Berat Günçıkan*
Kimileri bir cümle olarak Bernard Shaw’a dayandırır, kimileri kişisel tecrübesine ve ortaya şöyle bir iddia çıkar: Devrimcilik gençlik işidir! Üstelik hayat da çoğu kez bunu doğrulamış, bu yüzden de pek çok kuşak kendisinden sonra gelenlere daha uzun, daha çetrefilli, daha şiddet yüklü bir yol bırakmıştır.
Kuşağının sorumluluğunu üstlenen ve sonuna kadar taşıyanlar da vardır elbette, tıpkı Ağırnaslılar gibi. Niyazi Ağırnaslı, Nuran Ağırnaslı ve Nejat Ağırnaslı bize devrimci olmanın değil, devrimci kalmanın mümkün olduğunu anlatır. Niyazi Ağırnaslı 1987’de eceliyle öldüğü, Nejat Ağırnaslı, yani Paramaz Kızılbaş Kobanê’de katledildiği için anlatıcımız Nuran Ağırnaslı. Sorularımızı yüzüne kazınan oğul acısıyla ama metanet ve cesaretle yanıtlıyor:
* Oğlunuzu şehit olarak tanımlıyor musunuz?
Biz uzun yıllar devrim şehidi tanımını kullandık, ama şimdi “düştü” demeyi yeğliyorum. Çünkü şehidin daha çok dinsel bir çağrışımı var. Kobanê’de de bu tanımı kullandım, ama Kürt bir ana hemen düzelttiler ve “şehit” dediler. Zaten oğlum da şehitliğe gömüldü.
* Oğlunuzun ölüm haberini alışınızla cenazesini alışınız ve toprağa verişiniz arasında bir yılı aşkın bir süre var. Aradaki sürede neler yaşadınız, “Belki yaşıyordur” umudu taşıdınız mı?
Bir yanım haber geldiğine göre doğrudur diyordu, ama bir yanım da umut besliyordu. Babası- Hikmet Acun- bir internet sitesinde üzerine YPG bayrağı örtülmüş cesedini gördü, o zaman biraz daha ikna oldum.
* Siz bakmadınız mı fotoğrafa?
Bana “siz bakmayın” dediler.
* Cumartesi Anneleri’yle konuştuğunuzda hepsinde bir mezar arzusu olduğunu görürsünüz, çocuklarının ölümünden emin olmak isteği kadar mezardan bekledikleri bir teselli de var gibidir. Toprağa vermek sizin için de böyle bir fark yarattı mı?
Mutlaka bir farkı var. Biz cenazesine ulaştıktan sonra daha çok onun isteğine ne uygun olabilir diye düşündük. Aziz’in cenazesinin iki ayda gelmesi, hem onun hem Suruç’ta ölen Ece’nin mezarının tahrip edilmesini görünce bize en doğrusu Kobanê geldi.
* Tabutu görünce tepkiniz ne oldu?
Babasına dönüp “Şimdi Nejat bunun içinde mi?” diye sordum. Baktım, gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Evimiz Ankara’da Selanik Caddesi’nde, yani merkezi bir yerdeydi, gelen giden çok oluyordu. Eve gidip gelenleri dinlerken yavaş yavaş bir duyarlılık gelişti. 1963 Haziran’ında bir sabah babamı oturmuş, tek başına ağlarken görmüştüm. Biz hep erkekler ağlamaz, diye biliyoruz ya, şaşırmıştım. Neden ağladığını sorduğumda da, “Nazım öldü” demişti. Ama benim devrimci olmamda sadece babamın etkili olduğunu söyleyemeyiz, dönemin de etkisi vardı.
* Siz 68 kuşağındansınız, üstelik ODTÜ’lüsünüz ve Dev-Gençlisiniz.
Evet, 1968’te ODTÜ’ye girdim. Öğrenci hareketlerinin yoğunlaştığı yıllardı; Komer’in arabasının yakılmasına kadar pek çok eylem yapıldı. Dev-Genç ayrışmasında ben THKO hareketinde yer aldım. 12 Mart’ta bir süre kaçak yaşadım, sonra tutuklandım ve Mamak Dışkapı’da yattım.
* Babanız THKO’da mücadele vermenizi, tutuklanmanızı nasıl karşıladı?
Annem de babam da arkadaşlarımın hepsini tanıyordu ve yakınlık gösteriyordu. Babamın evlat olarak korumacılığı vardı, ama müdahale etmiyordu. Tahliye olduktan sonra annem “Lütfen artık bana arkadaşlarını tanıtma, ölmelerine, hapse girmelerine yüreğim dayanmıyor,” dedi. Ulaş’ın ölümüne çok, ama çok üzülmüştü.
* Babanız avukat olarak sizi savundu mu?
Hayır, Deniz Gezmişlerin idamından sonra “Mahkemeler göstermelik” diyerek duruşmalara girmeme kararı almışlardı. Elli küsur kişinin yargılandığı üçüncü THKO davasında tek kızdım. Ali Elverdi’nin başkanlığını yaptığı mahkeme heyetinden bir hakim bu duruma çok üzülüyordu. Babama neden beni savunmadığını sormuş, o da nedenini söylemiş. 74 affına az bir zaman kala salıverildim, zaten afla da dava düştü.
* Okula döndünüz mü?
Hayır, dönemedim, babam da en çok bunu istemişti, ama olmadı. Bu arada evlendim, kızım Elif Berivan doğdu. İstanbul’a yerleştik ve Parti Bayrağı dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendim. Onuncu sayıdan sonra tekrar tutuklandım ve Sağmalcılar Cezaevi’ne konuldum. Bir süre yattıktan sonra tahliye edildim.
* 12 Eylül’de neredeydiniz?
İstanbul’daydım. TDKP - Kasım operasyonunda evimiz basıldı, o sıralarda dört yaşına gelen kızım ve birkaç arkadaşımla alındık, Gayrettepe’ye götürüldük. Gözlerim kızımın gözleri önünde bağlandı. O arada biri “Çocuğa buralarda yazık olmasın, kime bırakalım,” diye sordu. Onların da başına bir şey gelir tedirginliğiyle yakınlarımın ismini vermedim, “Apartmana götürün komşulardan biri alır”, dedim. Bir ailenin dışında hepsi “Anarşistin çocuğunu almayız” demiş. Nalçacıların kendisiyle yaşıt çocuklarıyla arkadaşlık etmesine rağmen, kapıyı açtıklarında kızım tanıdığını hiç belli etmemiş, kapı kapanıp polisler gittikten sonra sarılmış.
* Babanız bu kez avukat sandalyesine oturdu mu?
Oturdu ve tahliyemi istedi. Gayrettepe’de kaldığım bir ay boyunca da mesaiye gelir gibi her gün Göztepe’den gelip gitmiş, sabahtan akşama şubenin önünde beklemiş. Bir polis “Baban seni çok seviyor galiba” demişti, “Kapının önünden hiç ayrılmıyor.” Ancak ben tutuklanıp da Selimiye’ye götürülünce biraz olsun rahatlamış. Selimiye’den de Metris’e götürüldüm.
Ben yanlış tahliye edildim, davalar sonra sonuçlandı ve kaçak durumuna düştüm. Bu arada 1984 yılında Nejat’ı doğurdum. Söke Devlet Hastanesi’nde akşam doğurdum, sabah hastaneden kaçtım, çünkü kimliğim yoktu. Elif, Nejat, babası Hikmet dört yıl kadar bu kaçak yaşamı sürdürdük, yeni bir takibe takılınca yurt dışına çıktık. Bir motorla Yunanistan’a geçtik, bir süre kampta kaldıktan sonra da Almanya’ya gittik.
* Çocuklar için zor olmalı, özellikle Elif Berivan...
Elif Berivan Türkiye’de altıncı sınıfı bitirmişti. Almanya’da önce göçmen çocukların okuduğu bir okula kaydoldu. Bir süre sonra öğretmeni çağırdı, “Bu çocuğa burada yazık olur, alın” dedi. Bunu söylemesinin nedeni de bir gün çocuklara idollerinin kim olduğunu sorması, Elif’in de “Rosa Luxemburg” yanıtını vermesi. Nejat’sa gittiğimizde dört buçuk yaşındaydı. O da işçi çocuklarının okuduğu okula gitti. Bir gün onun da öğretmeni çağırdı, “Bu çocuğu dernek toplantılarına falan götürmeyin,” diye uyardı “çünkü orak çekiç resmi çizip bu bizim bayrağımız diyor.”
* Onun da mı okulunu değiştirdiniz?
Nejat hiperaktif bir çocuktu, öğretmeni böyle sürerse zihinsel engellilerin eğitim gördüğü okula göndermek zorunda olduğunu söyledi. Bir yıl ara bir okula gitti, sonra okuluna döndü ve çok başarılı oldu.
* Türkiye’ye ne zaman döndünüz?
141. ve 142. maddeler kaldırılınca Türkiye’ye dönmemizde bir sakınca kalmamıştı, ancak çocukların okulu nedeniyle dönüşü geciktirdik. Ben ilticamı geri çekip Türkiye’ye gidip gelmeye başladım. Nejat Almanya’ya geldiğinde kimliksizdi, ona kimlik çıkarılmıştı, ama Türkiye konsolosluğu bunu geçerli saymadığı için o gelip gidemiyordu. Sonunda konsolosluğun istediği kemik tespitini yaptırdık, Türkiye’de doğduğunu belgeledik ve birlikte ilk kez 1997’de Türkiye’ye geldik.
* Nejat Türkiye’yi nasıl buldu, geldiğinizde sosyalist kimliği de belirginleşmiş miydi?
Almanya’da ABD’nin Irak işgalini protesto eylemlerine katılmış, hatta gözaltına alınmıştı. Rosaların anma toplantılarına katılıyor, sol hareketlerin hemen hepsini yakından izliyordu. Almanya’da Türkiye’deki her sol hareketin bir kardeş partisi vardır, Nejat onlara yakın durmadı, onu heyecanlandıran, Rosalar ve Baader Meinhofflar oldu. Gelip gittikçe Türkiye daha cazip gelmeye başladı Nejat’sa, üniversiteyi burada okumaya karar verdi. Önce Marmara Üniversitesi’nde İngilizce Sosyoloji okudu, sonra Boğaziçi’ne yatay geçiş yaptı, oradaki devrimci gruplarla temas etti.
Evet. Nejat lider ruhluydu, Uğur Kaymaz’ın katledildiğini öğrenince “Kardeşime Dokunma” diye bir kampanya başlattılar. Arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır’a gittiler. Güzel bir eylemdi.
* Nejat için yoldaşlık neydi?
Yoldaşlık kavramı güçlüydü, yoldaşlığa sığmadığını gördüğü düşüncelere, hareketlere tepki gösterirdi, hele de söz konusu olan paraysa daha da öfkelenirdi. Kobanê’deki kadın yoldaşları Nejat’ın sabah kalkıp kendilerine kahvaltı hazırlamasından, fedakarlığından, kadınlara verdiği önemden söz ediyorlar hep.
* Mizah yanı güçlü müydü?
Hem de nasıl... Nükhet Sirman tez hocasıydı. Bir gün ona bir profesörden söz ediyor, görüşlerinden... Sirman tanımadığı, hatta adını bile duymadığı bu profesörün görüşlerini dinlerken bir yandan kim olabileceğini düşünüyor, tanımadığını söylemeye hazırlanıyormuş. Sonunda Nejat öyle biri yok demiş, gülerek...
* Tez konusu neydi?
Tuzla tersaneleriydi ve tezini Süleyman Yeter’e adamıştı, “Asla unutma, asla affetme, asla vazgeçme” diyordu.
* Nejat’la hiç çatışmanız olmadı mı?
Olmaz olur mu? Bazen gece yarılarına kadar oturur tartışırdık. En merak ettiği, kaçak koşullarda onu doğurmamdı, “öyle olmasaydı her şey başka türlü gelişebilirdi” diyorduk. Sonunda “Kafanı neden buna bu kadar takıyorsun” diyordum, “Oldu işte ve bugüne geldik.” Almanya’da Türk mahallelerinde çocukların çoğunun isminin Deniz, Mahir, Ulaş olmasına rağmen dağılıp gitmelerini, uyuşturucu kullanmalarını affedemiyor, anne ve babalarına “Ya çocuklarına bu isimleri koyma ya da çocuklarını o sorumluluğa göre yetiştir,” diyerek sinirleniyordu.
* Kobanê’ye sizden habersiz gitmiş, ‘Gidiyorum’ deseydi, engellemeye çalışır mıydınız?
Daha önce KCK davasından tutuklanmış, o zaman da bana Brezilya’ya gittiğini söylemişti. Eğer Kobanê’ye giderken bildirseydi, durduramazdım. 30’lu yaşlarında birini nasıl engellersiniz, nasıl gitme dersiniz?
* Bütün konuşmamız boyunca sakinliğinizi hiç yitirmediniz ama yüzünüz acınızı ele veriyor.
O bitecek bir şey değil, duruyor, sadece bende değil, babasında, ablasında da duracak. Nejat öldürüldükten bir ay sonra Elif Berivan’ın bir oğlu oldu, adını “Baran Nejat” koydular. O kızımın acısını biraz yatıştırdı, biliyorum, bana da iyi gelecek, ama zaman gerekiyor.
*Berat Günçıkan imzalı röportaj Özgür Gündem'de yayımlanmıştır.