TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında konuşan Başkan Erol Bilecik, "Hukukun üstünlüğü, refah, teknoloji ve bilim, eğitim ve kültür gibi bir dizi alanda benzemek istediğimiz yer, Uzak Doğu ya da Orta Doğu değil; Avrupa medeniyetidir" dedi. Erol Bilecik, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın da katıldığı toplantıda 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâlle ilgili olarak da "Bir daha uzatılmamasını umuyoruz" diye konuştu.
Avrupa Birliği'ne (AB) tam üyelik vurgusu yapan Bilecik, "AB'ye tam üyelik süreci, ekonomik ilişkilerin ötesinde, dünyanın gerisiyle olan ilişkilerde de belirleyicidir. AB'ye baktığımız zaman merkezinde federal bir seçenek, Euro bölgesinin yer aldığı çok çengelli bir görünüme doğru yönelimi söz konusudur" dedi.
İnternette yasak tartışmalarına da değinen Erol Bilecik, "İnternet ortamının toplumların eski alışkanlıklarını zorladığı çok açık. Geçtiğimiz günlerde dünya genelinde 150 ülkede 200 binin üzerinde hesabı hedef alan siber saldırılar yaşadık. Değerli üyeler, terörle mücadeleyi sekteye uğratmadan, ama suçla mücadelenin internet ortamına has bir yönetiminin bulunabileceğine inanıyoruz" görüşünü dile getirdi. Bilecik, "İnternette suç ve cezanın orantılı olması gerektiğine inanıyoruz. Türkiye internet ve yasak kelimelerinin bir arada anılması, yurt dışında olumlu bir intiba oluşturmuyor" dedi.
Bilecik'in konuşması şöyle:
Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başkan, Sayın Divan, TÜSİAD’ın Değerli Üyeleri, Sayın Basın Mensupları,
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık Divanı adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Çok yoğun programı içinde ayağının tozuyla toplantımıza teşrif eden Sayın Cumhurbaşkanımızı aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyuyoruz.
Şeref verdiniz Sayın Cumhurbaşkanım.
Bildiğiniz gibi 16 Nisan’da Türkiye önemli bir demokratik imtihandan geçti.
OHAL koşullarında referandumu sonuçlandırdık.
Yönetim sistemimizde bazı köklü değişiklikler getiren bu sonucun ülkemiz için hayırlı olmasını diliyorum.
Değişikliğe evet denmesine karşılık, hayır oylarının evet oylarına çok yakın olması, bundan sonraki süreçte değişikliğe karşı çıkanların endişe ve itirazlarının olabildiğince hesaba katılması gerektiğini gösteriyor.
2019 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar uyum yasaları çıkacak ve ülkemiz yeni bir yönetim sistemine geçecek.
Herkesin ortak talebi olan özgürlük, refah, istikrar, huzur ve barış ortamının tesisi için başta uyum yasalarının çıkarılması olmak üzere her alanda ortak aklı, demokratik tartışmayı ve uzlaşmayı esas almak gerekiyor.
Biz içeride bu siyasi hazırlıkları yaparken dünyada da önemli değişimler meydana geliyor.
Önce kısaca bu değişimlere bakalım.
Değerli konuklar,
Modern dünyayı şekillendiren başlıca iki zihniyet var: serbest piyasalardan esinlenen liberalizm ve ulus devletlere dayanan milliyetçi/egemenlikçi zihniyet.
Bu iki zihniyetin toplumsal vasat üzerindeki etkisi son iki yüzyıl boyunca dalgalı bir seyir izledi.
20.’nci yüzyılın büyük kısmında baskın olan ekonomik ve siyasi milliyetçiliğin ardından, 1970’lerden sonra liberalizm dünyada yeniden egemen hale geldi.
Ancak 21.’nci yüzyıla girdiğimizde durum bir kez daha değişti.
Neredeyse tüm dünya, liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin her yerde barış ve refah getireceğine ikna edilmişken, bir de baktık ki bu tez ciddi yaralar almış.
Geçen sene bu anlamda önemli bir dönüm noktası oldu kanımca.
Liberalizmin ana vatanı sayılan İngiltere’de ana akım siyasi partilere, iş dünyasına, sendikalara, tüm akademik kurumlara ve bilimsel araştırma sonuçlarına rağmen seçmen az farkla ve de farklı nedenlerle olsa da tepkisel bir tutum izledi; İngiltere Avrupa Birliği’nden çok zorlu bir ayrılma müzakeresi sarmalına düştü.
Ardından günümüz liberal dünya düzeninin kilit aktörü ABD’de serbest ticaret politikasına mesafeli vaatlerde bulunan bir kişinin başkan seçilmesi, bu arada Çin’in liberal uluslararası ekonomi söylemine geri dönmesi küresel sistem tartışmalarının fitilini ateşledi.
Piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi, eşitlik, adalet, hakkaniyet gibi bir dizi özleme cevap vermekte zaten epey yetersiz kalıyordu.
Sosyalist blokun çökmesinden sonra tüm dünyaya hakim olan liberal perspektif, belki milyarlarca insanı aşırı yoksulluktan kurtarmayı sağlamıştı.
Ama eşitlik ve adalet getirmemişti.
Tam tersine en yoksullar ve en zenginler arasında muazzam uçurumların doğmasına yol açmıştı.
Liberal ekonomik model 2008’de duvara toslarken liberal demokrasi anlayışı da Suriye iç savaşı ve mülteci krizi sırasında aynı kaderle yüz yüze geldi.
Teröre karşı küresel mücadelede tüm dikkatler güvenlik önlemlerine çevrildi; ama meselenin ahlaki boyutu ihmal edildi.
Mülteci krizi batı demokrasisine duyulan hayranlığı yerle bir etti.
Liberal demokratik düzenin halka eşitlik ve adalet götürmediği, sadece batının emperyalist politikalarına hizmet ettiği iddiaları güç kazandı.
Eskiden bu tezi sadece Çin ve Rusya gibi Batı demokrasilerine mesafeli ülkeler dile getirirdi.
Şimdi çok daha sık duyuyoruz.
Liberal ekonomik ve demokratik modelin dünyaya, barış, refah ve saadet getirmekte göstermiş olduğu bu açık zafiyet, radikal siyasetlere kapı açtı.
Merkez siyasetlerden ümidi kalmayan bazı seçmen kesimleri daha popülist vaatlerin sahibi siyasetçilere yöneldi.
Popülist liderlerin artması ülkeler arasında işbirliğinin yerini çatışmaya bırakması ihtimalini güçlendirdi.
Ülkeler arasındaki işbirliği yerini çatışmaya bırakırsa ne olur, gayet iyi biliyoruz.
19.’ncu yüzyıl sona ererken liberal yaklaşımdan milliyetçi, otoriter, yaklaşıma savrulmanın bedeli iki dünya savaşı ile ödenmişti.
Bu acı tecrübeleri maalesef yaşamış olmamız, bugün aynı hatayı yaşamaktan dünyayı kurtaracak temel dayanak.
Nitekim, son gelişmeler de bu yönde.
Jeopolitik ortam yeniden öngörülebilir olmaya başlıyor.
Sayın Cumhurbaşkanımızın da geçen hafta katıldığı "Kuşak ve Yol Forumu" ülkeler arasında işbirliği umutlarını güçlendiriyor.
Trump yönetiminin ilk 100 günü tamamlanırken, hayatın gerçekleri karşısında fantezilerin, fantezi olarak kalmak zorunda olduğu ortaya çıkıyor.
Fransa seçimleri, merkez siyasete bir geri dönüşe işaret etti.
İlaveten, umudun ve yeninin karşısında eskinin, tutuculuğun, korku siyasetinin ve milliyetçiliğin tutunamadığını da gösterdi.
Havanın değişmesinde belki en belirleyici olan dünya ekonomisinin nihayet toparlanmaya başlaması.
Nitekim son araştırmalar Avrupa’da ekonomik büyüme ile birlikte halkın tekrardan küreselleşme ve liberal ekonomik politikalar konusunda olumlu tutuma geçtiğine işaret ediyor.
2008 krizinden sonra resesyondan çıkışta gelişmekte olan ülkeler başı çekmişti.
Şimdi gelişmiş ülkelerde de büyüme hız kazanıyor.
Üstelik imalat sanayinin güçlendiği görülüyor.
Canlanma belli sektörlere has değil, yaygın.
Demek ki, büyümenin refah ve istihdam etkileri daha büyük olacak.
Bizim için özel önem taşıyan Avrupa’da, Euro bölgesindeki güçlenme 2015’ten bu yana sürüyor.
Euro bölgesinde işsizlik 2009 sonrasının en düşük seviyesine geriledi.
Avrupa Komisyonunun son ekonomik beklenti endeksleri 2011 sonrasının en yüksek seviyesine çıkmış durumda.
Gelişmiş ülkelerdeki toparlanma dünya ticaretini de çoşturuyor.
Birçok ülkede büyüme hızlanırken enflasyon düşüyor ve ödemeler dengesi açıkları azalıyor.
Uluslararası Finans Kurumuna göre geçtiğimiz Ocak ayında gelişmekte olan ülkelerde 2011’den bu yana görülen en hızlı büyüme yaşandı.
Bu sayede Kore ve Tayvan’ın ihracatları artıyor.
Hatta Rusya ve Brezilya gibi resesyonla boğuşan ülkelerde bile büyüme beklentileri yükseldi.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, liberal demokrasi ve piyasa ekonomisini tehdit eden riskler hala tümüyle ortadan kalkmış değil.
Dünyada son 10 yıldır gördüğümüz ekonomik ve jeopolitik istikrarsızlığı tümüyle ortadan kaldırmak için eşitlik, adalet, hakkaniyet gibi talepleri karşılayacak bir düzenin kurulması gerekecek.
Bu dünya için ne kadar zaruri ise ülkemiz için de o kadar zaruri.
Bütün bu değişimlerin yanısıra bir de teknolojideki değişimler var.
Teknolojik ilerleme verimliliği yükselterek bir dizi sorunu daha rahat çözmemizi sağlayacak.
Ama dijital devrim yarattığı muazzam fırsatların yanısıra yeni riskler de doğuruyor.
Bu risklerin başında istihdam geliyor.
Yapay zeka, nesnelerin interneti, robotlar, genetik bilimi derken, pek çok alanda insan, makineler, fiziksel ortam ve dijital dünya bütünleşiyor.
Bu durum hızlanarak devam edecek.
Bu, tüm hükümetleri muazzam fırsatlar ve de bir sorumlulukla karşı karşıya bırakıyor.
Düşük ve orta beceri düzeylerine sahip çalışanlar hem iş bulmakta hem de iş bulsalar bile tatminkar gelirler elde etmekte çoktan zorlanmaya başladılar.
Bu süreç iyi yönetilemediği durumda çok ciddi toplumsal sorunlara gebe.
Bizde ise zaten hem eğitim ve beceri düzeyi geri, hem de işsizlik oranı çok yüksek: işsizlik tüm nüfusta %13, gençlerde ise %25.
Yarın, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı.
19 Mayıs 1919’da Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Anadolu’ya geçen Gazi Mustafa Kemal, önemi nedeniyle bu tarihi Türk gençliğine armağan etmişti.
Atatürk’ün dediği gibi “biz her şeyi gençliğe bırakacağız”.
Gençlerimizi geleceğe hazır, hatta geleceği kendi elleriyle kuracak hale getirmek en önemli vatani sorumluluğumuz.
Bu sorumluluk çerçevesinde, Türkiye’nin 2023 hedeflerini de yeniden hatırlamakta fayda var.
Bugün gençlerimize, en iyi yetişmiş insan kaynaklarımıza karamsarlık hakim olmuşsa, geleceğe ilişkin bu hedefleri güncellemek ve topluma yeniden umut vermek gerekir.
Daha iyi bir geleceği, endişe ve korku değil, umut kurar; özgürlük kurar.
Değerli konuklar,
Referandumda sandıkların kapandığı dakikada TÜSİAD bir basın bildirisi yayınlamış ve daha güçlü Türkiye için toplumsal dayanışma içerisinde olmanın ve vakit kaybetmeden geleceğe bakmanın zamanı olduğunu vurgulamıştı.
Milli menfaatlerimiz doğrultusunda küresel ölçekte rekabetçi Türkiye için gereken reformlar; demokrasi, ekonomi ve Avrupa Birliği ile ilişkiler başlıkları altında tek tek sıralanmıştı.
Yönetim Kurulu başkanımız Erol Bey de bu başlıklara değinecektir.
Ben de bu başlıklar arasında bazılarına vurgu yapmak istiyorum.
Bunların başında Avrupa Birliği ile ilişkiler geliyor
Hukukun üstünlüğü, refah, teknoloji ve bilim, eğitim ve kültür gibi bir dizi alanda benzemek istediğimiz yer, Uzak Doğu ya da Orta Doğu değil; Avrupa medeniyetidir.
Basın bülteninde de belirtildiği gibi, Türkiye-AB ilişkileri tarihsel derinlik, güncel ortaklık ve geleceğe yönelik kazanımları içermektedir.
Türkiye’nin küresel rekabette en önemli avantajlarından birisi Avrupa Birliği’ne üyelik sürecidir.
AB üyelik süreci, sağladığı rekabet gücü, sosyal refah, teknolojik ilerleme, finans, yatırım, ihracat, turizm ve öngörülebilir bir hukuk devleti düzeni unsurlarıyla Türkiye’nin öncelikli milli çıkarıdır.
Diğer taraftan, dünyanın tüm bölgeleriyle güçlü ilişki kuran bir Türkiye’nin Avrupa’da çok güçlü bir etkisi olmaktadır.
Bu karşılıklı menfaate rağmen, geride bıraktığımız dönemde Türkiye-AB ilişkilerinde gerilim, konjonktürel nedenlerden ötürü tırmanmıştır.
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin, Türkiye resmi makamları ile gerektiği gibi bir istişarede bulunmadan verdiği Türkiye’yi yeniden denetim sürecine alma kararı, ilişkilerin iyice gerilmesine yol açtı.
Ancak ticari ve jeopolitik ilişkilerin mantığı, Türkiye-AB arasında gerilim değil işbirliği olmasını gerektiriyor.
Bu mantık karşılıklı olarak tesis edilebilirse, daha önce de olduğu gibi, AB sürecinde ilerledikçe, Türkiye dünyanın yükselmekte olan ülkeleri arasında öne çıkar; ekonomik cazibe ve demokratik referans kaynağı olur.
Aynı şekilde dünyada güçlü bir Türkiye, Avrupa’da da muazzam etkili bir aktör olur.
Bu sinerjiyi son onbeş yılda ne zaman başardıysak, o zaman Türkiye her alanda yükselen bir yıldız ülke oldu.
Son haftalardaki gelişmeleri bu doğrultuda yorumlamak istiyoruz.
Hiç şüphesiz mesele sadece Avrupa Birliği değil.
Ülkemizin değişen küresel dengelere uyum sağlaması açısından diğer ülkelerle ilişkilerimizi güçlendirmemiz de fevkalade önemli.
Sayın Cumhurbaşkanımızın referandum sonrasında yaptığı ziyaretler ve kurduğu ilişkileri, çok boyutlu dış siyaset anlayışı çerçevesinde umutla izliyoruz.
TÜSİAD’ın basın bültenindeki bir başka başlık demokrasi idi.
Türkiye’nin toplumsal özgürlük, çoğulculuk ve dayanışma içinde ilerleyebilmesi için bu başlık altında sayılmış olan OHAL’in kaldırılması, yargı erkinin bağımsızlığı ve tarafsızlığı, siyasal partiler ve seçim kanunlarında reform, kamu yönetiminde liyakat, düşünce ve ifade özgürlüğü, özgür medya ve internet ortamı maddelerinin önemine bir kez de ben vurgu yapmak isterim.
Hukuk ve özgürlük Türkiye’nin toplumsal değerleridir; dünyada ekonomik etkisi ve siyasal itibarı için, yani Türkiye’nin milli menfaatleri için en önemli güç kaynaklarıdır.
AB sürecinde de olduğu gibi, son onbeş yılda Türkiye ne zaman demokrasi ve özgürlük toplumu olarak ilerledi, o zaman bu başarı sayesinde dünyada daha güçlü bir ülke oldu.
Ekonomi başlığı altında ise, daha önce her fırsatta devlet yetkililerimizle paylaştığımız ve üzerlerinde ilerleme içinde olduğumuz maddeler arasında iki tanesine özellikle dikkat çekmek istiyorum: Birincisi, Kamu ihaleleri mevzuatının AB standartlarında rekabetçi, saydam ve verimli olacak şekilde yasalaşması; ikincisi piyasaları denetleyici ve düzenleyici kurum ve kuruluşların bağımsızlığının korunması.
Unutmayalım ki, kurumsallığın, hukukun üstünlüğünün, şeffaflık ve hakkaniyetin olduğu yapılarda ekonomik performans kağıt üzerinde kalmaz; halka aş ve iş sağlar.
Buna karşılık yozlaşmanın, kayırmacılığın, ahbap-çavuş ilişkilerinin olduğu ülkelerde, görüntüdeki başarılar günü gelir sabun köpüğü gibi söner.
Bir ekonominin gücünü sanayi üretimi belirler.
Çünkü sanayi tüm diğer sektörleri harekete geçiren motordur.
Bu çerçevede, geçenlerde duyurulan Üretim Reform Paketi, sıkıntılı bir alana hapsolmuş sanayi üretimine bir nebze olsun ferahlık mutlaka getirecektir.
Bu önlemlerin bir an önce hayata geçirilmesini ve daha da önemlisi yukarıda saydığım demokratikleşme, hukuk devleti ve kurumsallaşma süreçlerinde süratle mesafe alınmasını temenni ediyorum.
Referandum sonrasında Türkiye’nin devlet yönetiminde yürütme ayağının oldukça güçleneceği bir döneme girdik.
Ancak güçlü devletler, gücün bir yerde temerküz ettiği değil, farklı organlar arasında dağıldığı ve birbirini dengelediği yapılardır.
Güçlü devlet olmanın koşulu budur.
Yürütme sütunu güçlenirken, yasama, yargı, bürokrasi, bağımsız medya, bağımsız iş dünyası ve sivil toplumun da çağdaş ve saygın bir demokrasinin temel direkleri olarak, güçlenmesi gerekir.
Hepsi birbirini dengelemeli ve hepsi diğerlerinin gücüne güç katmalı. Aksi takdirde, organlar arası dengesizlik vücuttaki ahengi bozar.
Değerli konuklar,
Konuşmalarımda birlik beraberlik vurgusunu çok yapıyorum. Bunu lütfen naif bir temenni olarak algılamayın.
Bunu Türkiye’nin en önemli meselesi olarak gördüğüm için tüm konuşmalarımda ısrarla vurguluyorum.
Birlik ve beraberliğimiz hem sosyal ve siyasi istikrar hem de ekonomik istikrar ve refah artışı için çok önemli.
Toplumsal işbirliğini sağlayan değerler, ilişki ağları ve örgütlenmelerin bütününü Putnam ve Bourdieu gibi akademisyenlerin geliştirmiş olduğu bir kavram olan “sosyal sermaye” çerçevesinde düşünebiliriz.
Sosyal sermaye, toplumca birşeyler üretmek, birşeyler başarmak, gelişmek ve kalkınmak açısından bildiğimiz sermaye kadar, teknoloji, bilgi ve emek kadar temel bir faktördür.
Sosyal sermaye bireyler arasındaki karşılıklı güven ve dayanışma ile artan, kamplaşma, kutuplaşma, güven duyulan kurumların yıpranması ile eriyip azalan bir şey.
Ne zamandır Türkiye’nin yeni bir büyüme hikayesine ihtiyaç duyduğunu konuşuyoruz.
Bu hikayeyi aramamız gereken yer bence “sosyal sermaye” kavramıdır.
Doğu Asya ülkelerinin büyüme performansına hep gıpta ile bakarız ve çoğu kez bu başarının nedeninin seçilmiş sanayi sektörlerine dönük kapsamlı teşvik politikaları olduğunu düşünürüz.
Oysa durum böyle değildir. Bazı Asya ülkelerinin başarılarının önemli bir bileşeni de sosyal sermayedir.
Sosyal sermayenin finansal sermaye eksikliğini telafi edebilmesi, konuyu KOBİ’ler ve yeni teknoloji alanları açısından daha da önemli kılmaktadır.
İşte bu yüzden, ekonomik büyüme ve refah için, geleceğin zorlukları karşısında güçlü bir Türkiye için kutuplaşmayı azaltmak, birlik ve beraberlik ve uzlaşma zihniyetini egemen kılmak gerekiyor.
Güçlü bir Türkiye’yi kurmanın önündeki belki de en temel engel, çoklu terör tehdididir.
Cani terör örgütlerine karşı en önemli güç kaynağımız milli beraberliğimiz ve demokrasidir.
Bu noktada teröre karşı en sert şekilde önlemler almak, güvenlik güçlerini en yüksek beşeri ve teknolojik imkanlarla donatmak her ülkenin en meşru politika tercihidir.
Bunu yaparken, başta terörle mücadele yasası olmak üzere, kanun ve uygulamalarda düşünce suçu alanı yaratmamaya duyarlı olmakta yarar vardır.
Dünya kamuoyunda Türkiye hakkında “düşünce suçluları var, gazeteciler, akademisyenler hapiste şeklinde” bahis olması, bizzat Türkiye düşmanı lobileri güçlendirmekte, siyasi ve ekonomik milli menfaatlerimize ve demokrasimizin saygınlığına darbe vurmaktadır.
Terör öncelikli bir milli güvenlik meselesidir; sert ve kararlı güvenlik önlemleri gerektirir.
Hükümetimizin terörizme karşı attığı her adımın yanındayız.
Aynı zamanda, terör eylemlerine başvuran hareketlerin toplumun kimi kesimlerinde ilgi ve destek görmesi siyasi bir meseledir; bunun çözüm yolu da siyasidir.
Ak Parti hükümetlerinin siyasi vizyon ve cesaretle tasarlayıp hayata geçirdiği çözüm sürecinin değerini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Çözüm süreci ne yazık ki çeşitli nedenlerle akamete uğradı.
Sorun bugün komşularımızdaki iç savaş ve kargaşa ortamı yüzünden daha da karmaşık bir hal aldı.
Rusya ve İran’ın Esad rejimine desteği, ABD’nin PKK ile ilişkisi açık olan YPG’ye ağır silahlar vermesi bölgemizin daha uzun süre rahat bir nefes alamayacağını gösteriyor.
Buna karşılık, çözüm sürecinden çıkarılan derslerle tahkim edilmiş yeni bir milli birlik ve kardeşlik açılımı, ülkemize ve bölgemize yönelik oyunları bozan ve yeni bir oyun kuran, ve böylece bölgenin her etnik kökenden tüm insanlarına umut veren bir atılım olabilir.
Sayın Cumhurbaşkanımız, Değerli konuklar,
Atatürk Kurtuluş savaşının başkomutanı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olarak büyük bir asker, eşsiz bir siyasetçi, barış insanı ve devlet adamıdır.
Ama onu her türlü tartışmanın üzerine çıkaran bu nitelikleri değildir. Atatürk aynı zamanda bağımsızlığımızın, birlik ve beraberliğimizin milli simgesidir. Geçtiğimiz günlerde, Atatürk’e yapılan saygısızlıklara karşı her kesimden, her görüşten vatandaşlardan yaygın ve şiddetli bir tepki yükselmesinin arkasında da böyle bir milli hassasiyet bulunmaktadır.
Dünyada, bölgemizde ve ülkemizde zor ve sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz.
Ancak zorlukları aşmak, huzurlu ve güçlü bir Türkiye yaratmak, en geniş özgürlüklerin toplumu olarak dünyada yükselmek, bölgemizde ve dünyada barış ve istikrara katkıda bulunmak için imkanlarımız, kaynaklarımız, siyasi seçeneklerimiz var.
Siyaset ve devlet insanlarımızın bunları en iyi şekilde değerlendireceğine inanıyoruz.
Millet olarak, yurtseverlik ve özgüven içinde ilerlemeye kararlıyız.
Bu duygu ve düşüncelerle, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, hepinizi bir kez daha sevgi ve en derin saygılarımla selamlıyorum.