Her şey el yıkamanın yeterli olacağının söylenmesiyle başladı. Sürü bağışıklığının bir süre top çevirdiği arenada korku ve savaş retoriğinin ardından şimdi Britanya'da hükümet, normalleşme yolunda ‘’Tetikte kalalım’’ diyor. Bu, tutarsız ve karmakarışık bir kriz yönetiminin geldiği son nokta. Zira beraber Birleşik Krallık’ı oluşturan Galler, Kuzey İrlanda ve İskoçya bu mesajı benimsemediklerini alenen açıkladı. Liderleri, ‘’Evde kalın, hayat kurtarın’’ sözünden ayrılmadılar. Muhalefet lider Keir Starmer ise ülkenin Avrupa’da Koronavirüs'e en çok vatandaşını kaybeden ülke olduğunu vurgulayıp, haklı olarak soruyor: ‘’Bu duruma nasıl geldik?’’
Zira Büyük Britanya Başbakanı Boris Johnson, ülkede ilk Covid-19 vakaları belirmeye başladığında, önlemlerin sabunlu suyla el yıkamak kadar basit olduğu konusunda emindi. Sosyal medya hesapları üzerinden Johnson’ın gömlekleri sıvanmış, elini yıkarken çekilen fotoğrafları yayınlandı; başbakan katıldığı söyleşilerde mesajına sadık kaldı: Elinizi yıkayın!
Aynı günlerde İtalya, Çin’in ardından bu virüsün derinden sarstığı ikinci ülke olma yolunda ilerliyor; kış tatilini İtalya’da yapan Britanyalılar ise evlerine dönüyorlardı. Beraberlerinde virüsü de taşıyacaklarında. Ama Johnson, el yıkamanın yeterli olacağı söyleminde ısrar etti. Kimi koronavirüs hastalarının da olduğu hastanelerde herkesle el sıkışıp, elini yıkadığını söylüyordu. Kendisinin aynı hastalık yüzünden yoğun bakıma kaldırılmasına iki aydan az zaman vardı.
Sürü bağışıklığı: Koca bir karmaşa
Johnson'ın salgın stratejisiyle ilgili açıklamalarının kısıtlı kalmasının ardından hükümetin sağlık konusunda başdanışmanı Sir Patrick Vallance yapılan basın toplantısında ‘sürü bağışıklığı’ stratejisini ilk defa dillendirdi. Witty, ‘ülkede kimsenin bu virüsü kapmamasını’ istemediklerini söylüyor, ‘toplumun bir kısmının bağışıklık kazanarak hayatı normale döndürmesi gerektiğine’ dikkat çekiyordu; böylece toplumun büyük bir yüzdesinin virüsü kaptığı takdirde kalana bulaşma ihtimali de yok olacaktı. Bu, yeni bir mesajın yayılmaya başlayacağını gösteriyordu. Oysa aynı zamanda Vallance, toplumun ‘sert önlemlere hazır olması gerektiğini’ de açıkça söylemişti.
Johnson da bu açıklamanın ardından katıldığı televizyon programlarında ‘çeneye yumruğu alıp, virüsün yayılmasına izin verilmesinden’ bahsediyor, sadece virüse karşı dayanıksız olan kesimleri koruyarak ‘zafer’e ulaşılabileceğini anlattı. Hükümet, spor müsabakalarını durdurmuyor, okulları kapatmıyor, barların çalışmasına engel olmuyordu. 12 Mart’ta düzenlediği basın toplantısında Johnson, yeni önlemlerden bahsetmek yerine, hayranı olduğu eski Britanya lideri Winston Churchill’in savaş retoriğine yakın bir tonla, ‘’Maalesef daha birçok aile sevdiklerini beklediklerinden erken kaybedecekler’’ dedi. Önlemlerin ise ‘sonraki haftalarda’ gündeme geleceğini söyledi. Ama aynı günlerde Fransa okulları kapıyor, Almanya’nın belli bölgelerinde önlemler açıklanıyor, Yunanistan büyük toplanmaları yasaklıyordu.
Aslında Johnson ve Vallance ‘sürü bağışıklığı’ndan bahsederken, inanılmaz bir iletişim kazasına da sebebiyet veriyorlardı. Zira o günlerde toplanan Krizlerle Mücadele için Bilimsel Danışma Kurulu (SAGE) toplantılarında bilim insanlarının ve hükümet yetkililerin ana gündemi bu değildi. Tersine, diğer ülkelerde olduğu gibi, SAGE de yayılım hızının nasıl yavaşlatılabileceğini ve dolayısıyla sağlık sistemini gelecek yeni hastalara karşı koruyabileceklerini konuşuyorlardı. Ana strateji, hiçbir zaman sürü bağışıklığı değildi.
O günlerde ülkede henüz 300’ün biraz üzerinde vaka tespit edilmiş, ölü sayısı 5’i geçmemişti. Bilim insanlarının virüsün belli bir süre yayılmasının olumlu sonuçlar doğurabileceğini söylemelerinin sebebiyse ilk dalganın ardından gelebilecek daha güçlü bir ikinci dalgaya karşı bağışıklığa sahip nüfusu oluşturmak ve ikinci kez ülkeyi tamamen kapatmak zorunda kalmamaktı. Ayrıca toplumun ‘sıkı karantina kurallarına’ razı olup olmadığına dair de soru işaretleri dillendiriliyor; sert politikalar için henüz zaman olduğu söyleniyordu. Zira New Statesman dergisine göre aynı günlerde hükümetin yaptığı anketlerde de bilim insanlarını destekleyen sonuçların çıktığını gösteriyordu: Ülkenin yalnızca üçte biri sert önlemleri onaylıyordu. Fakat bu verinin ortaya çıkmasından yalnızca iki hafta sonra, 15 Mart’ta Observer’ın yayımlayacağı anket, kamunun da fikrini değiştirdiğini gösterecekti: Buna göre ülkenin sadece üçte biri Johnson hükümetinin yeterince önlem aldığını düşünüyordu.
SAGE, ayrıca, okulların kapatıldığı takdirde çocuklarını -kendileri çalıştıkları için- büyükanne ve babalarına gönderebilecek aileler olacağına dikkat çekiliyor, futbol maçlarının durdurulmasının da taraftarlın bu kez barlarda maçı izleyebilecekleri için pek anlamlı olmayacağı tavsiye ediliyordu. Sürü bağışıklığı söylemini kaşıyıp duran Johnson ve Vallance’ın verdiği mesaj ile üretilen politika arasında apaçık tutarsızlık vardı. Ama Johnson, aynı günlerde, ısrarla ‘’Doğru zamanda doğru önlemleri alacaklarını’’ söylüyordu.
‘’Herkesi donlarını edecekleri kadar korkuttuk’’
Bu arada medyanın epeyi ilgisini çeken bir rapor daha Imperial College Üniversitesi tarafından yayımlandı. Hükümetin sağlık danışmanlarından Niell Ferguson’un da içinde olduğu (Geçtiğimiz günlerde karantina kurallarına uymadığı için istifa etti) akademisyenlerin yaptığı modelleme, sürü bağışıklığının Britanya’da 250 binden fazla ölüme sebep olacağını gösteriyordu. Bu manşetleri süsledikten sonra, 16 Mart’ta Johnson, tekrardan basının karşısına geçtiğinde işler değişmişti. SAGE’de bilim insanları, vaka bazlı izolasyon ve gönüllü karantinanın ‘Ulusal Sağlık Sistemi’ni (NHS) koruyamayacağını söylüyor, ‘’Artık her şey denenmelidir’’ diyordu. Başbakan bu kez dışarı çıkmak zorunda olmayanları evde kalmaya çağırıyordu. Sürü bağışıklığının da sabunlu su iletişiminin de sonu gelmişti.
Bundan sonra hükümet, retoriğinin sertliğini de önlemlerin çapını da arttırdı. 23 Mart’ta ülke çapında karantina ilan edildi. Hastaların sayısı 6500’ü geçmiş, 335 kişi ölmüştü. Johnson, artık her konuşmasında tekrar edeceği, hükümet üyelerinin ve milletvekillerinin hemen tamamının da sadık kalacağı mesajı veriyordu: ‘’Evde kalın, sağlık sistemini koruyun, hayat kurtarın.’’ Ama Johnson hükümeti, söylemin dozunu daha da artıracaktı: Sağlık çalışanları için başbakan ‘frontline’ (ön cephe) tanımlamasını yapmaya başladı; Covid-19’un ‘yenilmesi gereken bir düşman’ olduğunu iddia etti; Zoom üzerinden yapılan bakanlar kurulu toplantılarına ‘savaş kabinesi’ benzetmeleri yapıldı. Kraliçe Elizbeth de halka yaptığı -alışılmışın dışı- seslenişinde, 1940’ta, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ilk defa bu şekilde topluma konuştuğunu hatırlattı. Kraliçe’nin konuşmasından alınan ‘’Arkadaşlarımızla tekrar bir araya geleceğiz; ailemizi yine göreceğiz; tekrardan görüşeceğiz’’ sözlerinin Londra’nın göbeğindeki Picadilly Meydanı’nda gösterilmesi, korku filmlerini hatırlatıyordu. Fakat King’s College London üniversitesi Savaş Öğretileri bölümünün en kıdemli profesörü Lawrence Freedman ise o günlerde yayımlanan bir yazısında şöyle dedi: ‘’Pandemiyle mücadelede eğer herkes elinden geleni, bu benzetmeler sayesinde yapacaksa elbette savaş söylemi kötü olmak zorunda değil. Ama savaşların aksine, önümüzde imzalanacak bir barış antlaşması ya da siyasal müzakere şansı yok. Elimizden geleni yapmak zorundayız. Fakat Covid-19’un uluslararası bir tehdit olduğunu da unutmamak ve bu yüzden de çatışmanın değil ortak çabanın söylemini üretmeliyiz.’’
Bütün bunların üzerine bir de Başbakan Johnson, Sağlık Bakanı Matt Hancock ve başbakanın başdanışmanı Dominic Cummings’de 27 Mart’ı takip eden hafta COVID-19 tespit edilirken savaş söyleminden de vazgeçilmiyordu. İngilizler, Johnson’ın yoğun bakıma kaldırılmasını da bu ortamda ve evlerinden yalnızca günde bir defa spor yapmak için çıkma hakları varken takip etti. Johnson’ın yerine sorumluluğu Dışişleri Bakan Dominic Raab üstlendi ve bir ayı aşkın aranın ardından muhalefetin ve Muhafazakâr Parti’nin ortak isteğiyle Parlamento tekrardan açılınca, Başbakan’ın koltuğunda Raab oturdu. Ancak krizin ince detaylarından ve hükümetin uzun soluklu plan ve stratejisinden ziyade retoriğe yaslanan tavır, burada da sürüyordu. Örneğin muhalefet lideri Keir Starmer’ın -ülkedeki ölümlerin büyük bir kısmına denk düştüğü tahmin edilen- huzurevlerindeki durum sorulduğunda, Raab yalnızca cevap vermekten kaçabildi. Benzer bir şekilde Sağlık Bakanı Hancock da düzenli yapılan basın açıklamalarından birinde, bir gazeteci ‘kaç sağlık çalışanının öldüğünü’ sorunca yanındaki İngiltere Başhemşiresi’ne dönüp, ‘’Evet, bu soru senin için Ruth’’ diyebildi. Bu, günlerdir ‘cephe’den gelen, yeterli medikal koruma malzemesinin olmadığına dair çığlıkların vardığı noktaydı.
Bu sürecin sonunda gelinen noktada Sağlık Bakanı insanlara, ‘hasta oldukları takdirde -COVİD olmasa da- hastaneye gidebileceklerini söylemek zorunda kaldı. İpsos Mori’nin 14 ülkede yaptığı anketler, İngilizlerin ‘ülkenin yeniden açılabileceğine’ dair en az inanç gösteren toplum olduğunu gösterdi. Buna göre ülkenin yüzde 70’i, virüs tamamen kontrol altına alınmadığı sürece hayata dönmeyeceklerini söylüyordu. Cambridge Üniversitesi’nden David Spiegelhalter ise bu verilerin ‘oldukça endişe verici’ olduğunu söylüyor ve İngilizlerin ‘kesinlikle anlamsız derecede panik yaşadıklarını’ belirtiyor. Bir Muhafazakâr milletvekili ise, geçtiğimiz günlerde ‘’İletişimimiz Avrupa’nın en iyisiydi. Herkesi donuna edecek kadar korkuttuk’’ dedi. ‘’Şimdi biraz geri adı atmalıyız.’’
‘’Tetikte kalın!’’: O ne demek?
Zira hükümet, geri adım atmaya da başladı. Geçtiğimiz Pazar Johnson, yaptığı ulusal sesleniş konuşmasında her zamankinden farklı bir tonda, retorik kadar virüsün bulaşma oranını (R) aşağıda tutmaları gerektiğini ve ancak böylece sınırlandırmaların kalkabileceğini söyledi; Yeni Zelanda gibi ülkelerin krizin başından beri kullandığına benzeyen 5 aşamalı uyarı sistemi de böylece duyuruldu. Ayrıca Johnson, hükümetin yeni sloganını da -her ne kadar Daily Telegraph gazetesi bir gün önce manşette duyurmuş olsa da- ilk defa söyledi: ‘’Tetikte kalın, virüsü kontrol altına alın, hayat kurtarın.’’
Fakat bu slogan, öncekinin aksine, hem siyasetçiler hem de toplum tarafından yüklü eleştiri aldı. İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, kendisinin yeni iletişim stratejisinden Telegraph’ın manşetiyle haberdar olduğunu söyleyip ekledi: ‘’Benim İskoç halkına mesajım değişmedi. Evinizde kalın.’’ Galler ve Kuzey İrlanda yöneticileri de İngiliz hükümetine ‘tetikte kalma’ hususunda destek çıkmadı. Starmer, sosyal medya hesaplarından yaptığı açıklamada ‘’Toplumun ihtiyacı olan şey açıklık ve güvendi. Başbakan ikisini de sağlayamadı’’ dedi. Zira YouGov’un yaptığı son anket de toplumun yüzde 63’ünün ‘tetikte kalmak’ ile neyin kastedildiğini net bir şekilde anlayamadıklarını gösteriyor. 100 binin üzerinde sosyal medya mesajını inceleyen analist Kristian Hoareau Foged’un da paylaştığı veriler, -100 ile +100 skalasında toplumun yeni mesaj için -15 sularında negatif düşündüğüne dikkat çekiyor. Guardian’ın ulaştığı bilgiler de hükümetin yeni stratejiyi çizerken SAGE grubundaki bilim insanlarına danışmadığını işaret ediyor. Zira hükümetin en yetkili sağlık uzmanı Chris Witty de sağlık konusundaki başdanışman Vallance ve kendisinin ‘iletişim uzmanları olmadığını’ söylemek durumunda kaldı. Yani, savaş retoriğinin basitliğine sığınan hükümet bünyesi, detaylara ve açıklığa ihtiyaç duyduğu yeni safhayı da henüz göğüsleyebilmiş değil. O kadar ki, Birleşik Krallık’ın tamamını dahi aynı mesajın etrafında toparlayamadılar.