Dünya

Tek kutupluluktan “düzensiz” çok kutupluluğa: Soğuk Savaş’ın resmen sona ermesinden 35 yıl sonra bugün dünya nasıl bir eşikte?

Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası sistem ve bu sistemin çok kutupluluğa doğru dağılması, barış ve güvenlik üretme kapasitesinin yetersizliğini mi belirgin hale getirdi?

03 Aralık 2024 00:00
Buse Söğütlü

“Dünya bir çağdan çıkıp başka bir çağa giriyor. Kalıcı ve barışçıl bir döneme giden uzun bir yolun başındayız. Güç tehdidi, güvensizlik, psikolojik ve ideolojik mücadele geçmişte kalmalıdır"

Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın sona erdiğinin resmen ilan edildiği Malta Konferansı’nda ABD Başkanı George H.W. Bush’a bunları söylemiş, Bush da “Kalıcı bir barışı gerçekleştirebilir ve Doğu-Batı ilişkisini kalıcı iş birliğine dönüştürebiliriz. Başkan Gorbaçov ve benim burada başlattığımız gelecek işte budur” diye karşılık vermişti.  
 
35 yıl önce bugün, 2-3 Aralık 1989’da Gorbaçov ile Bush, Malta açıklarındaki Maksim Gorki yolcu gemisinde Soğuk Savaş’ın resmen sona erdiğini ilan etmek üzere bir araya geldi. Malta Konferansı olarak bilinen bu görüşmenin üzerinden 35 yıl sonra bugün, dünya hâlâ gerilimlerle dolu. Yeni ittifakların şekillendiği ve güç dengelerinin yeniden yazıldığı bu dönemde dünya, bir kez daha kırılgan bir eşiğin kenarında duruyor. Bölgesel çatışmalar devam ederken küresel savaş riskinden ve nükleer silahların caydırıcı rolünün yerini giderek bir tehdit unsuru olmaya bıraktığından söz ediliyor.
 

Gorbaçov ve Bush, Malta Konferansı'nda

Peki, Soğuk Savaş’ın bitişi resmen ilan edilirken sarf edilen “umutlu” cümleler 35 yıl sonra bugün nasıl tınlıyor? Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası sistem ve bu sistemin tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru dağılması, barış ve güvenlik üretme kapasitesinin yetersizliğini mi belirgin hale getirdi? Kimileri yaşananlara “2. Soğuk Savaş”, kimileri “3. Dünya Savaşı” derken dünya nasıl bir eşikte?

T24’e konuşan uzmanlar, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin, ABD’nin başını çektiği tek kutuplu yapıdan çok kutuplu ve “düzensiz” bir düzene doğru evrildiğinin altını çiziyor. Rusya-Ukrayna Savaşı ve Gazze çatışması gibi olaylar, bu dönüşümün güvenlik ve barış üretmedeki yetersizliklerini ortaya koyduğunu ifade eden uzmanlar, Türkiye gibi orta ölçekli ülkeler bu yeni düzende özerklik arayışına girdiklerini vurguluyor. Öte yandan uzmanlara göre nükleer tehditler büyük güçler arasında dengelenmeye çalışılsa da küresel savaş riski gibi söylemlerin ne amaçla artırıldığına dikkatle bakmak gerekiyor.

Batı dünyası, zirvenin sonuçlarını coşkuyla karşılamıştı.
The Guardian ve The New York Times, “Yeni bir Avrupa” müjdeliyor,
“ABD-Sovyet bağları için yeni dönem”i ilan ediyordu.
Time dergisi, “Yeni bir dünya inşa etmek” başlıklı bir manşetle çıkmıştı.

“Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan globalleşme büyük darbe yedi”

Türkiye'nin eski NATO Daimi Temsilcisi (E) Büyükelçi Mehmet Fatih Ceylan, dünyanın içinden geçtiği süreci, “Gerçekten çatışmalı ve birçok meselenin iç içe geçtiği, grift ve kuralların ortadan kalktığı bir düzensizlikten bahsediyoruz” diyerek tanımlıyor. Hem iki kutuplu düzende gerekse Soğuk Savaş ertesi dönemde ülkelerin bir şekilde uyum gösterdikleri düzenin ortada olmadığının altını çizen Ceylan, “Yeni bir düzene doğru gidildiği ve bunun bir geçiş dönemi olduğu kesin” diyor.

Fakat insanların zihinlerindeki “dünya savaşı” kavramının farklılaştığına dikkat çeken Ceylan, şunları ifade ediyor:

“Nasıl bir dünya savaşından söz ediyoruz? Şu anda Ukrayna'da olsun, Orta Doğu'da olsun fiilî çalışmalar var. Bir taraftan bunları çözümleme yönünde gayretler de var, yok değil, inkâr edemeyiz. Soğuk savaş sonrasında dönemde çerçevesi ortaya çıkan ve giderek genişleyen, tüm dünyaya yayılan globalleşme büyük bir darbe yedi. Ancak tümüyle de ortadan kalkmadı. Yani karşılıklı bağımlılık o kadar belirgin hale geldik ki şu mevcut çatışmalı ortamda bile bir şekilde her bileşen itibarıyla olmasa da küreselleşmenin rol oynadığını görüyoruz”

“Klasik anlamda bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını beklemek yanıltıcı”

Uluslararası ortamı daha fazla sarsacak gelişmeler olmadığı takdirde klasik anlamda bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını beklemenin yanıltıcı olacağını söyleyen Büyükelçi Ceylan, “Çünkü dönemin büyük güçleri, belki Ukrayna’da yaptıkları itibarıyla Rusya'yı bir tarafa koymak lazım, bütün ülkeleri veya kıtaları içine çekecek bir savaşın çıkmasından bence medet ummuyorlar. Yani bunda çıkarları yok. Dolayısıyla olabildiğince mevcut çatışmaları da lokalize etmeye çalışıyorlar. Bu çatışmaların yayılmasını, daha fazla ülke sirayet etmesini önlemeye çalışıyorlar” diyor.

“Küresel rakiplerin gelişimi ABD’nin hegemonik rolünün sorgulanmasına yol açtı”

Uluslararası sistemde derin bir dönüşüm yaşandığını ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Erhan Keleşoğlu, “90'lı yılların başlarında Soğuk Savaş ortadan kalktıktan sonra uluslararası sistem ABD'nin başını çektiği tek kutuplu bir hegemonik hal almıştı. Özellikle askeri ve siyasi açıdan ABD diğer rakiplerine oranla oldukça iri kıyım bir uluslararası küresel aktördü ve işler, tek kutuplu bir zeminde yürüyordu. Ancak zaman geçtikçe ABD'nin bu askeri siyasi önderliği ciddi bir yıpranma sürecine girdi. Özellikle iktisadi açıdan başta Çin olmak üzere küresel rakiplerin gelişimi ABD'nin bu önder ve hegemonik olma rolünün sorgulanmasına yol açtı” değerlendirmesinde bulunuyor.

“ABD’nin bir numara olma isteği”

Siyaset bilimci, tarihçi, akademisyen Prof. Dr. Hasan Köni ise yaşananları ABD’nin “bir numara olma hırsı” diye nitelendiriyor ve şöyle ekliyor:

“Buna ek olarak doların rezerv para olarak kalmasını sağlama isteği ve de nükleer silah anlaşmasından çekilme boyutu ileriye doğru bir tehlike olduğunu gösteriyor. Ama bunlar dikkat ederseniz büyük devletlerin hırsları sonucu ortaya çıkan durumlar. Orta boylar sistemin bir yerine tutunarak ilerlemeye çalışıyorlar. Orta boy bir ülkeyseniz birtakım ittifakların içinde olmanız gerekiyor. Teknoloji transferi, yatırım lazım. O yüzyılın kültürü neyse o kültürün içinde kalmanız lazım”

“ABD-Çin çekişmesinin Türkiye’ye etkilerini Rusya, Çin ya da Afrika ile kapatamazsınız”

Ancak “Küresel etkiler doğuran bu çatışmaların lokalize edilmesi küresel anlamdaki jeopolitik ve jeostratejik rekabetin son bulduğu anlamına gelmiyor” uyarısında bulunan Büyükelçi Ceylan, ABD-Çin rekabetine işaret ediyor:

“Trump'ın ocak ayında artık fiilen göreve başlamasının ertesi gününde ABD-Çin çekişmesinin daha da ileri boyutlara varmasını beklemek mümkün. Daha ileri boyutlar kazanmasına bağlı olarak bu çekişmenin Avrupa'yı ve diğer birçok ülkeyi veya kıtayı etkilemeye aday olduğu da söylenebilir”

Bunun Türkiye’ye de etkilerinin olacağı uyarısında bulunan Ceylan, “Herhangi bir yerde özellikle ticarî trafiğimizin çok büyük olduğu Avrupa’daki bir ekonomik daralmanın Türkiye’ye yansımalarını olmayacağını iddia etmek gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelir. Peki, bu pazar kaybını Rusya, Çin ya da Afrika ile kapatabilir misiniz? Kısa dönemde asla kapatamazsınız ve ekonomi daha da büyük bir darbe yiyebilir. Buna en azından zihinsel olarak hazırlıklı olmak lazım” diyor.

Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, Türkiye’yi yönetenlerin de ABD’nin kademeli olarak güç kaybedişini bir fırsat olarak gördüğünü aktarıyor.

Keleşoğlu’na göre özellikle ABD’nin Orta Doğu’dan Asya Pasifik’e doğru güç kaydırması, Orta Doğu’da oluşacak boşluğu bölgesel güçlerin doldurabileceği algısını güçlendirdi; Türkiye de özellikle 2011 Arap Baharı sonrasında böyle bir role soyundu.

"Türkiye'nin 'özerkliğinin' sınırları var"

Prof. Dr. Cangül Örnek de Türkiye'nin çatışan kutuplar olduğunda ayağını bir kutupta tutup diğer kutupla da teması sürdürdüğü analizini yapıyor. Ancak Örnek'e göre bu tutumun sürdürülebilmesi, ABD'nin de "olur" vermesiyle mümkün. Türkiye'nin ilkesel bir politika olarak farklı kutuplarla mesafeyi önemsediğini söylemenin zor olduğunu ifade eden Örnek, "Türkiye’nin artan uluslararası gerilimler karşısındaki 'özerkliği'nin sınırları olduğunu görmek önemli. Dünyadaki gerilim artıkça ve Türkiye’nin hareket alanı daraldıkça, dış siyasetin ABD-NATO yönüne doğru yattığını görmemiz büyük olasılık. Ekonomik ve askeri bağımlılık yokmuş gibi sadece siyasete bakarak analiz yapmak doğru değil" diyor. 

Trump sonrası dönem

Prof. Dr. Köni, Donald Trump’ın ikinci döneminin başlayacağını hatırlatarak “Bizim Çin’le yakın ilişkilere girmemiz, Şanghay’da gözlemci olmamız, BRICS’te ortak üye olmamız buna şimdiki yapı izin verecek mi?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor:

“Bunu İkinci Dünya Savaşı’nda da Türkiye kullandı. Yani bir yandan Sovyetlerin istekleri gelinceye kadar 45'lere kadar onlarla iyi geçindik, öbür taraftan batılı ülkelerle de iyi geçindik. Hatta savaşa sokulmak istendi, ona da direndi. Ama Almanya'ya tonlarca krom sattık, biliyorsunuz. Yeni gelişen bu yapı içinde çoklu bir yapının devam etmeyeceğini gösterdiğini tahmin ediyorum”

“Nükleer caydırıcılık veya dehşet dengesi bir ölçüde hayatiyetini koruyor”

Rusya-Ukrayna savaşında Batı silahlarının Rus topraklarının derinliklerinde kullanılma izninin verilmesini ve Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesini değerlendiren Büyükelçi Ceylan, “Rusya’nın Ukrayna’ya karşı konvansiyonel üstünlüğü olduğu kesin. Ancak Rusya’nın Şubat 2022’den bu yana çok sık şekilde nükleer kartını oynaması, bir yerde acziyet göstergesi. Her ne kadar soğuk savaş dönemindeki gibi olmasa da nükleer silahlara dayalı nükleer caydırıcılık veya dehşet dengesi bir ölçüde hayatiyetini koruyor” diyor.

"Nükleer doktrin güncellenmesi konusunda Çin'den ses geldi"

Bu konuda bir başka faktörün de Çin’in tutumu olduğuna dikkat çeken Ceylan, “Çin bu çatışmada, bırakın askerî nükleer kabiliyetleri herhangi bir sivil nükleer reaktöre karşı saldırı bile kabul etmeyeceğini net olarak söyledi. En son Putin, nükleer doktrinini güncelleme kararı imzaladığında Çin’den ses geldi” şeklinde değerlendiriyor.

Bir nükleer savaşa bağlı olarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak verebileceğini düşünmeyen Ceylan, yine de temkinli:

“Tabii tarihte sadece rasyonel kişiler veya akımlar her zaman üstün gelmiyor ama bu nükleer konusu başka bir şey. Fakat bu tehdidi ne kadar çok kullanırsanız nükleer caydırıcılığın etkisini de azaltmış olursunuz”

Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi

Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Ceylan, Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi hamlesini şöyle değerlendiriyor:

“Rusya’nın yenilenen nükleer doktrininin eskisinden çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Mevcut doktrin zaten Rusya Devlet Başkanı’na gerekli gördüğünde stratejik amaçlar için nükleer silah kullanma yetkisini veriyor. Savaştığı muasırını destekleyen güçler varsa Rusya’nın nükleer silahlara başvurma yetkisini zaten veriyor. Bu esnekliği mevcut nükleer doktrine yedirmiş durumlar. Fakat şimdi oradan bazı şeyler süzüldü ve nükleer doktrininin yenilendiği söylendi. Bu hamlenin tamamen konjonktürel olduğunu düşünüyorum. Ama nükleer kuvvet kullanma tehdidinin bu denli sık kullanılması hafife alınamaz. Dolayısıyla gelişmelerin çok yakından takip edilmesi lazım. Buna karşı çok taraflı çerçevelerde hareket etmek gerekir. Yani Rusya ile bu konuyu ikili düzeyde görüşecek olan bence şu anda iki ülke var: ABD ve Çin"


Küresel savaş riski söylemi iç politika için mi kullanılıyor?

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 24 Kasım’da Ankara’daki medya temsilcileriyle bir araya gelmiş ve kritik bir açıklamada bulunmuştu. Fidan, “Adam şunu söylüyor, 'Siz benim topraklarımın içerisinde benim tolere edebileceğimden daha fazla füze ve saldırı yaparsanız, benim bunu durdurmamın yolu, elimdeki araçlarla olmuyorsa, diğer bir üst aracı kullanırım'. Bunu açıktan söylüyor. Bu bir şaka değil. Karşı taraf ise 'Senin elinde nükleer silah var, sen beni nükleerle tehdit ediyorsun diye istediğin yeri işgal etmene de ben izin vermem' diyor. Oldukça sıkıntılı bir konu" demişti.

Öte yandan İsveç’te de Soğuk Savaş döneminden kalma acil durum planının güncellenerek yeniden dağıtıldığı öğrenilmişti. Türkiye de dahil olmak üzere başkentler sık sık küresel ve nükleer bir savaş riskinden söz ediyor.

Büyükelçi Ceylan’a göre bu riske karşı önlem almakla bunun iç siyaset için kullanılması arasında fark var. Ceylan, “Avrupa’da bazı ülkeler bu tehdidi gerçekten hissediyor; Polonya, İsveç, Finlandiya… Yoksa yıllardır sürdürdükleri tarafsızlığı bırakıp NATO’ya niye üye olsunlar. Bunu hisseden ülkelerin kendilerine göre tedbirler alması doğal” diyor ancak şöyle ekliyor:

“Rusya’nın tahrip gücü daha yüksek konvansiyonel silahlar ve belki de nükleer silah kullanması durumunda ne yapacağız, diye düşünen ülkeler yok değil. Nükleer risklerden bahseden değerlendirmeler de okuyoruz. Ama bunu resmî söylem olarak bizdeki kadar kullanan ben görmedim. O zaman neden bu konunun bu kadar sık dile getirildiği sorusu akla geliyor. Fakat bu bir şaka değil. Bir şekilde, taktik de olsa bir nükleer silah kullanılması çok büyük bir eşiğin aşılması anlamına geliyor ve bunun Türkiye'ye doğrudan yansımaları olur”

Türk dış politikası Soğuk Savaş’ta nasıl şekillendi?

NATO’ya üye olduktan sonra Türkiye’nin hem iç politikasının hem de başta güvenlik aygıtı olmak üzere iç siyaset kültürünün Batı etkisiyle şekillendiğini ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, Türk dış politikası açısından Soğuk Savaş sürecini şöyle değerlendiriyor:

“Soğuk Savaş içerisindeki gerilimin azalması ve artmasıyla orantılı olarak kutup liderinin yani Amerika Birleşik Devletleri'nin izlemiş olduğu politikaya gerginliğin arttığı dönemlerde yakınlaşma, gerginliğin azaldığı dönemlerde göreli olarak uzaklaşma; göreli olarak özerk hareket edebilme imkanını görüyordu. Detant öncesinde, örneğin 1960’ların başlarından önce Demokrat Parti döneminde tamamıyla Amerikan politikasını Türkiye'nin dış politika çıkarları ile özdeşleştirme şeklinde bir tavır görmüştük. Detant sonrasında da göreli olarak özerkleşme görmüştük. 1970’lerin sonu, 80’lerin başında Soğuk Savaş’ın tekrar gergin bir atmosfere bürünmesiyle beraber Amerikan politikalarına yine daha yakın izlek olduğunu aynı zamanda 12 Eylül darbesinin de ABD’nin onayıyla ve desteklemesiyle yapıldığını biliyoruz. Soğuk Savaş’ın ardındansa Türkiye, NATO’nun içerisinde kaldı ve NATO’yla paralel, NATO’nun dönüşümü içerisinde dış politika çizgisi izleyegeldi”

Türkiye'nin "dengeleme"yi Soğuk Savaş'ta tercih etmesi gerektiğini ancak uzun yıllar boyunca ve önemli konularda tercih etmediğini söyleyen Örnek de "Bunun en büyük istisnası Sovyetler Birliği ile 1960’ların ortasından itibaren kurulan ve esas olarak sanayi yatırımlarını merkeze alan ekonomik işbirliği. O süreçten Türkiye büyük kazançla çıkmıştır. Ancak onun dışında Türkiye keskin bir anti-Sovyetik tavır takınmış ve aslında pek çok alanda bağımsız bir birikim elde etme şansını kaybetmiştir" diyor. 

“Otoriter ve özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin önünü açan bir eşik söz konusu”

Türkiye’nin uluslararası sistemde dönüşüm yaşanırken ve göreli özerklik imkanları ortaya çıkmışken NATO'dan kopmadan bir güvence aradığını söyleyen Keleşoğlu, “Türkiye NATO'nun nükleer şemsiyesine ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Çünkü Rusya ile nispeten iyi ilişkiler olsa da yani dengeli bir politika izlense de sonuçta Rusya ile bölgesel açıdan çok ciddi anlaşmazlıklar da söz konusu. Bunu Libya’da, Suriye’de, Karadeniz’de, Ukrayna Savaşı’nda gördük” diyor.

Keleşoğlu, uluslararası sistem açısından daha otoriter ve daha özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin önünü açan bir eşiğin söz konusu olduğunu düşünüyor.

Prof. Dr. Örnek, Türkiye’nin dünyadaki olaylar karşısında konum alırken tutumunu kestirmenin artık daha az mümkün olduğunu vurgulayarak "Daha atak ve her bakımdan ülkenin geleceğini daha fazla riske atan bir siyasetten bahsediyoruz. Soğuk Savaş’ın tek yanlılığı artık eskisi kadar geçerli değil" diyor ve  "Ancak bu Türkiye’nin hem komşu ülke halkları için hem de Türkiye’de yaşayan insanlar için daha güvenli olduğu anlamına gelmiyor" uyarısında bulunuyor.