Bu yıl En 'İyi Film' dalında Oscar alan Spotlight filmindeki Mark Ruffalo’nun canlandırdığı gazeteci Michael Rezendes, Karaman’da 8 öğrenciye tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanan öğretmenin 5 ay boyunca çalıştığı ve eleştirilerin odağında olan Ensar Vakfı üzerinden yapılan tartışmayı değerlendirdi. Boston Başpiskoposluğu’ndaki rahiplerin çocukları sistematik tacizinin hikâyesinin anlatıldığı Spotlight benzeri bir hikâyenin Karaman'da yaşanan tecavüz olayında da çıkabileceğini söyleyen Rezendes, "Tacizden bir şekilde kurtulan kurbanların anlattıkları hayatidir. Türkiye’de de gazeteciler olabildiğince kurbanları ve ailelerini konuşturmaya çalışmalı. Sadece tek bir öğretmen mi olduğu, başka öğretmenlerin de işin içinde olup olmadığı ancak böyle ortaya çıkabilir" diye konuştu. "Madem aileler konuşmuyor, o halde savcının elindeki belge ve kanıtlar çok önemli" diyen Rezendes, "Türk gazeteciler mutlaka savcıyı kendilerine elindeki tüm kanıtları göstermeye ikna etmeli. Elbette savcı devam eden bir davada kayıtları basınla paylaşamayacağını söyleyebilir" dedi.
Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'in sorularını yanıtlayan (28 Mart 2016) Rezendes'in açıklamalarından bazı bölümler şöyle:
"Kurbanları ve ailelerini
konuşturmaya çalışmalı"
Karaman’daki Ensar Vakfı’na bağlı bir öğrenci evinde yaşanan taciz vakaları konusunda Türk meslektaşlarınıza nasıl bir yol önerirdiniz?
Katolik rahiplerin taciz vakalarını araştırmaya başladığımızda iki ayaklı bir süreç takip ettik. İlk etapta taciz eden kaç rahip olduğunu bulmaya odaklandık. Kurbanların konuşması çok önemliydi, dolayısıyla onlarla çok vakit geçirdik. Filmi izlediyseniz hatırlarsınız, Saviano diye bir karakter var. Spotlight’a ilk gelen odur. Kocaman bir kutu getirir içi delil dolu. Tacize uğrayan çocukların ve taciz eden 12 kadar rahibin isimleri vardır. O ana kadar bu isimlerin hiçbirinden haberimiz yoktu. Tacizden bir şekilde kurtulan kurbanların anlattıkları hayatidir. Türkiye’de de gazeteciler olabildiğince kurbanları ve ailelerini konuşturmaya çalışmalı. Sadece tek bir öğretmen mi olduğu, başka öğretmenlerin de işin içinde olup olmadığı ancak böyle ortaya çıkabilir.
Sizin yaptığınız gazeteciliğin en kritik noktası neydi?
Attığımız en kritik adım, kilisenin gizlilik kararı aldırdığı belgelerin kamuoyuna açıklanması için dava açmaktı. Amerika’daki hukuk sisteminde adaletin garantisi açık ve şeffaf olmaktır. Hukuki süreçler şeffaf olarak yürütülür. Dolayısıyla da normalde bir dava görülürken mahkemenin önündeki bütün belgeler kamu malıdır. Bazı hallerde hâkim belgelerin sır kalması için gizlilik kararı aldırır. Katolik kilisesiyle ilgili davalarda da bunu yaptılar.
Rahip John Geoghan ve Boston Başpiskoposluğu aleyhine kurbanların açtığı davalarda bütün dosyalar mühürlü tutuluyordu.
"Ortaya çıkanlardan
çok daha fazla bilgi saklıdır"
Ama filmde izlediğim kadarıyla bu hukuki engeli kaldırmak hiç de kolay olmamış, uzun bir çalışma.
Suçlamalarla karşı karşıya kaldıklarında Başpiskoposluğun ilk yaptığı şey mahkemeye hiçbir belge vermek zorunda olmadıklarını söylemek oldu. Bunu da Amerikan Anayasası’na dayanarak yaptılar. Zira burada Anayasa’nın 1. maddesi hem ifade özgürlüğünü hem de dini özgürlükleri korur. Kilise 1. maddeyi gerekçe göstererek ‘Hiçbir belge sunmak zorunda değiliz’ dedi. Hâkim de uzlaşmaya giderek şöyle bir formül buldu; belgeleri teslim etmek zorundasınız ki kurbanların avukatları görebilsin ve davaya hazırlansın. Ancak bu belgeler kamuya açık olmayacak. Kamuoyu belgelerin açıklanmasını talep edemeyecek. Yani belgeler oradaydı. Ama dava sonuçlanmadan önce ben zaten patlayınca en çok ses getirecek olan belgeleri elde etmeyi başarmıştım. Sonuçta davayı kazanmamız hem bir içtihat oluşturdu hem de kilisenin kendisine ait bütün belgelere yasal olarak ulaşmış olduk.
Türkiye’deki durumun çok benzer olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa kurbanlarda ortaya çıkandan çok daha fazla bilgi saklı. Gazeteciler hem onları konuşturmaya hem de vakfa ait belgelere ulaşmaya çalışmalı. Ben olsam ilk olarak şu soruyu sorardım; ‘Vakıf yöneticilerine taciz konusunda şikâyette bulunan kimse olmuş mu?’ Bu kayıtlara ulaşmak çok nemli.
Vakfın başkanı kurbanların ailelerinden hiçbir şikâyet almadıklarını, meseleyi ancak mahkemeye taşındığında öğrendiklerini savunuyor. Kurbanları ve aileleri konuşturmanın kilit önemde olduğunu söylediniz. Türkiye bu konuları yüksek sesle konuşma noktasında ABD’den daha farklı bir kültüre sahip. Basına konuşmak bir yana, çok sayıda ailenin şikâyetçi olmaktan vazgeçtiği ileri sürüldü.
Madem aileler konuşmuyor, o halde savcının elindeki belge ve kanıtlar çok önemli. Türk gazeteciler mutlaka savcıyı kendilerine elindeki tüm kanıtları göstermeye ikna etmeli. Elbette savcı devam eden bir davada kayıtları basınla paylaşamayacağını söyleyebilir.
‘Devam eden dava süreci’ söylemi...
Burada da söylerler bunu. Ama bir noktada savcı mahkemeye delil sunmak zorunda kalacak. İşte hikâye de zaten orada. Peşinde olduğumuz çocukların tacize uğradığını gösteren belgeler.
Türkiye’de Aile Bakanı ‘Bir kere olması karalamak için gerekçe olmaz’ şeklinde bir beyanat verebildi. İktidar partisi Meclis’te konuyla ilgili bir araştırma önergesi verilmesine başta direndi, sonra kabul etmek zorunda kaldı. Siz siyasi iklimin bu tür vakalarda etkili olduğu tezine katılıyor musunuz?
En azından ABD için yanıtımın ‘Evet’ olduğunu söyleyebilirim. Biz konuya el attığımızda Katolik Kilisesi hem Boston’da hem de Massachusetts eyaletinde en güçlü kurumdu. Dolayısıyla da siyasi kadrolar ve seçilmişler Katolik Kilisesi ile ittifak içinde olmayı tercih ediyordu. Bu durum hâkimler, savcılar ve polis için de geçerliydi. Herkes ve bütün kurumlar bu meselenin gizlilik içinde üstünün kapatılması için adeta işbirliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; siyasi iklim önemlidir.
Türkiye’deki vakfın hem okulların hem de evlerin yönetiminde hükümet desteğini arkasına almış olması bana İrlanda örneğini hatırlatıyor. İrlanda biliyorsunuz Avrupa’nın en koyu Katolik ülkesidir, hatta belki dünyanın en koyu Katolik ülkesidir. Orada kamu kurumlarının çoğu kilise ve hükümet tarafından ortak olarak yönetiliyordu. Dolayısıyla da rahiplerin karıştığı cinsel taciz skandalının boyutu çok büyüktü. Yaşananların sorumluluğu da hem kilisenin hem de hükümetin üzerindeydi. Türkiye’de aynı şeyin geçerli olduğunu düşünüyorum.