Gündem

Üç sağdan üç sola: Alternatif doğar mı? Doğmalı mı?

Türkiye’de siyasi yelpazenin sağında ve solunda yer alan akımlarda 3 değişik yaklaşım görülebilir

07 Temmuz 2013 15:50

Samim Akgönül

 

Tanıl Bora’nın referans kitabını okumayan kalmamıştır herhalde. Bora'ya göre  Türkiye’de siyasi yelpazenin sağında yer alan akımlarda 3 değişik  yaklaşım görülebilir : Milliyetçilik, Muhafazakârlık ve İslamcılık[1]. Bu kitabın yayınlanmasında sonra geçen aşağı yukarı 15 sene sonra bir güncelleme yapılabilir kanımca. Türkiye sağı hâlâ  üç kategoride ele alınabilir, ancak :

 

  • Muhafazakârlık ve İslamcılık 2000’lerden itibaren iç içe geçmiş durumda. AKP öncesinde özellikle taşralı muhafazakâr taban, Demokrat Parti geleneğinden gelen muhafazakâr milliyetçi sağ partileri desteklerken Siyasal İslam’ın kalesi Milli Görüş hareketine özellikle ekonomide devletçilik yaklaşımından ötürü uzak duruyordu. Zaten bürokrat/asker vesayetindeki rejim Milli Görüş’ün palazlanmasına izin vermiyordu. 2000 krizi sonrası AKP bir söylem devrimi gerçekleştirdi. Geleneksel Milli Görüş söyleminden üç noktada ayrıştı (“Bu gömleği çıkardık”) : a) İslamcı söylemin savunduklarını, özellikle de başörtüsü meselesini “özgürlük”, “insan hakları” ve “demokrasi” çerçevesine oturttu, doğru da yaptı ve aşağıda irdeleyeceğim özgürlükçü solun (bu satırların yazarı dahil) desteğini alabildi, b) Geleneksel Avrupa karşıtlığını terk etti ve tam tersine Kemalist askeri ve bürokratik vesayet altındaki iktidar partilerinin dudak ucuyla isteksiz olarak kabul ettikleri AB katılım reformlarını gerçekleştirmeye başladı[2] ve AB katılımının yapısal bir kriz içindeki ekonomiyi düzelteceğini düşünen üst orta sınıfın ve bu sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacağını  düşünen özgürlükçü solun desteğini aldı, c) Milliyetçilik söylemini paranteze aldı, daha doğrusu, milliyetçilik söylemini –hatta bazen ırkçılık söylemini- araç olarak dönem dönem kullandı. Ama tam ters söylemler de geliştirdi  (“Milliyetçiliği gömdük”). Bu anti-milliyetçi politikalar gayrimüslimlerin durumunda bir takım iyileşmeler getirirken insan hakları savunucularının da desteğini aldı. Ancak temelde, milliyetçilik hep AKP politikalarının satır aralarında yer aldı... Bu üç değişimin sonucu olarak AKP sağda tek parti konumuna yerleşti. Kendi tabanını niceliksel ve oransal olarak artırdı ve niteliksel olarak oportünist söylemlerle şehirlerdeki İslamcı ve muhafazakârları tek bir potada eritti. 2013’de, artık İslamcılar muhafazakâr. AKP dışı Muhafazakârlar artık ayrı bir “sol” kategoride incelenebilecek kadar farklılar (Antikapitalist Müslümanlar...)

 

  • Milliyetçi sağ her zaman olduğu gibi bugün de Türkiye siyasetinin en önemli harcı. Aslında sistem partilerinden Milliyetçi olmayanı yok denebilir (Kürt hareketi partilerini şimdilik bir kenara koyalım). Ancak burada da bir nüans getirmek gerek. Türkiye’de milliyetçilik iki ana yol izliyordu, Turancı kan milliyetçiliği ve İslamcı kültürel milliyetçilik. Turancı hareketler 1940’larda geri planda kaldılar[3] ama önemli kırılma 1980 darbesiyle yaşandı ve milliyetçilik Türk İslam Sentezinde vücut buldu. Turancılığın 1990 sonrası yeniden yapılanma çabaları özellikle Orta Asya’daki direnç yüzünden/sayesinde başarılı olamadı. Böylece MHP ekseninde meşrulaşan ve BBP ekseninde radikalleşen milliyetçilik İslam’ı başat referans olarak aldı. Bugün artık MHP milliyetçiliğinin, seçim ve kriz dönemlerindeki AKP Milliyetçiliğinden büyük bir farkı olduğu söylenemez. Milliyetçiler, miting meydanlarındaki Erdoğan’ı çok beğeniyorlar, Kürtlerle barışmaya çalışan Erdoğan’dan nefret ediyorlar. Şizofrenik bir durum...

 

  • Açıkçası ve kısa yoldan söylemek gerekirse Tanıl Bora’nın 3 milliyetçilik “hâli” el ele, iç içe, etkileşimli. Hep öyleydi belki ama artık daha açık seçik görünüyor.  Ama yeni bir kategori eklemek şart kanımca. O da batı Avrupa’daki liberal sağ benzeri kapitalist hatta ekonomide ultraliberal politikaların izlenmesi gerektiğini düşünen vahşi kapitalist bir yeni sağ. Aslında elbette Devlet destekli/kontrollü kapitalizmin yarattığı bir sermaye gücü daha önce de vardı ve bu kesim Turgut Özal ile iyice palazlanmıştı ancak 1990’lardan itibaren taşra sermayesinin güçlenmesi, bu kapitalist sağın muhafazakârlık ve İslamcılıkla kaynaşmasını sağladı. Büyük sermaye de -elitist reflekslerini muhafaza etse de- bu rüzgârın peşine takılmak zorunda kaldı. Böylece inşaat furyası ile hormonlanan ekonomi, bölgesel ticaretin artmasıyla zenginlere zenginlik kattı (“AVM de olacak, Rezidans da...”) Pragmatik kapitalizm zenginleşmek için, muhafazakâr İslamcı akımı bazen açıktan bazen de kerhen destekledi. Böylece klasik üç sağ akımına vahşi kapitalist sağ da eklemlendi ve AKP %40 - %50 bandına oturdu.

 

AKP’nin Gezi olayları ile başlayan paranoyasının temelinde yukarıdaki koalisyonun yapay olduğu gerçeği yatmakta. Zira yukarıda kısaca belirtilen “ortaklık” diyalektiğin gereği olarak bir karşıt ortaklık yaratma potansiyeline sahip. En azından bu potansiyelin fikri dahi iktidara alışmış AKP’yi tir tir titretiyor. Şimdi “solda” böyle bir potansiyelin gerçekten var olup olmadığına bakalım. Tırnak işaretleri aşağıda daha rahat anlaşılacak.

 

“Sol” Türkiye’de son derece sorunlu bir nitelendirme zira çok sol var ve hiçbiri birbirini beğenmiyor, hatta soldan saymıyor. Dolayısıyla aşağıda kullanacağım kategoriler hakkında iki uyarı yapmak zorundayım. Birincisi kimsenin solculuğunu sorgulamadan yazacağım, yani benim bu yazıda “sol” olarak nitelendirdiklerim kendini “sol” olarak nitelendiren siyasi ve toplumsal yapılar. İkincisi bunlar sadece birer kategoridir ve düşünebilmek için inşa edilmişlerdir. Her idealtipik kategori gibi aşağıdaki kategoriler de rahatlıkla yapısökücü bir analizle yerle bir edilebilir. Bu iki konuyu akılda tutarak okuyunuz lütfen.

 

Yazının ilk yarısında birbiriyle iç içe geçmiş üç sağ gördüğümü belirtmiştim. İkinci yarısında ise birbirinden keskin çizgilerle ayrılmış üç soldan bahsedeceğim.

 

Ancak bu üç değişik ve bazen birbirine zıt soldan bahsetmeden önce Sezar’ın hakkı Sezar’a, 90 kuşağının hakkını vermek gerek. Politiklikten uzak olduğu düşünülen bu kuşak tam aksine son derece politik olduğunu ama 1970 solunun ideolojik ve kurumsal yapılanmalarına da ne kadar temkinli yaklaştığını gösterdi. Gezi direnişinin sol hareket için bir katalizör olduğu ne kadar gerçekse, bu direnişin herhangi bir hiyerarşik yapıdan kaynaklanmadığı da o kadar gerçek. Spontane, samimi, çok renkli, elbette inanılmaz zeki, teknolojiyi kullanmakla kalmayıp dönüştüren, hazırcevap ve yaratıcı ve bir o kadar da özgürlüğe susamış bir kuşak var karşımızda. Gezi sonrası parklardaki popüler forumlar bu durumun bir anlık bir heyecanla ortaya çıkan bir kıvılcım değil, derinden ve birbirini tetikleyen bir katılımcı demokrasi yapısı olduğunu gösteriyor. Bu kuşak, “a ya da b nesiller yetiştirme” söylemlerinden bıkmış usanmış bir kuşak. İçlerinden zorla geçirildikleri kalıpları reddeden, her türlü ideolojik aygıta direnen bir kuşak. Elbette aşağıda bahsedeceğim üç sol harekete de direneceklerdir zira herhangi bir kampa prim vermekten kaçındıkları açık. İşte bu yüzden de üç solun bu süre zarfında birbirine sürtünmesinden çıkacak şey bir siyasi parti olmayacak, seçim kazanmak için uğraşmayacak, lider aramayacak, kutsal kitabı olmayacak. Mesele seçim kazanma, iktidar olma meselesi değil, her gün, her an hayata katılabilme, her gün her an karar verebilme ve karar mekanizmalarını yönlendirebilme, her gün her an yapılan bir plebisit. Kısaca söylemek gerekirse temsili demokrasiden katılımcı hatta mümkün olduğu kadar direkt demokrasiye geçiş. Bu hareketin simgesi orak çekiç değil, hashtag! Bilmiyorum “Çapulcu musun Vay Vay” şarkısını söyleyenler, duvarlara Kahrolsun bağzı şeyler, Slogan bulamadım, Polis Kardeş gerçekten gözlerimizi yaşartıyorsunuz yazanlar Mihri Belli ya da Hikmet Kıvılcımlı okuyorlar mı ama Leman, Penguen, Uykusuz okudukları kesin... Militanlaşmadan homo politikus olmak 21. Yüzyılın siyasetini şekillendiriyor. Dolayısıyla bu kuşak, aşağıdaki siyasi akımları  bu durumu kavradıkları ölçüde kabullenecek, ama devlete karşı olduğu kadar siyasi dogmaya karşı da bireysel özgürlüklerini savunacak gibi görünüyor.

 

  • En yenisinden başlayalım. Gezi parkı direnişine ilk ve samimi desteği veren yepyeni bir sol var. Bu 1990’larda doğu blokunun çökmesiyle bunalıma giren sosyalist solun içinden yavaş yavaş ortaya çıkan ve 2000’lerde birçok kanaat önderi, yazar, akademisyen, sanatçı, öğrenci ve gençlerin yer aldığı “özgürlükçü sol”. Liberal sol demek sorunlu olur zira bu insanların büyük bir kısmı “liberal” bir gelenekten gelmiyor. Ancak bu “özgürlükçü sol” kategorisinin içinde birçok ayrı grup olduğunu da belirtmek gerek. Marksist ve Troçkist gelenekten gelen eski tüfeklerin yanında, feminist hareketin bir kısmı, 1990’larda son derece küçük olan ancak 2000’lerde gelişen ekolojik hareket, azınlık haklarını savunanlar, LBGT hareketi, özgürlükler temelinde ve başörtüsü özelinde muhafazakârların ezilmelerine de karşı olanlar bu kategoriye dahil olabilir. Bu son derece heteroklit grubun 2000’ler boyunca iki önemli ortak noktası olduğu gözlemlenebilir. Bir yandan genelde otoriter devlet baskısına ve pretoryen demokrasiye ama en önemlisi askeri vesayete karşıtlık ve diğer yandan genelde milliyetçi söyleme ve özelde Kürtlerin ezilmesine karşıtlık. Bu iki ortak payda özgürlükçü sol içindeki bireylerin değişik bağlamlarda ponktüel olarak AKP politikalarına destek vermeye itti. 2002-2004 arası hızla çıkarılan AB uyum yasaları, askeri vesayetin kaldırılması ve bu konuda Taraf gazetesinin rolü, üniversitelerde absürd başörtüsü ayrımcılığının kaldırılması, azınlık vakıflarına gasp edilen mallarının iade edilmesi gibi konular bu “destek” mecralarına örnek olarak gösterilebilir. Ancak aynı grup aynı AKP’nin seçim dönemlerindeki milliyetçi söylemine, doğa katliamcısı ultraliberal ekonomi politikalarına ve özel hayata dayatmacı müdahalelerine, kadına ve bütün cinsel kimliklere uygulanan politika ve söylemlere de karşı durdu. Bu ilkeli tutumun hareketin toplum tarafından okunmasını zorlaştırdığı söylenebilir. Ancak 12 Eylül 2010 Anayasa referandumundaki “Yetmez ama evet” kampanyası ve Kürtlerle barış sürecine verilen destek, kamuoyunda bu grubun “AKP yanlısı” olarak etiketlenmesine de yol açmıştır. Hareket heteroklit ve çoğul örgütlü/örgütsüz olsa da 2008’den itibaren kıpırdanmaya başlayan “yeni sol” hareketi uzun tartışmalardan sonra Eşitlik ve Demokrasi Partisi adı altında partileşti. Bu süreçte politikanın yeni bir parti altında değil Kürt partilerinin şemsiyesi altında yapılması gerektiğini düşünenler ayrılsa da barış sürecinde yeniden bir kavuşma oldu. 2012 itibarıyla Türkiye solunda az görülen bir girişimle EDP ve Yeşiller birleşti ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kuruldu. Bu parti etrafındaki ve içindeki gruplar kendi özelliklerini korumaya devam ettiler. Gezi Parkı’nın başlama noktası elbette bir parti meselesi değildi. Otoriter söylemlere  ve özellikle vahşi kapitalist şehirciliğe karşı duran genç aktivistler Gezi Parkı’nı bir sembol olarak savundular ve özgürlükçü sol bu insanların yanında olan ilk “sol” hareket oldu. Amaç ne devrim yapmak, ne iktidarı devirmek, ne milliyetçi söylem ne de barış sürecini tökezletmekti. Tam tersine. Ancak bu direnişin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde polis saldırısına uğraması, Parkı AKP’den şikâyet edenlerin karargâhı haline getirdi. Bu, direnişin 4. gününden itibaren Kemalist ve neo-Kemalist birey ve grupların ve örgütlü radikal sosyalist solun bu ilk gruba eklemlenmesiyle oldu.

 

  • İkinci sol, Türkiye’ye özgü bir “sol”. Ulusalcı denebilecek aslında ulusalcılığın yanında laikçi olarak da nitelendirilecek bir siyasi duruş. Kendisini sol olarak tanımlayan ve sağ partiler tarafından da sol olarak görülen bir siyasi akım. Elbette CHP bu akımın başat örgütü ama TKP’den İP’ye az ya da çok ulusalcı, az ya da çok laikçi birçok versiyonu var. Üst-orta sınıf olarak nitelendirilebilecek bir grup özellikle CHP’ye kendini yakın görüyor zira Türkiye toplumunun iki temel (ve zayıf) noktasında rejimin tehlikede olduğunu düşünüyorlar: elbette bunlar dinsel ve etnik kimlikler. Bu grup genelde dinsel davranışların özgürleşmesine kuşkuyla baktı. Zira bu özgürlükleri insan hakları açısından değil rejimin bekâsı açısından ele aldılar. Özellikle başörtüsü konusundaki direnç son derece basit bir şekilde halledilebilecek bu konuyu bir sembol, siyasi bir manipülasyon objesi haline getirdi. İkinci konu elbette Kürt meselesi. Üst-orta sınıf bu meseleye de toprak bütünlüğü çerçevesinden baktı. Uzun süre sorunun gerçekliğini görmek/göstermek istemedi ve bir güvenlik meselesine indirgedi. Dolayısıyla ulusalcı sol AKP’ye genetik olarak karşı olmalıydı zira AKP hem toplumu dinselleştiriyor hem de Kürtlerle barış yapmaya yelteniyordu. Bu iki konuda özgürlükçü sol AKP’ye şartlı bir destek verdiğinden CHP’nin temsil ettiği “sol” ile beraber hareket etmedi. Cumhuriyet tarihi boyunca ulusalcıların sırtlarını dayadığı iki kurum oldu. Birincisi ordu, ki AKP döneminde özgürlükçü solun da desteği ile siyasetten tecrit edildi. Ergenekon ve Balyoz davaları ulusalcı solun AKP karşıtlığını katladı. İkincisi ise bürokrasiydi fakat bu da 10 yıllık iktidarın sonunda son derece hızlı bir kadrolaşma ile AKP taraftarı bir hale geldi. Böylece ulusalcı sol iktidarı süresiz kaybettiği hissine kapıldı. Muhafazakârları ve Kürtleri alt sınıf olarak algıladığından birincisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik iktidarı eline geçirmesini sindiremedi; ikincisinin kendisiyle eşitlenme ihtimalini kabullenemedi. Böylece Gezi parkı direnişi yukarıdaki iki konuda memnuniyetsizliği ifade etmek için bir fırsat oldu. Anlaşılacağı gibi, ulusalcı solun memnuniyetsizlik ve AKP karşıtlığı konuları özgürlükçü sol ile aynı değildi ancak CHP’nin Kadıköy mitingini iptal edip kitleleri Taksim’e çağırması, TKP’nin ve İP’nin özellikle üniversitelerdeki nispeten güçlü örgütleri aracılığı ile Taksim’i bir megafon gibi kullanması hareketi güçlendirdi. İlginç bir şekilde Türk bayrakları ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” söylemi meydana girmiş oldu. Bu durum iki sonuç doğurdu. Birincisi bu “yeni” söylem örgütlü olarak Kürtleri meydandan uzak tuttu, bireysel olarak harekete katılanlar olduysa da, “Amed’den Gezi’ye direnişe destek” yürüyüşü olduysa da hareket Diyarbakır’ı ayağa kaldırmadı İkinci sonuç yukarıda zikredilen iki solun ilk defa –farklı sebeplerden de olsa- omuz omuza polis şiddetine ve başbakanın yaralayıcı diline karşı durmaları oldu. Gençler, Mustafa Kemal’in askerleriyiz gibi küf kokan sloganı hemen allayıp pullayıp “Mustafa Keser’in askerleriyiz”e çevirdiler ve böylece hareketin ulusalcılaşmasına fırsat vermediler. 29 Haziran’daki Lice olaylarından sonra Lice için yürüdüler ve direnişin barış sürecini engelleyen bir bahane olmasını reddettiler. Haziran ayı boyunca bu iki grup birbirlerine dokundular, etkileşime girdiler. TKP’lilerden “aslında biz Kürtlere de eşcinsellere de karşı değiliz” söylemi duyulabilirken, Göztepe Parkındaki forumda CHP’li emekli öğretmenler Atatürk ilkelerinden bahsettikten sonra Roboski için bir dakikalık sessizlik eylemine katıldılar, Yoğurtçu Parkı forumunda “halkların kardeşliği” sloganları atılabildi.

 

  • Taksim’e 3 Haziran’dan sonra çıkan bir başka “sol” daha var. En zor anlaşılanı, en yaralısı, en bölünmüşü, ismi en zor konulanı. Radikal sol, devrimci sol, “aşırı” sol nitelemeleri nereden baktığınıza göre değişir. Bu sol gerçekten de Türkiye tarihinde en ezilmiş, hapishaneleri, işkenceleri, sürgünleri tatmış bir sol. Özellikle bölüne bölüne ufacıklaşmış, fraksiyonların birbirlerinden düşman gibi söz ettikleri bir sol[4].   O yüzden de çok bilenmiş ve bazı fraksiyonları şiddete yatkın. CHP’nin elitistliğinden, özgürlükçü solun naifliğinden uzak. Kimisi samimi olarak “devrim” olabileceğine inanarak meydanlara çıktı ve gerektiğinde şiddet kullanılabileceğini gösterdi. Ancak bu sol(lar) diğer ikisinin içinde eridi. Özellikle Çarşı grubunun etkinliği söylemleri yumuşattı, “Vandalizm” son derece marjinal kaldı. Buna rağmen bu grupların varlığı AKP iktidarına bahane verdi. Açıkçası Taksim komününde herkes kendi işine geleni gördü. Özgürlükçü solun barış ve çevre söylemini öne çıkaranlar olduğu gibi ulusalcı solun Kemalist söylemini ya da radikal solun “yasadışılığını” korkuluk gibi kullananlar da vardı.

 

Son tahlilde bu üç kategori bir ay boyunca önce Taksim’de, sonra forumlarda, yürüyüşlerde ve sosyal medyada etkileşime girdi. 2 ay önce genç kentsoylular tarafından hiç bilinmeyen Halk TV ya da özgürlükçü solcular tarafından alay edilen Ulusal Kanal seyredildi. Twitter ve Facebook’ta herkes herkesin resim ve videolarını paylaştı, Facebook listesinden isminin önüne TC koyanlar “çapulcu” olarak değiştirdiler ya da ikisini beraber kullandılar. Arkadaş listelerinden milliyetçi ve Kürtlerle barışa karşı olduklarını düşündükleri TC’lileri çıkaranlar  “TC Çapulcuları” tekrar eklediler, “Sol” gazetesinin tirajı 25 000 bini buldu, İbrahim Kaypakkaya posterini taşıyanlar eşcinsellerden dayanışma gördü, vs. Yani 1980 darbesinden beri görülmeyen bir ortak paydada buluştular. Özgürlükçü sol otoriter söyleme karşı, Kemalist sol dinciliğe karşı, devrimci sol AKP kapitalizmine karşı iken gelinen noktada herkes her şeye karşı hale geldi. Herkes Çarşılaştı... (“Çarşı her şeye karşı!”)

 

Başlıktaki sorularımıza geri dönelim.

 

Bu memnuniyetsizler koalisyonundan bir alternatif doğar mı?

 

Açıkçası bu direniş hareketinden bir çatı partisi, bir lider ya da bir seçim zaferi çıkabileceğini umanların yanıldıklarını düşünüyorum. Direniş otoriter sisteme hükmetmek için değil sistemi dönüştürmek için yapılmakta. Bütün bu memnuniyetsizliklerin arasında en çok öne çıkan konu, bireylerin kendi hayatlarına etki edebilme istekleri. Ulusal siyasette hükmetmekten çok mikro düzeyde sorumluluk almak istiyor bu nesil. Ve artık kalıplara sokulmak istemiyorlar. Aynı üstten bakış, aynı otoriter söylem Kemalistler’den ya da Marksistler’den gelse gene sokaklara dökülürlerdi gibi geliyor bana. O yüzden bu koalisyondan bir alternatif elbette çıkar ancak bu yeni bir iktidar yeni bir hükümet ya da yeni bir belediye başkanı değil. Hükümet, başkan ya da belediye başkanı kim olursa olsun bireylerin seçimler arasında da karar mekanizmalarına katıldığı alternatif bir sistem. Bu, yerel yönetimleri güçlendirmekten de öte (ki bu şart) sürekli katılımcı ve sürekli müzakereci bir demokratik sistem. Türklerin, Kürtlerin, Rumların, Ermenilerin, Sünnilerin, Alevilerin, Ateistlerin, Bayram dindarlarının, LGBT’lerin... ait oldukları grupların dışında da birey olabildikleri ve gruplarına kendi istedikleri zaman ait oldukları bir toplumsal sistem.

 

Bu açıdan bakıldığında alternatif elbette doğmalı.

 

Ancak bu koalisyon muktediri düşürüp yerine yeni bir muktedir oturtacaksa, bu yeni iktidar Kürtlerle yüzyılın barışını parantez içine alıp muhafazakârları ve gayrimüslimleri gene toplumun çeperine yerleştirecekse, bu yeni iktidar AB’yi Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalist bir güç olarak lanse edecekse, askeri ve yüksek bürokrasiyi gene tahta oturtacaksa, alternatif muktedir “kendine uygun nesiller yetiştirme” misyonunu tepeden inme dayatacaksa... alternatif doğmasın.

 

 



[1] Bora Tanıl, Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık, İstanbul: Birikim, 1999.

[2] Bu konuda bkz Oran Baskın (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt 3, İstanbul: İletişim, 2013.

[3] Bkz Mumcu Uğur, 40’ların cadı kazanı, Ankara: Tekin, 1990.

[4] Bkz Aydınoğlu Ergun, Türkiye Solu 1960-1980, İstanbul, Versus, 2008 ve Akgönül Samim, “Mitoz ve dolayisiyla iflaslar tarihi” Virgül, 110, Eylül 2007, s. 8-11.