Bülent Küçük
Yard. Doç. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Kürt hareketinin diğer toplumsal kimliklere kapılarını açarak Türkiyelileşmesi gerektiği konusu çokça -çoğu zaman insafsızca- dile getirildi. Demokratik bir zeminde birlikte yaşamın ancak Kürtlerin eşitlik, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin diğer toplumsal alanlarda verilen mücadelelerle ortaklaşması durumumda mümkün olacağının altı çizildi. Bu eleştirilerin haklılık payları vardı kuşkusuz, fakat sorulması gereken asıl soru şu: Türkler Türkiyelileşmeden Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne kadar mümkün? Türkiye’de Müslüman Türk hakim kimliğinin muteber mensupları ne ölçüde kendi Türklüklerini ve Müslümanlıklarını gözden geçirerek kendilerini ötekilere açmaktadırlar. Ne ölçüde ötekilerin siyasi özneliklerine müdahale etmeden, onları terbiye etmeye kalkışmadan, dönüştürmeye ya da mesafede tutarak idare etmeye çalışmadan, ötekilerin tekilliklerini tanıyarak ilişkilenme zahmetine girmektedirler.
Başka bir deyişle, Türkler kültürel olarak daha üstün olduklarına dair fantezilerinden kopmadıkları sürece, bu devletin ve toprağın otantik sahibi olduklarına dair kanılarını devam ettirdikleri sürece, devletle kurdukları yakın ahbaplık ilişkilerine mesafe koymadıkları sürece, felaketlerden, utançtan milli gurur devşiren resmi tarihlerinden azade olmadıkları sürece Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne neye yarar? Yani, Türkiye’de gerçekte kimlik politikasını kimler icra etmektedirler? Ezilenlerin kimlik politikası yapmasında ne tür temel çıkarı olabilir? Peki aynı soruyu egemen olan kimlik için soralım: Ezen kimliğin kimlik politikası gütmesi arkasında nasıl bir siyasal rasyonalite yatmaktadır? Mesela neden barış talebi Kürtlerde bu kadar toplumsallaşmıştır, buna karşın Türkiye’nin batısında bu talep neden bu kadar cılızdır? Barış talebi ile eşitlik talebi arasında nasıl bir bağlantı vardır?
Kürtlere Türkiyeleşemediklerine dair yapılan eleştiriler insafsız, çünkü Kürtlerin bugün hem sosyolojik-demografik olarak, hem de siyasi olarak birçok kimlikten çok daha fazla Türkiyelileştiği sabit bir olgudur. Sosyolojik olarak bakıldığında durum böyledir, çünkü Kürtler özellikle 1990’larda ki zorunlu göçle beraber Türkiye’nin hemen hemen her köşesinde yaşamakta, güvencesiz sektörler başta olmak üzere hemen her sektörde çalışmaktadırlar. Buna ilaveten hemen hemen bütün Kürtler Türkçeyi sorunsuz konuşmakta, Batı’nın yazarını, film artistini, şarkıcısını tanımakta, yıllardır Türkçe okullara gitmekte, Türkçe televizyon kanalları izlemektedirler. Siyasi alanda cinsiyet politikaları, ekoloji ve sosyal politikalar başta olmak üzere siyasi paradigmaları göz önünde bulundurulduğunda Kürt hareketi evrensel ölçekleri referans alarak örgütlenmekte, konuşmakta ve bu politikaları icra etmektedir.
Buna karşın, Türkiye’nin batısında hangi kayda değer siyasi kimlik veya cemaat öteki kimliklere bu ölçekte kapılarını açmaktadır. Kaç Türk, Kürtçe öğrenmiştir, kaçı bu dilde iki kelam etmesini, mesela “merhaba” demesini bilmektedir? Kaçı, askerlik ve zorunlu memuriyet dışında Diyarbakır’a, Van’a Hakkari’ye gitmiştir, ya da gitmeyi istemiştir? Kaçı Kürt edebiyatından, popüler kültüründen haberdardır, kaçı Kürtlerle komşu olmayı arzulamaktadır? Kaçı dolmuşta, sokakta, kahvede okulda Kürtçe konuşulduğunda irkilmemektedir? Kaçı eşit işe eşit ücret ödemektedir? Kaçı orta sınıf bir Kürdü apartmanında ikamet edince, ya da lüks bir arabaya bindiğini görünce asabı bozulmamaktadır?
Literatürde kurumsal olarak ve gündelik hayatta dışlamanın ve kültürel tahakkümün iki temel biçiminden söz edilir: Malum, birincisi kültürel olarak farklı olana karşı örülen sembolik ve mekânsal duvarlalar marifetiyle konan mesafe üzerinden icra edilir. Kültürlerin uyuşmazlığına vurgu yapılır. Sen farklı kal ki benim üstünlüğüm görünür olsun denir. Avrupa’da birçok yer - özellikle Almanca dilinin konuşulduğu coğrafyada - bu tip dışlanma teknikliklerinin icra edildiği tipik mekanlardır. Buna göre, kir bahçede kaldığı sürece, öteki yerini bildiği sürece güzeldir.
İkincisi, kendisini ötekinin eksikliği üzerinden kurar, ötekinden örtük olarak üstün olduğunu ya da kendi kültürünün daha evrensel, daha modern olduğu ima eder ve ötekinden kendine benzemesini ister, onu özendirir, bonkör davranarak ötekini terbiye etmek için kaynak mobilize eder, mektepler açar, kendi saflarına çağırır, “benim sevdiğim gibi sev bu vatanı” der. Bu çağrıya itibar etmeyenlere baskıcı disiplin teknikleri uygulanmaktan çekinilmez. Fransa vatandaşlık pratikleri de bu ikinci türe örnek olarak görülür.
Malum, vatandaşlık pratiği olarak Türkiye sanıldığının tersine “Doğu” ile “Batı” arasında değil, Almanya ile Fransa arasında bir “köprüdür”, zira burada her iki yönetme tekniği de mevcuttur: Arta kalan gayri Müslimlere birincisi, Müslüman azınlıklara ikincisi münasip görülür. Birincisinin “bizden” olması zaten imkânsızdır, ikincisinin “Bizden ol, bizim gibi ol” çağrısı ise koşula bağlanmıştır.
Türk olmayan Müslümanlar Türklerin saflarına katılıp içinde eriyebilir, fakat bu ancak kendi etnisitesini, inançsal farklılığını evde, yani özel alanda bıraktığı sürece, kendisin siyasi olarak temsil etmediği, kendi hesabına, kendisi için konuşmadığı ve kendi kendini yönetmediği sürece mümkündür. Ben kamu/özel ayrımı yapmadan Türklüğümün ve Müslümanlığımın tadını çıkarayım, sokakta avazım çıktığı kadar Türk ve Müslüman olduğumu haykırayım, marşlar türküler okuyayım, devletin memuru sırtımı sıvazlasın, okulda, metroda, kahvede, cami de, TV’de, sokakta, dolmuşta Türkçe konuşayım, bütün bayramlar benim olsun, bütün devlet ve medya ritüelleri, resmi tatilleri bunun üzerine kurulu olsun, bütün okullar ve camiler kamu parasıyla ihya edilsin, ama öteki kendi evinde ve kendi imkanı ile farklılığının tadını çıkarsın, ortalıkta görünmesin, orada burada farklı olduğunu çaktırmasın. Devletin imkanlarıyla ihya edilmiş “otantik” kimlik eşitlikten bunu anlamaktadırlar. “Farklılık zenginliğimizdir” der fakat bu farklılık sokağa veya kamu alanında taşınarak siyasallaştığında devletin asker ve polis şiddetinden müteşekkil mahrem yüzü imdatta yetişir. Yani, birçok yerde olduğu gibi Türkiye’ de de - seküler ya da dindar olsun fark etmez - devlete gönülden bağlı başat kimliğe mensup olanların eşitlikten anladıkları hep bir soyut – legal - formel eşitlik olmuştur. Herkes kanun önünde kâğıt üzerinde sözde eşittir.
Peki, Türkiyelileşmek ve toplumsal barış hem kurumsal olarak hem de gündelik hayatta sosyal eşitlik meselesini kapsamadığı sürece ne anlama gelir? Kimler ne sebeple en güvencesiz sektörlerde çalışmakta, bu çalışanlar bu koşullar altında neden çalışmayı kabul etmek zorunda kalmakta, kimler en çok iş kazasında ölmekte, kimler en çok yeşil karta mecbur bırakılmakta, kimler en çok savaş mağduru olmakta, kimler en düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakılmakta, kimler en çok yerinden edilerek göç etmekte, kimler en çok kamu hizmetinden mahrum kalmakta, kimler en çok işsiz kalmaktadır, kimler en çok hapishanelerde çürümeye terk edilmiştir? Ve bütün bu yapısal adaletsizlikler en çok kimlerin işine yaramaktadır. Dışlanma, değersizleştirme ve inkâr ile yoksulluk, işsizlik ve düşük ücret arasındaki ilişki nedir? Avrupa’da göçmenler gibi, Türkiye’de yüz yıldır devam eden Kürtlerin değersizleştirilip, kriminalize edilmesi ile piyasada aldıkları düşük ücret ve yoksulluk arasındaki ilişki nedir? Daha genel anlamıyla Kürtlerin ve Kürdistan’ın inkârı ile kültürel tahakküm ve Kürtlerin ucuz emeği arasındaki bağlantı nedir?
Bu soruların yanıtlarını verebilirsek o zaman işte hangi hakim kimliklerin sosyal eşitsizlikten, inkardan, savaştan ve kültürel tahakkümden nemalandığını görürüz. Kimlerin daha dar müstakil kimlik politikası yaptığını, bu politikanın, siyasal alanda, bürokraside, medyada, piyasada ve gündelik hayatta nasıl iş gördüğünü ve kimi ayarttığını görürüz. Yani kimlerin Türkiyelileşmeye neden heveslenmediğini görürüz: Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşmasının önündeki en büyük engelin işte bu ötekiyle eşit seviyeye inmeye ayak direme olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, kalıcı bir toplumsal barışı istememek, bunun için kılını bile kıpırdatmamak hakiki eşitliği ve siyasi egemenliği paylaşmak istememenin; devletin sunduğu imkanlardan ve hazlardan ödün vermek istemeyişin başka bir ifadesidir. Bu durum egemen kimliğin, seküler olsun olmasın, toplumsal barıştan ve eşitlikten ötekilerin kendilerine müstahak görülen ile yetinmesini anladıklarını resmeder, eşitlikten ve barıştan dışlanmış kimliklerin toplumsal hiyerarşide kendilerine münasip görülen yerlerde durmasını ve nihayetinde siyasetsiz, sessiz sedasız kalmasını arzuladıklarını ifade eder.
Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşması Türklerin Türkiyelileşmesi için, yani seküler ve Müslüman Türklerin geçmişin kolonyal yükünden kurtulması için bir fırsattır, Gezi Direnişi sonrası durum bunun için bir imkanı işaretlemektedir. Çünkü barışın toplumsal-popüler bir talebe dönüşmesi, yani sokaklarda, meydanlarda ve parklarda dillendirilmesi belki ilk kez Gezi’deki çok farklı kimliklerin müşterek direnişiyle zirve yaptı. Türklerin Türkiyelileşmesi bir boş kavram, bir hayal olmaktan çıkıp toplumsal alanda bir karşılık bularak nispeten bir gerçek olması belki ilk kez Gezi ile mümkün oldu. Egemen kimliğe mensup geniş toplumsal kesimler Türkiye’de yaşayan herkesin hakkının kendi hakkı kadar değerli olduğunu, ötekilerin acılarının kendininkiyle eşdeğer olduğunu belki de ilk kez bu ölçekte Gezi’de deneyimledi. Belki de ilk kez Türkiye’nin sırf Türklerin değil burada yaşayan, bütün Türkiyelilerin olduğunu idrak ettiler.
Bu çok önemli: toplumsal ve siyasal alanda eşitlik olmadan, kültürel ve siyasi egemenlik paylaşılmadan toplum barışamaz, barış toplumsallaşmaz. Zira, barış mağdur olanın kendi temel evrensel haklarından ve eşitlik ve özgürlük talebinden feragat etmesiyle değil, egemen olan kimliğin kendi lükslerinden ve ayrıcalıklarından feragat etmesi veya ettirilmesi ile mümkündür. Öteki de herkes gibi kendi farklılığını icra edecek sokakta veya medyada şarkısını söyleyecek, anadilinde eğitimini görecek, kendini siyasi olarak temsil edecek ve böylece bir kategorinin, bir kimliğin içine hapsedilmiş birileri olarak değil evrensel haklarını tadını çıkaran herkes gibi olacak. Bunun için Kürtlerin evrenselleşmesinden (yani Türkiyeleşmesinden) çok, hakim Türk kimliğin evrenselleşmesi gerekir.
Başka bir ifadeyle, barışın toplumsallaşması süreci Kürtlerden çok Kürt ve Kürdistan hakikati devletin mektepleri ve medyası tarafından kendinden yıllarca gizlenmiş, yalanla büyütülüp terbiye edilmiş hakim kimliğin, onun bedenine ve ruhuna nakşedilmiş ırkçılığın ve fesadın paklanması için bir imkandır. Bu süreç, onların yeniden sosyalleşmesi ve birlikte yaşamın zeminini oluşturacak yeni bir toplumsal etiğin inşası için bir imkandır. Bunun için, çokça söylendi, egemen Türk kimliğin ilkin kendi inkârcı ve acılardan müteşekkil tarihiyle yüzleşmesi gerekir, ancak o zaman yeni, siyasetten ahlaklı nesiller yetişir.
Yani, barış ve eşitlik istemek Kürtlerden çok hakim kimliğin sorumluğundadır, çünkü bu kimlik değişmeden eşitlik olmaz, bu kimlik dönüşmeden barış gelmez. Bu kimlik etik davranmadan eşitlikçi bir toplumsal ve siyasal zemin inşa edilemez. Bu kimlik kendini deşmeden, kendi Türklük sorununu aşmadan, bu sorun çözülemez. Bilindik bir edebiyatçı düşünür nasıl ki “Britanya’nın göçmen sorunu yoktur, beyaz İngiliz sorunu vardır” der, Türkiye’nin de bu anlamda Kürt sorunu yoktur, temelde koskocaman bir Türk sorunu vardır. Kürtler ve bütün diğer mustarip kimlikler yalnızca bu temel sorundan mustaripler. Türkler Türkiyelileşip herkesleşmeden, Kürtler Türkiyelileşip herkesleşemez. Ancak o zaman Türkiye birilerinin değil bu coğrafyada yaşayan herkesin olur, ancak o zaman birlikte yaşam bir hayal olmaktan çıkıp gerçek olur.