönelikti. 'Madem faize karşısın neden izin veriyorsun?' diyeceklere, muhalefet partilerine 'Ben aynı yerde duruyorum, ama Merkez Bankası bağımsız ve faizi yükseltiyor' mesajı vermiş oldu" dedi.
Gürses, Erdoğan'ın artışları faiz lobisine bağlamasının nedenini ise şöyle açıklıyor:
"Erdoğan pragmatist bir politikacı. Faiz karşıtı pozisyonun mesajı finansal piyasalara değil, halka, seçmene yönelik. Erdoğan bugüne kadar ortaya çıkan krizleri bile seçmenini konsolide etmek için kullanmayı hep becerdi. Ama bundan sonra bunu yapabilecek mi, emin değilim."
"2020'de tekrar erken seçime gidilecek"
Türkiye'nin ekonomiyi, siyaseti 2023’e kadar böyle taşıyamayacağı ön görüsünde bulunan Gürses, "2020’de tekrar erken seçime gidilecek. Yerel seçimlerden sonra tablo daha da netleşecek. Çünkü Türkiye’deki hane halkının refah kaybını çok fazla tolere edeceğini düşünmüyorum" diye konuştu.
Öte yandan Gürses, kendisine yöneltilen, "Refah kaybının, yoksullaşmanın insanları her zaman siyasi yapıyı değiştirmeye itmediği, hatta onları faşizme meylettirebildiği görüşüne katılıyor musunuz?" sorusunu şöyle yanıtladı:
"İktidarı oluşturan AKP-MHP bloğunun muhtemel bir seçimde bölüneceğini düşünüyorum. Tabii ki toplum muhafazakârlaşacak ama belki AKP oylarının bir kısmı MHP’ye kayacak. Açıkçası oy geçişkenliklerinin iktidarı değiştirebilecek düzeyde olacağı kanaatindeyim."
Söz knousu ekonomik durumun devamında banka iflaslarnın söz konusu olabileceğine değinen Gürses, "Muhtemelen yeniden yapılandırmalar, kurtarmalar olacaktır. Zaten işin potansiyel risk tarafı da o. Çünkü özel sektör borcunun bir bölümü, kamunun, yani bizlerin borcu haline dönüşecek. Bunu daha az hasarlı atlatmak için iktidar muhtemelen IMF’yle anlaşmak zorunda kalacak. Çünkü kartopu giderek büyüyor ve buna set çekebilecek olan ancak IMF gibi büyük bir kuruluştur" sözlerini sarf etti.
Gazete Duvar'dan İrfan Aktan'ın soruların yanıtlayan Gürses'in açıklamalarının bir bölümü şöyle:
Bankaların kredi vermemeye başlamasının yakın gelecekteki etkisi ne olur?
Çalışma sermayesini bile bulamayan firmalar önce tasarruf tedbirlerine gidecekler ya da batacaklar. Çünkü Türkiye borçla büyüyen bir ülke. Geçmiş 10-15 yıl, Türkiye’ye akan dövizin, bol paranın ve bundan ötürü büyüyen kredilerin sebep olduğu yüksek tüketim döneminin hikâyesiydi. Eskiden bankalar çok rahat ucuz kredi verirken şimdi yüksek faizle veriyor veya hiç vermek istemiyor. Bol para dönemi geride kaldığı için şirketler zorlanacak ve finansman sorunu yaşayanlar “tasarruf önlemi” alacak. Tuvaletlerdeki kâğıtları azaltmaktan başlayıp personel yemeklerinden kısmaya ve giderek işçi çıkarmaya gidecekler.
Bu sürece ilişkin bir takvim öngörüsünde bulunabiliyor musunuz?
Yıl sonuna doğru bu domino etkisi gibi yaşanacak. Ama enflasyon artışı, dolayısıyla hane halkının harcanabilir gelirinin küçülmesi de devam edecek. Böylesi bir şok en çok yoksulları dövecek. Asgari ücretle geçinen 17 milyona yakın yoksul var. Onların harcama sepeti içinde hızlı tüketim malları, gıda, barınma, kira giderleri var. Halihazırda zaten gıdada yıllık fiyat artışı yüzde 20’de. Ama üretici fiyatları penceresinden baktığımızda bu rakam yüzde 30’ları geçmiş durumda.
"Kısa vadede atlatacak bir kriz değil bu"
Tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 20 iken, üretici fiyatlarının yüzde 30’ları geçmiş olması ne anlama geliyor?
Bu, üreticiden tüketiciye doğru, yüzde 30’dan itibaren fiyat artış yansımasının olacağı anlamına geliyor. Bu ayki enflasyon büyük olasılıkla yüksek gelecek. İvme olarak yüzde 20-25’lik bir patikaya doğru gidiyor. Ne yazık ki Ankara bunu geçici bir krizmiş gibi sunmaya devam ediyor. İktidar “bunu atlatırız, geçecektir” diyor ama kısa vadede pek de atlatılacak bir kriz değil bu.
İktidar çeşitli tedbirler alındığını ifade ediyor. Örneğin Katar’la yapılan bir anlaşma neticesinde 3 milyar dolarlık bir para geldiği açıklandı. Bu tür tedbirlerin etkisi ne oluyor?
Bu adımlar sadece bilançoya makyaj işlevi görüyor.
"Katar'dan gerçekte alınan 3 milyarlık bir döviz yok"
Neden?
Merkez Bankası’nın döviz rezervleri azalınca yatırımcılar, hatta hane halkı bile “bu işi çözemeyecekler” kaygısıyla döviz almaya yöneliyor. Dolayısıyla ekonomiyi yönetenlerde rezerv düşüşünü daha azmış gibi gösterme eğilimi ortaya çıkıyor. 3 Ağustos-7 Eylül arasındaki 5 haftalık dönemde Merkez Bankası’nın rezervinde 17 milyar dolarlık bir düşüş oldu. Ama Katar’la yapılan Swap anlaşmasıyla bu düşüş 14 milyar dolar olarak gösterildi. Aslında Katar’dan Türkiye’ye 3 milyarlık bir döviz gelmiş gibi görünse de, gerçekte bu para Katar’daki Merkez Bankası’nın hesabında duruyor. Yani şu anda gerçekte alınmış bir 3 milyar döviz yok. O yüzden bunu bir kozmetik etki olarak değerlendirmek lazım.
"İktidar sermaye kontrolüne gitmez, çünkü altında kalır"
Bu paranın ne kadarının yurtdışına çıktığı biliniyor mu?
Hayır, onu bilmiyoruz. Parasını yurtdışına transfer eden de vardır, yastık altına koyan da.
Bu davranış, hükümetin defaatle sermaye hareketlerini kontrol etmeye yönelmeyeceğine dair açıklamalarının insanlardaki kaygıyı gidermeye yetmediğini mi gösteriyor?
Tabii ama Erdoğan şirketleri dövize saldırmama konusunda uyarıp “B ve C planlarını uygularız” da dedi. Bu tür muğlak söylemler, “acaba dövize el mi koyacaklar, sermayeye kontrol mü getirecekler” korkusu yaratıyor. Zaten sermaye kontrolü getireceklerini düşünmüyorum, çünkü herhangi bir iktidar böylesi bir uygulamanın altında kalır. Ama buna rağmen insanların kaygısını tetikleyici bir söyleme başvuruluyor. OHAL sözde kaldırılmış olsa bile insanlar hukukun üstünlüğünün kalmadığı bir yerde her şeyin olabileceğini düşünüyor. O zaman insanlara “döviz almayın” veya “bankadan paranızı çekmeyin” deseniz bile kimse sizi dinlemiyor. Açık bir ekonomide siyasetçilerin hata yapma marjı çok fazla değil.
"Şu anki krizin tarlası 2013'ten itibaren ekildi"
İngiltere’de yayımlanan Financial Times gazetesi, dünkü (13 Eylül) Merkez Bankası Para Politikaları Kurulu toplantısı öncesinde “Türkiye ekonomisinin faiz artırımına ihtiyacı yok” başlıklı bir haber yayınladı. Aynı haberde “Peki ekonominin yüksek faize ihtiyacı kalmadıysa yatırımcılar neden bir artış öngörüyor? sorusuna BlueBay Fon Yönetimi’nden Timothy Ash’in şu yanıtı aktarıldı: “Merkez Bankası liranın değerini korumak için elinden gelen her şeyi yapmak zorunda. Eğer bunu yapabilirlerse IMF programı veya sermaye kontrolü olmadan bunu atlatma ihtimalleri olur.” Dün Merkez Bankası’nın faizleri yüzde 17,75’ten yüzde 24’e yükseltmesinin sonucu ne olur?
Türkiye şu anda derin bir resesyonun, ekonomik yavaşlamanın içine girdi. Piyasa faizleri yıllık yüzde 30’lara geldi. Financial Times’daki haberin argümanı, ekonominin zaten yavaşladığı, dolayısıyla faizleri artırmanın anlamsızlaştığı yönünde. Ama buna rağmen Merkez Bankası’nın, TL’nin değer kaybına karşı faizleri artırarak güçlü bir duruş sergilemesi gerekiyordu. Son faiz artışı gerekliydi ama her şeye ilaç olmayacak. Sadece TL’deki kanamayı yavaşlatacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, faiz kararı açıklamasından birkaç saat önce Merkez Bankası’nı sert sözlerle eleştirmesi, faizin enflasyona neden olduğu fikrini tekrarlaması seçmene yönelikti. “Madem faize karşısın neden izin veriyorsun?” diyeceklere, muhalefet partilerine “Ben aynı yerde duruyorum, ama Merkez Bankası bağımsız ve faizi yükseltiyor” mesajı vermiş oldu. Öte yandan enflasyon doğrudan doğruya döviz kuruyla, TL’nin değeriyle bağlantılı. TL değer kaybettikçe enflasyon artmaya ve fiyatlama davranışındaki bozulma devam ediyor. Nitekim dövizle ilgisi olmayan işyerleri bile zam yapıyor. Çünkü dövizin fiyatlamalarda önemli bir yeri var. TL’deki kanamayı durdurmadıkça enflasyonla, faizlerin yükselişiyle, ekonomik durgunlukla baş etmeniz mümkün değil. Bu son artışa kadar Merkez Bankası’nın faiz oranı yüzde 17,75’lerdeyken, enflasyon yüzde 20-25’e doğru koşuyordu. Bu, tasarrufçuyu da TL’den uzaklaştırıp dövize yönlendiriyordu. Şu an krizi konuşuyoruz ama 2013’ten bu yana faizler hep düşük tutularak ekildi bu tarla.
Düşük faizin bedeli bu olduğu halde Erdoğan neden faiz karşıtı bir politika izleyerek, artışları hep “faiz lobisine” bağladı?
Erdoğan pragmatist bir politikacı. Faiz karşıtı pozisyonun mesajı finansal piyasalara değil, halka, seçmene yönelik. Erdoğan bugüne kadar ortaya çıkan krizleri bile seçmenini konsolide etmek için kullanmayı hep becerdi. Ama bundan sonra bunu yapabilecek mi, emin değilim. Erdoğan, kriz her belirdiğinde “faiz lobisi, dış güçler bize kumpas kuruyor” diyordu. Ama iş dayanılmaz noktaya gelince de faiz artışlarına hep izin verdi ve Merkez Bankası beşer puanlık artışlar yapabildi.
"Muhtemelen 2020'de tekrar erken seçime gidilecek"
Bundan sonra ne olacak?
Türkiye muhtemelen ekonomiyi, siyaseti 2023’e kadar böyle taşıyamayacak ve 2020’de tekrar erken seçime gidilecek. Yerel seçimlerden sonra tablo daha da netleşecek. Çünkü Türkiye’deki hane halkının refah kaybını çok fazla tolere edeceğini düşünmüyorum. 2001 krizinden sonra reformlar ve demokratikleşme adımlarıyla, AB üyelik tarihinin alınmasıyla birlikte devasa bir para akışı oldu. AKP açısından ikinci bir şans ise, küresel krizden sonra yaşanan bol para dönemiydi. Siyasetçilerin bunun üzerinden sörf yapma imkânı vardı. Hane halkı açısından da teker dönüyordu. Bol para döneminden dolayı konut veya araba alabilmek için çok ucuz krediler bulunabiliyordu. Orta sınıfın “hayallerine” erişmesi açısından bir eşik dönemiydi. Fakat o süreç artık sürdürülebilir olmaktan çıktı.
Refah kaybının, yoksullaşmanın insanları her zaman siyasi yapıyı değiştirmeye itmediği, hatta onları faşizme meylettirebildiği görüşüne katılıyor musunuz?
İktidarı oluşturan AKP-MHP bloğunun muhtemel bir seçimde bölüneceğini düşünüyorum. Tabii ki toplum muhafazakârlaşacak ama belki AKP oylarının bir kısmı MHP’ye kayacak. Açıkçası oy geçişkenliklerinin iktidarı değiştirebilecek düzeyde olacağı kanaatindeyim. 2001 krizi öncesinde, koalisyonun başat unsuru olan DSP’nin yüzde 22 oyu vardı. Krizle birlikte bu oyların yüzde 20’si gitti ve 3 Kasım 2001 tarihinde AKP iktidara geldi. Bu insanlar bir gecede AKP’li mi oldu, hayır. Ama bu seçeneği tercih ettiler. Türkiye’de orta sınıfın refah içinde yaşama arzusu değişmeyecek.
"İnsanlar işsiz kalacak, şirketler batacak ve belki kimse bağıtmayacak"
Yani bizim mahalledeki kasabın “millet bu krize de alışır” iddiasına katılmıyor musunuz?
Hayır, insanların sokakta eylem yapmaması alıştıkları anlamına gelmiyor. Kaldı ki dün bir kilo et alabilen insanların bugünkü alım gücü yarım kiloya düşmüş olabilir ama bu düşüş bir erozyon gibi devam edecek. Şirketlerin batışı 1994 veya 2001 krizlerindekinden farklı olarak belki sessizce olacak ama olacak. İnsanlar işsiz kalacak, şirketler batacak ve belki kimse “ben batıyorum” diye bağırmayacak.
"Tek seslilik, AKP seçmenini bile tedirgin ediyor"
İktisadi davranışlarda medya ve kitle iletişim araçlarının doğrudan etkisi olduğu söylenir. Türkiye’de anaakım gazetelerin neredeyse tümü aynı manşetle, TV kanalları aynı yaklaşımla yayın yapıyor. Bu tek sesliliğe rağmen iktidar neden yurttaşların iktisadi davranışlarını kendi lehine belirleyemiyor?
AKP’nin kendi seçmeni bile tek seslilik ve belirsizlikten kaynaklanan komplo teorilerinden tedirgin oluyor. Açık bir ekonomisiniz ve doğal kaynağınız yok. Rusya gibi petrol kaynaklarınız olsa, belki tek sesliliği hakim kıldığınız, her türlü baskıyı uyguladığınız halde ekonominiz zayıflamaz. İran’ın da Çin’in de tasarruf fazlaları var. Suudi Arabistan, Katar hakeza. Bu ülkelerin doğal kaynakları olduğu için kapalı bir rejimle yollarına devam edebiliyorlar. Ama Türkiye açık bir ekonomi ve saydığım ülkeler gibi varlıkları yok. Açık ekonomide enformasyon, bilgi paylaşılır. Sadece kendi halkınız değil, dışarıdan gelen yatırımcı da bilgiye göre kararlarını verir. Eğer tek sesliliğe olanca gücünüzle yükleniyorsanız, şeffaflığı yitirirseniz kimse neyin olup bittiğini bilemez ve giderek daha fazla sis, komplo teorisi ortalığı kaplar. O zaman kurumlarınız çok sağlam çalışsa bile, ki Türkiye’de kurumların çöktüğünü söyledim, o kurumlar bile bununla baş etmekte zorlanır. Nitekim yükselen kurla da, vatandaşın gidip döviz çekmesiyle de baş edemiyorlar. Korkutma ve tek seslilik iktidarın faydasına değil. Açık bir ekonomide, hele ki tasarruf açığı olan bir ülkede bu yolda uzun süre ilerleyemezsiniz. Ekonomik büyüme için dışarıdan döviz girişine ihtiyacınız var, dış borcunuzu geri ödeyebilmek için yine dövize ihtiyacınız var. Ama bununla beraber siz politik olarak farklı yönlere savruluyorsunuz, ifade özgürlüğünü sıfırlıyorsunuz. İfade özgürlüğü sadece benim bir şeyi ifade edebilmem değil, toplumun doğruları duyma ve tartışma hakkıdır da. Düşünün ki şirketler, açıklanan enflasyon rakamlarının doğru olup olmadığını tartışıyor. Bir ülkede yönetenler açısından en kötü şey, attığınız adımların inandırıcılığının tartışmalı olmasıdır.
"IMF’ye gitmekten başka çare yok"
Banka iflasları söz konusu olur mu?
Muhtemelen yeniden yapılandırmalar, kurtarmalar olacaktır. Zaten işin potansiyel risk tarafı da o. Çünkü özel sektör borcunun bir bölümü, kamunun, yani bizlerin borcu haline dönüşecek. Bunu daha az hasarlı atlatmak için iktidar muhtemelen IMF’yle anlaşmak zorunda kalacak. Çünkü kartopu giderek büyüyor ve buna set çekebilecek olan ancak IMF gibi büyük bir kuruluştur. IMF, 100 milyar dolarlık bir paket yapıyoruz dediği an, kartopunu durdurursunuz. Onun için iş giderek büyümeden önlem alınması gerekiyor.
Yani Türkiye bir an önce IMF’ye mi gitmeli?
Başka çare kalmıyor.
Sermaye hareketlerini kontrol etmek de başka bir çare değil mi?
Tabii, bu da bir iktisat politikası tercihidir. Ama Türkiye 1989’dan beri dışa açık bir ekonomi ve bu sayede büyüyebildi. Sermaye kontrolü bizim büyüklüğümüzdeki bir ülke için felaket olur.
Neden?
Çünkü bunu yaptığınız an bir daha Türkiye’ye para gelmez, ihracatçınız paralarını dışarıda tutar, turizmciniz cebindeki parayı tutar, bankaya götürmez. Sermaye hareketlerini kontrol etmek, kanamaya karşı tampon gibi görünse de, aslında yarayı kangrene dönüştürür. Zaten bunu yapmayı siyasetçiler de istemez, çünkü altında kalırlar. Türkiye gibi bir ülke bunu kaldıramaz.
Röportajın tamamını okumak için tıklayın.