Gündem

Şu çocuğa biraz sahip çıkalım…

Neredeyse bir ay olacak. O meşhur, hepimizi sokağa döken 31 Mayıs gecesinin üstünden 1 ay geçmek üzere...

26 Haziran 2013 03:34
Eylül Görmüş
 
Neredeyse bir ay olacak. O meşhur, hepimizi sokağa döken 31 Mayıs gecesinin üstünden 1 ay geçmek üzere. Bu süre içinde öfkelendik, mücadele ettik, slogan attık, gazlandık, kovalandık. Toplumsal ve siyasi olduğu kadar, psikolojik açıdan da müthiş bir değişim ve sarsıntı yaşamamıza sebep olan bir dönemdi. Dolayısıyla şaşırdık, sevindik, üzüldük, çok kızdık, özetle çok duygulandık. Haliyle, Gezi de, dünya tarihindeki her büyük toplumsal eylem gibi romantik yanı son derece güçlü bir hareketti.
 
Lakin izninizle, bu sürecin parçalarından herhangi biri olarak ve belki çok da haddim olmayarak, hepimizi bu duygusallıktan sıyrılmaya davet etmek üzere bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum.
 
 

Ne yaşadık?

 
 
Gezi, malum, bir “haysiyet sorunu” olarak başladı ve büyüdü. Hareketin tam ayaklarını yere basıp, fikir üretme aşamasına gelir gibi olduğu pek çok anda, hükümet tarafından gelen yeni hakaretler ve isim takmalarla akıl-fikir aşamasından tekrar öfkelenme ve bağırma aşamasına dönüldü.
 
Gözlemlerim beni yanıltmıyorsa, bu 20 gün, hepimizin hayatında muazzam değişimlere yol açtı. Gezi, genelde büyük idealleri olmayan bir kuşağın hayatına, hiç olmadığı büyüklükte bir anlam kazandırdı. Sabah ne için uyanacağımızı bilir, gece yastığa başımızı koyduğumuzda heyecandan uyuyamaz olduk.
 
Analiz içermeyen, slogan bağıran yazıları daha ağırlıklı paylaştık. Bize güzellemeler yapan yazıları yücelttik, biraz eleştiri içerenleri görmedik, karşımızda duranlara tepkimizi haykırdık. Ama yüreğimizi en çok soğutanlar, başbakana ve hükümete öfke yüklü yazılar oldu. Hafif dram unsuru güçlü, insan hikayelerinden çok siyasi idealleri öven yazıları çok sevdik, ajite olmak, duygularımızı zirvede tutup öfkemizi ve dolayısıyla gücümüzü kaybetmemek istedik. Niyetimiz iyiydi, bu ruhu korumaktı derdimiz.
 
Sonra bir “çok güzeliz” faslına başladık. Gezi’den yumuşacık insan manzaralarını, direnişin en güçlü, en acı anlarını paylaşır olduk, “ne güzeliz” diye. Güzeldik de gerçekten, ilk defa bu kadar kalabalıkken güzeldik, hepimiz kendimizle, yanımızdakiyle, arkamızdakiyle gurur duyduk.
 
 

Nasıl güzel kalırız?

 
 
Ancak artık “Neden güzeldik? Nasıl güzel kalırız?”  diye sormaya başlamak, duygularımızı biraz dizginleyerek, fikir üretme aşamasına hızla geçmemiz gerektiğini düşünüyorum. Görüyorum ki hala en çok paylaşılan yazılar, aklımıza değil, kalbimize hitap eden yazılar. Ancak bu yoğun duygu hali bizi nereye götürür, Gezi’den çıkan ruh ve enerji, başka türlü bir muameleyi haketmiyor mu, sormayalım mı?
 
Şöyle anlatayım, biz 31 Mayıs’ta başlayan sancılı süreçte bir çocuk doğurduk. Hepimiz, beraberce. Dolayısıyla Gezi hareketi hepimizin biriciği, göz bebeği. Ancak bu çocuğun büyüdüğünü, adım atmaya, hatta düşünmeye ve konuşmaya başladığını görmek ve kendisine izin vermek durumundayız. Şu an çocuğunun büyüdüğünü kabullenemeyen ve bebekken onunla geçirdiği naif, kıymetli zamanları durmaksızın yeniden yaşamaya, hatırlamaya çalışan, ona odaklanan ebeveynler gibiyiz. O 20 günün nostaljisine öyle tutunmuş durumdayız ki, çocuğumuzu başka başka adamlara, kadınlara emanet ettiğimizin bile farkında değiliz. Onlar televizyonlarda, gazetelerde çocuğumuzla ilgili analizler yapıyor, hakkında konuşuyor, anlamaya çalışıyor, sıklıkla da anlayamıyor. 
 
Biz ağzımızı açıp, klavyemizin başına oturup fikir üretmeye, slogan atmak dışında bir şeyler yapmaya, zaman zaman salakça, zaman zaman son derece vasat dahi olsa bir şeyler yazmaya başlamadıkça da bu iş böyle sürüp gidecek. Normal şartlarda pekala ciddiye alınmayacak bir “gidip Taksim Meydanı’nda duralım” türü bir protestonun bile, iyi kurgulandığında ve uygulandığında nasıl bir etki yarattığını hepimiz gördük.
 
Demem o ki, forumlara devam etmeli, forumlardaki tartışmayı yürek soğutucu sloganlar atma düzeyinden, ne yapmalı / nasıl yapmalı / neyi yanlış yaptık / neyi daha doğru yapabilirdik noktasına taşımalı. Şu an benim kapasitemin yetmediği yaratıcılıkta, yepyeni sivil itaatsizlik biçimleri geliştirilmeli. Alay etmeye, mizahla karşılamaya devam etmeli. 140 karakterde konuşmak yerine daha derinlikli analizler yapmalı. “Bugün bize, yarın başkasına” bu baskının uygulanabileceğini unutmadan, artık birkaç adım ilerisini düşünerek organize olmalı, taksiciye, bakkala, hayatımızdan geçen herkese derdimizi, sakince anlatmalı. Ama en önemlisi bundan sonrasını doğru kurgulamak için, şu 20 günü ve hatta öncesini çok çok iyi analiz etmeli, kimdik, neden birlikteydik konuşmalı.
 
Özetle şu çocuğumuza bir sahip çıkalım, çocuğun hakkında herkes bizden fazla konuşuyor. Bir de biz anlatalım, nedir bu çocuk, büyüyünce ne olmak istiyor, kalbinden ne geçiyor diye…