Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Prof. Dr. Taner Akçam, 24 Nisan tarihinde yaşanan Ermeni tehcirini değerlendirdi. Yaşanan tehcir sırasında 800 bin Ermeni'nin hayatını kaybettiğini söyleyen Taner Akçam, Ermenilerin hangi yöntemlerle öldürüldüğünü anlattı.
Zaman gazetesinden Samet Altıntaş'ın sorularını yanıtlayan Taner Akçam, soykırım kavramının Ermeni soykırımı ile başladığını ifade etti. Akçam, Ermeni meselesinin çözülmesi konusunda Türkiye'nin atması gereken adımları da anlattı.
İşte o röportaj:
Eskiden sadece 23 Nisan’ı bilir, ertesi gün bizim için bir anlam ifade etmezdi. Bugün ise 24 Nisan, Ermeni meselesini hatırlama günü olarak hayatımızda yerini aldı. Ermeni lobisinin tehcirin 100. yılı olan 2015’e hazırlandığı ve bu sembolik yılda Türkiye’ye karşı yoğun bir uluslararası kampanya yürüteceği biliniyor.
Yumurta kapıya dayanmadan neler yapılması gerektiğini Ermeni meselesinde farklı görüşlere sahip Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Prof. Dr. Taner Akçam ile konuştuk. Akçam, Ermeni meselesi yerine Türk meselesinden bahsetmek gerektiğini söylerken; Halaçoğlu, “Gizli Ermeniler yavaş yavaş ortaya çıkıyor, Türkiye’nin bu konuda çok dikkatli olması lazım.” diyor.
1915’te Osmanlı coğrafyasında kaç Ermeni tehcir edildi?
Talat Paşa’ya atfedilen ve “Kara Kaplı -tehcir defteri-” olarak adlandırılan kitapçıkta, tehcir edilen Ermeni sayısı 924,158 olarak verilir. Elimizdeki bazı Osmanlı belgelerinden, Talat Paşa’nın bu kitapçığı muhtemelen 1918 yılı başlarında tamamlattırdığını anlıyoruz. Dolayısıyla buradaki rakamları tehcire ilişkin doğruya en yakın rakamlar olarak kabul etmek gerekir. Fakat listede önemli bazı eksikler vardır. Sözü geçen listeye bakılırsa, İstanbul, Edirne, Aydın (İzmir), Bolu, Kastamonu, Çanakkale, Kütahya ve Urfa başta olmak üzere Ermenilerin sürgün edildiği 15’e yakın yerleşim yerinin isimlerinin olmadığı görülecektir. Bu şehirlerden yapılan sürgünleri de eklediğimizde 1,2 milyon civarında Ermeni’nin sürülmüş olduğunu söyleyebiliriz.
Tehcir sırasında kaç kişi hayatını kaybetti?
1918 Kasım’ında, İttihatçıların yerine göreve gelen yeni Osmanlı Hükümeti, Ermeni kayıpları ile ilgili bir komisyon kurar. Bu komisyon Mayıs 1919’da elde ettiği sonuçları açıklar. Buna göre, hayatını kaybeden Ermenilerin sayısı 800,000’dir. 1928 yılında Türk Genel Kurmay Başkanlığı, Birinci Cihan Harbinde kayıplar üzerine bir kitap yayınlar. Genel Kurmayın verdiği sayılara göre, Birinci Cihan Harbi sırasında, “800.000 Ermeni ve 200.000 Rum katl ve tehcir yüzünden veya amele tabularında ölmüştür.” denir. Bu ölümlere 1918 sonrası açlık, hastalık ve katliamlar sonucu Kafkasya’da hayatlarını kaybedenler dâhil değildir. Tüm rakamlar eklendiğinde 1.000.000’un üzerinde bir kayıp sayısına ulaşılır.
Bu ölümler nasıl gerçekleşti?
En az dört-beş farklı yöntem saymak mümkündür. Birincisi, örneğin Trabzon, Samsun ve Ordu örneklerinden bildiğimiz, Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüşlerdir. İttihatçıların 1918 Ekim’inde iktidarı kaybetmesi ile birlikte, konu Osmanlı Meclisinde açık konuşulur hale gelir. Örneğin 11 Aralık 1918 tarihli oturumda, kendisinin bir milliyetçi olduğunu söyleyen, Trabzon Milletvekili Mehmet Emin Bey, Ermenilerin kayıklara doldurularak boğulmalarına kendi gözleriyle şahit olduğunu söyler. "Bunu bendeniz bu vakayı, yani asıl bir Ermeni vakasını gördüm" dedikten sonra, “Ordu kazasında bir Kaymakam vardı. Ermenileri kayığa doldurarak Samsun’a göndermek bahanesi ile denize döktürdü.” Trabzon’da da Ermenilerin benzeri yöntemlerle denize döküldüklerini, 1919 yılında görülen Trabzon davasında görgü tanıklarının verdikleri ifadelerden biliyoruz.
İkincisi, bazı bölgelerde Ermeniler sürgüne dahi gönderilmeyerek bulundukları köylerde öldürülmüşlerdir. Hatta Kiliselere toplatılarak canlı yakılmaları söz konusu olmuştur. 1916 yılı sonrası Üçüncü Ordu Komutanı olan Vehip Paşa, yazılı bir ifadesinde Bitlis ve Muş bölgesinde tanık olduğu bu imhalara örnekler verir. Üçüncüsü, Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri veya Kürt aşiretleri, özel olarak belirlenmiş yerlerde kafilelere saldırarak katliam yapmışlardır. Erzincan´da görevli Norveçli Hastabakıcı Wedel-Jarlsberg, katliamdan ölü taklidi yaparak kurtulan Ermenilerin veya olayların görgü tanığı olan askerlerin ağlayarak kendisine anlattıklarını yazdığı bir raporunda, konvoyların nasıl götürüldüğünü bir Jandarmanın ifadesiyle Türkçe aktarır: “kesse kesse getiriyorlar.” Aynı katliamlar, Ermenilerin sürgün yeri olarak belirlenmiş olan Suriye ve Irak çöllerinde de devam eder. Burada da Jandarma birlikleri, Çerkez çeteleri önemli rol oynarlar. 1916’da Der-Zor çöllerinde katledilenlerin sayısının 200,000 civarında olduğu söylenir. Ancak ölümlerin büyük çoğunluğunun açlık, susuzluk, hastalık ve hava koşulları nedeniyle olduğunu söyleyebiliriz. Konvoylar, kasıtlı olarak uzun yollardan dolaştırılmış, dinlenme yerlerinde su ve yiyecek verilmemiş, hastalık durumunda her hangi bir tedbir alınmayarak zorla sürgüne devam ettirilmişlerdir. Osmanlı belgelerinde, Ermeni konvoylarındaki salgın hastalıklardan esas olarak, “Askere yakın yere getirmeyin; şehirlere yanaştırmayın; sürmeye devam edin” biçiminde bahsedilmektedir. Yani Ermenilerin imhası açlık, susuzluk ve hastalıkların bilinçli bir biçimde kullanılmasıyla da gerçekleştirilmiştir.
1915’in bir soykırım olduğuna inanıyor musunuz? Neden?
Türkiye’de pek kimse bilmez ama soykırım kavramının bulunmasının önemli bir nedeni Ermeni soykırımıdır. Rafael Lemkin soykırım kavramını yaratan, bulan kişidir ve bu kavramı bulmasında Ermeni soykırımının da belirleyici olduğunu kendisi söyler. Anılarında bunu şöyle anlatır. 1921 yılında Soghomon Tehlirian adlı bir Ermeni’nin Talat Paşayı öldürdüğü sırada Polonya’da üniversite öğrencisidir. Tehlirian’ın davası sırasında hocasına, niçin bir milyona yakın insanın ölümünden sorumlu olan bir kişinin (Talat’ın) tutuklanmadığını ama buna karşılık bir kişiyi öldüren birisinin (Tehlirinan’ın) tutuklanıp yargılandığını sorar. Hocasının cevabı çok ilginçtir. “Tavukları olan bir çiftçiyi düşünelim” der. “Çifti tavuklarını öldürür, niye olmasın ki? Seni ilgilendirmez. Eğer karışırsan, haddini aşmış olursun.” Hocası, ulusal egemenlik ilkesi gereği, devlet başkanlarının eylemleri nedeniyle yargılanmalarının mümkün olamayacağını anlatmaktadır. Lemkin’in buna cevabı çok basittir, “Ama insanlar tavuk değil ki.” Anılarında başından geçen bu hikâyeyi anlatan Lemkin, konunun kendisini çok etkilediğini bu nedenle filolojiyi bırakıp hukuk okumaya karar verdiğini söyler. “Egemenlik, bir milyon kişiyi öldürme hakkı demek değildir” diyerek devlet yöneticilerinin işledikleri cinayetler nedeniyle yargılanmalarını olanaklı kılacak bir yasa için çalışmaya karar verir. Soykırım tanımını böyle bulur ve bunun bir yasa olarak çıkması için uğraşır. Sonuçta başarılı da olur. 1950’li yıllarda yazdığı yazılarda ve konuşmalarda da bu bilgiyi tekrar eder.
Şimdi, 1948 Soykırım sözleşmesinin mucidi, “Ben bu terimi ve kanunu Ermenilerin başına geleni anlatmak için çıkardım” diyor. Biz ise 1915’in soykırım olmadığını tartışıyoruz, ortada bir tuhaflık yok mudur? Zannediyorum artık 1915 soykırım değildir, tartışması ile zaman kaybetmemekte fayda vardır. Bu ısrarda bir fayda yoktur. Sonuçta, 1915’i inkâr etmek isteyen çevreler, halkın konu hakkındaki bilgisizliğini de kullanarak, gereksiz ve lüzumsuz bir tartışma yaratmak istemektedirler.
Ermenilerin Türkleri öldürmesi konusundaki fikirleriniz nelerdir?
Her büyük kitlesel katliamdan sonra intikam eylemleri söz konusu olur, olmuştur. Bolşevik devrimiyle Rusların geri çekilmesi ile birlikte, 1918 ve 1919 yıllarında bazı Ermeni çeteleri Erzurum, Erzincan, Kars bölgelerinde bazı intikam eylemlerinde bulunmuşlardır. Cinayet cinayettir. İntikam eylemlerinin de savunulacak bir tarafı olamaz. Her giden cana üzülmemiz gerekir. Ama bazı çetelerin kontrolsüz eylemlerini, bir devletin bir milyona yakın kendi vatandaşını öldürmesinin karşısına dikmenin, “Karşılıklı çatışma oldu” demenin bir anlamı yoktur. 1945 sonrası, Polonya’da, Çekoslovakya’da Alman halka yönelik intikam eylemleri olmuştur ama kimsenin aklına bu eylemleri sayıp, “Demek ki Holocaust olmamıştır”, demek gelmemiştir. Osmanlı Hükümetinin kendi vatandaşlarını sistematik bir biçimde imha edip etmediği sorusunun cevabı, 1918 sonrasında yaşanan intikam eylemleri ile verilmez, verilmemelidir. İttihatçılar, milliyetçi politikalarının sonucu, sırf dini-dili farklı diye bu ülkenin bir milyona yakın vatandaşını imha etmiştir. Mesele budur.
Ermeni meselesi nasıl çözülür?
Bence bir “Ermeni meselesinden” değil, “Türk meselesinden” bahsetmek daha doğru olur. Her şeyden önce biz Türkler tarihte yaşanmışlar üzerine konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Hem hakikatin ne olduğunu, hem de bu öğrendiklerimiz üzerine nasıl konuşacağımızı öğrenmeliyiz. Tarihi bilmek ile bilinen üzerine konuşmak iki ayrı şeydir. Bana göre, her şeyin başı acıyı anlamayı ve acıyı paylaşmayı bilmektir. Ermenilerin neleri yaşadıklarını, hem de onların ağzından dinlemeyi ve öğrenmeyi başarmalıyız. Sorunun çözümü için yapılması gerekenleri, devlet düzeyinde ve toplum düzeyinde yapılacaklar biçiminde biri birinden ayırabiliriz. Devlet düzeyinde; bu işi gerçekten çözmek isteyen bir hükümetin önce dilini, konuşma tarzını değiştirmesi gerekir. Kavganın dili ile barışın ve kardeşliğin dili başkadır. Öncelikle yapılması gereken sorunu çözmeye yönelik bir dilin yaratılmasıdır. Bunun için başta Bakanlık internet sayfaları olmak üzere, Ermenilere kin ve nefret kusan yayınlara son vermek gerekir. Milli Güvenlik Kurulu bünyesindeki Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu (ASİMKK) lağvedilmelidir. Bu komisyon var olduğu müddetçe Türkiye’nin soykırım konusunda bir açılım yapabileceğini düşünmek tam bir hayaldir.
İkinci atılacak önemli adım, sınırları açmaktır. Geçmişteki bir sorunun çözümü ancak ve ancak bugünkü ilişkilerin normalleşmesi ile mümkündür. Sınırlar kapalı tutuldukça ve Ermenistan ile diplomatik ilişki kurulmadıkça hiç bir sorun çözülmez. İnsanlar birbirlerini tanımaz, biri birleri ile konuşmazlarsa tarihe ilişkin aralarındaki sorunu nasıl çözecekler ki? “İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa...” En temel kural budur. Türkiye Ermenistan sınırı açılır ve eğer bu kapıya da, “Hrant Dink Kapısı” adı verilirse bu çok güzel bir jest olur. Üçüncü önemli adım, özür dilemektir. Çağımızda devlet ve hükümet başkanları geçmişte yaşanmış acılar nedeniyle özür diliyorlar. Bu özür nedeniyle küçülmüyor, alçalmıyorlar; aksine itibar kazanıyorlar. Türkiye bu adımı atmalıdır. İsrail’den, bir gemiye yaptığı saldırı nedeniyle özür bekleyen Türkiye’nin, bir milyon üzerinde insanın ölümü nedeniyle, Ermenilerin de 1915 için benzeri bir beklenti içinde olduklarını görmesi gerekir. Türk Hükümeti, 1915’de yaşananların, ahlaken savunulmayacak bir eylem, bir suç olduğunu kabul etmeden sorun çözülmez. İki toplumun, iki taraf insanını barışması için, 1915’de Osmanlı Ermenilerine karşı işlenen suçların kınanması, yapılanların moral-ahlaken kabul edilemez şeyler olduğunun söylenmesi şarttır. Dördüncü adım, geçmişin zararlarını giderici bir dizi güzel girişimlerin gündeme gelmesidir. Kökenleri Anadolu’dan olan Ermenilere otomatik vatandaşlık hakkı tanınması bu adımlardan bir tanesi olabilir. Türkiye’de varlıklarının izi silinen Ermeni kültürel kaynakları bilinir hale getirilmesi bir başka adımdır. Bu doğrultuda, Ermenilere ait dini-kültürel tarihi binalar, Ermeni mimarlarca yapılan eseler restore edilebilir. Anadolu’da izi silinen, yok edilen Ermeni kültür ve medeniyetini yeniden yaşar hale getirmek, geçmişteki imhacı zihniyete verilecek en önemli cevaplardan birisi olur. Ermenilerin Vatikan’ı sayılan Eçmiyazin’den sonra, hatta onunla eşit sayılan Sis Katalikosluğuna bağlı, Çukurova bölgesindeki el konulan kilise, bina ve arazilerin geri verilmesi bu konuda çok önemli sembolik bir adım teşkil edebilir. Toplum nezdinde de yapabileceklerimiz, yapmamız gerekenler vardır. Örneğin, 24 Nisanlarda Ankara Kocatepe veya Sultanahmet başta olmak üzere bazı camilerimizde 1915 kurbanları adına mevlit okutulabilir. Öldürülmüş insanlara saygı duymak, anıları önünde saygıyla eğilmek her dinin görevidir. Ortak başka dini törenler de düzenlenebilir. Dinler bize insana saygı duymayı öğretir, öğretmelidir. 1915 kurbanları için dini törenler çok anlamlı olur diye düşünüyorum. Toplum nezdinde yapabileceğimiz bir başka şey, insanlarımızı bilgilendirmektir. Halkın doğru bilgilere ulaşmasını sağlamak ve 100 yıla yakın sürdürülen yalan ve beyin yıkama politikalarının negatif sonuçlarını ortadan kaldırmak amacıyla, basın ve yayın organları üzerinden, doğrudan Ermeni bilim adamlarının da katılacağı, halkı aydınlatma programları yapılabilir. Her iki ülke arasında çeşitli düzeylerde (Parlamento, Üniversiteler vb.) ortak komisyonlar kurulabilir; ikili ilişkileri her düzeyde geliştirecek sivil inisiyatifler geliştirilebilir. Ana amaç, önyargıları gidermektir. Tüm bunlar için ama amacı çözüm olan, barışı teşvik eden bir dil kullanılmayı ve geliştirilmeyi öğrenmemiz gerekir. Bu tür adımlardan sonra, taraflar geçmişte yaşanmış adaletsizliğin nasıl giderilmesi gerektiği konusunda biri birleri ile konuşmaya başlayabilirler.
Tehcirin 100. yılı olan 2015’te neler bekliyorsunuz?
Eğer Türkiye kendi politikalarında ciddi değişikliğe gitmez ise, ABD, İngiltere ve İsrail tutumlarını değiştirmezlerse çok özel bir şey olacağını zannetmiyorum. Şu anda bu saydığım çevrelerin tutumlarını değiştireceklerine ilişkin bir şey gözükmüyor ufukta. Zannediyorum, bu çerçevede, 2015’de gösteriler yapılacak, insanlar inandığı ve bildiği şeyleri tekrar edeceklerdir. Sonra da 25 Nisan gelecektir. Ne yapılması gerektiği konusuna ise yukarda kısmen cevap vermiş bulunuyorum. 2015’e ilişkin benim ümidim ve özlemim, Türkiye’nin kendini Azerbaycan vesayetinden kurtarmasıdır. Ermenistan politikasını, Azerbaycan’a terk etmiş, ona esir etmiş bir Türkiye hiç bir sorunu çözemez. Türkiye’nin, her şeyden önce, kendi ülkesinden Ermenistan’a yapılacak uçuşlar için bile Azerbaycan’dan izin almaya kalkmasının ayıbına bir son vermesi gerekir. Bilindiği gibi, 2010 yılında Ermenistan ile imzalanan Protokoller gene Azerbaycan’ın baskısı ile Türkiye tarafından tek taraflı olarak iptal edilmişti. 2015 yılında bu Protokollerin yeniden düzenlenerek hayata geçirilmesi onurlu ve haysiyetli siyaset açısından iyi bir başlangıç sayılabilir, diye düşünüyorum. Ben, Kürt meselesini çözmek için çok cesaretli adımlar atmaktan çekinmeyen Türkiye’nin, Ermeni soykırımı konusunda da aynı cesaretli adımları atacağını biliyor ve ümit ediyorum. Ama dediğim gibi, Ermenistan politikalarında önce Azerbaycan vesayetinden kurtulmak, Ermenileri dinlemeyi öğrenmek ve onların onlarca yıldır kabul edilmemiş, inkâr edilmiş acılarını anlamak gerekir. Sonra bu acıların nasıl giderilebileceği üzerine konuşabiliriz.