Hakan Özyıldız*
Ekonomide geçen temmuzdan bu yana yaşananlar sıradan olaylar değil. 2009 Küresel Krizinden çıkış sürecinin bir sonucu olarak biriken sorunlar ve dışardan gelen etkilerle önce kur, sonra faiz, ardından da enflasyon yükselişe geçti.
Başta özel sektör olmak üzere tüm kesimlerin bilançolarında önemli tahribatlar yaratan dış borçlar, ekonomiyi bir sarmala soktu.
Şirketler başta olmak üzere, bilançosu bozulanlar borçlarını nasıl geri ödeyeceklerinin derdine düştü.
Kimi öz kaynaklarını devreye soktu. Bazıları işini küçültmek derdinde, işsizlik arttı. Diğerleri kamuya olan borçlarını ödemekte zorlanıyor. Başta KDV olmak üzere vergi ve sosyal sigorta primlerinin tahsilatında düşüler yaşanıyor. TCMB’den gelen para olmasa bütçenin nakit dengesi nasıl olurdu acaba? Bunlar yetmeyince bankalara olan borçların geri ödenmesine sıra gelebilir.
Kısacası herkes seçimlerin sonrasına kilitlenmiş durumda. Nisan sonrasında gerekli acı reçeteyi içeren önlemlerin alınacağını düşünenler az değil.
Ancak benim biraz farklı bir gözlemim var.
Son aylarda devlet, gittikçe daha da artan bir şekilde, bütün sıkıntılı alanlara önlem paketleri açıklıyor. Nereden bakarsanız bakın yükler kamuya transfer ediliyor.
Önce geçen yılın başında başlayan bir Kredi Garanti Fonu (KGF) furyası başladı. 250 milyar liralık kredi KGF kefaletine bağlandı. Devlet bu krediler benim kefaletime haiz sorun yok dedi. Gerekirse bütçeden bankalara 25 milyar lira kadar ödeme yapacağını açıkladı.
Ardından ekonominin canlanması için KDV, ÖTV indirimleri gündeme geldi. Satışlarda bir iyileşme olduğu gözlendi.
Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerinin geçiş ücretleri, yapılan garanti anlaşmalarının şartlarına göre ayarlanmadı. Köprüyü, otoyolu, geçidi kullanandan alınması gereken ücret düşük tutuldu. Fark merkezi bütçeden transfer edilmeye başlandı.
Sonrasında enflasyonun bir türlü düşmemesi sonucunda tanzim satışlar devreye sokuldu. Bu uygulama beni 1970’lı yıllara, babamın bakkallık yaptığı günlerde yaşadığım deneyimlere götürdü. Döviz yokluğu nedeniyle yaşanan sıkıntılı günleri hatırladım.
O zamandan biliyorum ki, tanzim satış sonuç olarak maliyetlerin bir bölümünün kamu tarafından üstlenilmesi anlamına gelir. Yani bütçeye yük demektir.
Eğer sıkıntılı alanlardaki tüm yükler kamunun sırtına biniyorsa düşünülmesi gereken bir konu var. Kamu bu yükler için yaptığı harcamaları nasıl karşılayacak? Ek vergi mi koyacak? Yoksa başka harcamaları mı kısacak? Zaten yeterli kalitede hizmet üretemeyen eğitimden mi, sağlıktan mı? Yatırımlardan mı, nereden?
Benim aklıma bunların yerine yeniden borçlanma seçeneği geliyor.
Eğer tercih bu ise bir hatırlatma yapayım. Bugün ucuz sebze aldım diye sevinenleri, kredimi KGF ödedi diye rahatladığını sananları yakın zamanda yeni vergiler bekliyor demektir.
Dahası yeni borçlar en çok, elinde devlete borç verecek kadar birikimi olan yerli ve yabancı yatırımcıları sevindirecek. Daha çok faiz geliri edebilecekler.
Özellikle yabancı emekli fonları, kendi ülkelerinde sıfıra yakın yerlerde sürünen faizlere karşılık, Türkiye’de yüzde 18-20’lerde faiz geliri elde ederken bayram edecekler.
Diğer bir deyimle, benim tanzim satış kuyruğundaki vatandaşım, akşam eve ucuz sebze götürdüğü için mutlu olurken; aslında, en sonunda, ABD’li, Kanadalı, İngiliz ve Japon emekliyi mutlu ettiğinin farkında bile olmayacak.