Cumhuriyet gazetesinden Yaşar Aydın'ın "Adalet talebi yükselirken muhalefet ne yapacak?" başlıklı, emek mücadelesinin ve siyasi örgütlerin liderleri ile hazırladığı yazı dizisi ile muhalefetin atması gereken adımları sıralıyor. Yazı dizisinin ikinci bölümünde Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aydoğan, Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy ve DİSK Genel Başkanı Kani Beko yazdı.
Yaşar Aydın'ın Cumhuriyet gazetesi'nde emek mücadelesinin ve siyasi örgütlerin liderleri ile hazırladığı "Adalet talebi yükselirken muhalafet ne yapacak?" başlıklı yazı dizisinin 2'ncisi aynen şöyle:
Temel eksenimiz OHAL’e itiraz ve laiklik mücadelesi
Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aydoğan, kaleme aldığı yazı ile "Önümüzdeki dönem OHAL’e karşı mücadeleyi güçlendireceğiz. Laiklik mücadelesi de bir eğitim sendikası olarak vazgeçilmez mücadele alanlarımızdan" diyor.
Aydoğan'ın yazdığı "Temel eksenimiz OHAL’e itiraz ve laiklik mücadelesi" başlıklı yazı şöyle:
“Bugün iş yerlerimiz ve tüm yaşam alanlarımız üzerinden bakıldığında, memlekette yaşanılan haksız ve hukuksuz uygulamalar sonucu tablo her zamankinden karanlık görünebilir. 12 Mart 1971 Darbesi’nden sonra, başta TÖS yöneticileri, Fakir Baykurt, Dursun Akçam Osman K. Akol, Veli Kasımoğlu olmak üzere, TÖS üyesi 3600 öğretmen ve eğitimci gözaltına alındı, tutuklandı. 1971-1978 arasında 4073 TÖB DER üyesi cezalandırıldı. ‘Bizler Encümen-i Muallim’den, TÖS’ten ve TÖB-DER’den aldığımız miras ve mücadele kültürü üzerinden çok iyi biliyoruz ki, karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır ve Eğitim Sen, eğitimin içinden tüm sorunlara sahip çıkarak; KHK’lere, ihraçlara ve OHAL’e karşı mücadele başta olmak üzere, bu karanlık tabloyu dağıtma kararlılığındadır. Önümüzdeki dönem OHAL’e karşı mücadeleyi güçlendireceğiz. Bunun için de OHAL’e, KHK’lere ve ihraçlara karşı fiili-meşru mücadelemizden aldığımız güçle sokaklarda, meydanlarda olmaya devam edeceğiz. Aylardır sokaklarda haykırdığımız gibi “KHK’ler gidecek, biz kalacağız.”
Laikliği kazanacağız
2012’de ortaya çıkan 4+4+4 sistemi, ülkenin eğitim sistemini çökertti. İş yerlerimiz, okullarımız cemaat ve tarikat yapılanmalarına teslim edildi. Okulların imam hatiplere dönüştürülmesi, okullarımızda laboratuvar, kütüphaneler, resim-müzik atölyeleri, spor salonları yerine mescitlerin açılması, öğrencilerimizin yasal olarak 9 yaşından itibaren, fiilen okul öncesinden başlayarak başlarının ve bedenlerinin kapatılması, müfredat düzenlemesi ile bilimsel eğitimin tamamen terk edilmesi ve daha onlarca uygulama... Öğrencilerimiz ailelerinin ekonomik durumlarına, kimliklerine, inançlarına, cinsiyetlerine göre ayrıştırılıyor, ötekileştiriliyor, kutuplaştırılıyor. 4+4+4 yasasından sonra okullarımız, öğrencilerimiz Ensar Vakfı gibi onlarca yapılanmanın eline bırakıldı. Kadrolaşma, niteliksizleşme, özelleştirme, baskı ve dinselleşme…
Karanlığa karşı mücadele kazanılacak bir laiklik mücadelesinden geçmektedir. Laiklik mücadelesi bir eğitim sendikası olarak bizim vazgeçilmez mücadele alanlarımızdandır. Laiklik eşitliktir, laiklik özgürlüktür, laiklik adalettir. Laik ve bilimsel eğitim mücadelesi, olmazsa olmazımızdır. Bizler kindar bir nesil değil, öğrencilerimizin okuyarak, tartışarak, sorgulayarak, üreterek, hayallerini özgürce ifade edebildiği özgür bir nesil için, 4+4+4 grevimizle de, laik eğitim boykotumuzla da haykırdığımız gibi laik ve bilimsel eğitim mücadelesini hep birlikte yükseltmeye devam edeceğiz.
Kamusal eğitim
Biz Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası olarak; önümüzdeki dönem yeni kamusal eğitim tartışmasını ve pratiğini okullarımızdan başlayarak hayata geçirmenin mücadelesini vereceğiz aynı zamanda. Türkiye’de eğitim sorunlarına ilişkin çözüm önerilerine dair akademinin, akademisyenlerin ciddi bir birikimi, emeği var. Yeni kamusal eğitim tartışması ve pratiğini akademinin birikimleri, emeği üzerinden hep birlikte inşa etmek önümüzdeki sürecin en temel başlıklarından olmalıdır.
Paran varsa ve paran kadar eğitim anlayışına karşı eşit, parasız, laik, bilimsel ve anadilde eğitim hakkının en temel hak olduğunu, öğrencilerimizin inançlarına, cinsiyetlerine, kimliklerine, ailelerinin sosyo-ekonomik durumlarına göre ayrıştırılmadığı, eşit, özgür ve demokratik cumhuriyete sahip çıkıldığı, evrimle, felsefeyle, bilimle, sanatla, sporla, oyunla iç içe geçmiş, öğrencilerimizin ve tüm eğitim emekçilerinin, velilerin eğitim süreçlerinde söz ve karar sahibi oldukları yeni kamusal eğitim tartışmalarımızın en temel başlıkları olacak ve mücadele alanlarımızı güçlendirecektir.
Birleşik bir emek mücadelesi vereceğiz
Son yıllarda emekçiler en temel haklarını kaybettiler. Haklarımızı ileri taşımakta var olanı korumaya çalışan bir mücadele hattını yaşama geçirme mücadelesi verdik. Eğitim emekçilerinin başlıca taleplerinden biri emeğin hakkını almasıdır. Bu topraklarda kazandığımız haklarımızı teslim etmeyeceğiz. Birleşik emek mücadelesi vererek bu talebi dillendireceğiz. İş yerlerinde ve sokaklarda çoğalarak emek eksenli bir mücadele hattını emekçilerin ortak dilini ve taleplerini örgütleyerek kuracağız.
***
"Diktatörlük karşıtı bir program gerekli"
Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy, "Adalet talebi yükselirken muhalafet ne yapacak?" yazı dizisinin ikinci bölümünde "Diktatörlük karşıtı bir program gerekli" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
"Yerel seçimler, diktatörlük karşıtı bir mücadele programının parçası olarak ele alındığında bir anlam kazanabilir. Sosyalistler, diktatörlük inşası karşısında sıkça harekete geçen kitlelerin hareketini örgütlemeye gözünü dikmeli ve bu harekete diktatörlüğe son verebilecek bir siyaset sunmayı denemelidir" diyen Ersoy'un yazısı şöyle:
Erdoğan’ın diktatörlük rejimi inşa etme ısrarı sürüyor. Diktatörlüğün temel gereği olan yasama, yürütme, yargının tek elde toplanması ihtiyacını harfiyen ve alenen yerine getiriyor. HSK düzenlemesi ve TBMM’yi direktifle yönetebilmek için vekillerin söz haklarını elinden alan içtüzük düzenlemesi yeni rejimin kurumlaştırma çabalarıdır. Diktatörlüğe karşı direnişin ülke nüfusunun yarısını aşan potansiyel bir toplumsal tabanı var. Tek Adam rejiminin yurttaşlıktan dışladığı milyonlar, diktatörlüğe karşı mücadele içinde yan yana gelip bir kurucu özne olarak örgütlenebilme, bu memleketi yeniden kurabilme potansiyeline sahiptir. Solun, sosyalistlerin görevi “kitlesel/ kitlesel değil” demeden direnişi örgütlemektir.
Müftülere nikah yetkisi, eğitimde dinselleşme gibi uygulamalar toplumun en az yarısının kendisini tehdit altında hissedeceği adımlardır ve Erdoğan bu adımları atma riskini göze almaktadır. Müfredata cihat eğitimini sokmaya kadar varan eğitimin gericileştirilmesi seferberliğine karşı yapılması gereken bir başka seferberliktir. Bilimsel, laik bir eğitim mücadelesi ve gericilikle kuşanmış erkek egemenliğine karşı kadın mücadelesi bugün açıkça diktatörlüğe karşı bir direniş ekseni olarak öne çıkmaktadır. Toplumsal muhalefetin görevi gerici eğitim seferberliğine karşı bilimsel, laik eğitim seferberliği yaratmaktır. Gücünü yargıyı ele geçirmiş olmaktan, Meclis’i işlevsizleştirmekten, polis terörü ile kitle tepkisinin bastırmaktan almakta ancak meşruiyet yaratamamakta, giderek meşruiyet krizi derinleşmektedir. Solun yapması gereken diktatörlük karşıtı kitlelere iktidar olma hedefi göstermektir.
Faşizmin etiği yok
İstenmeyen bir iktidarın sadece itirazla durdurulması burjuva demokratik rejimlerde mümkün olabilir ancak faşist iktidarlar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Dünyanın pek çok ülkesinde yaşandığında hükümetlerin istifasına yol açacak olaylar AKP’nin bir bakanının hatta bürokratının dahi istifasına neden olmamıştır. Faşizmin böyle bir etiği yok. Bu durumda solun yapması gereken diktatörlüğe karşı olan kitlelere iktidar iddiasında olduğunu ortaya koymaktır. AKP bunun seçimlerle olabilmesinin yolunu kapattığını, 16 Nisan itibariyle -anlayana- ilan etmiştir. Kılıçdaroğlu’nun YSK’yi çete ilan etmesi ve yargılanacaklarını söylemesi bundandır. Bu açıdan da sosyalistlere önemli görevler düşmektedir. Ülkenin kaderini “düzen içi” aktörlerin insafına bırakmamak üzere olanaklarını bir araya getirerek müdahale etmektir. Sosyalistler nicel olarak zayıf görünebilirler ancak nitel olarak bu ülkenin siyasetinde sanılandan fazla bir etkiye sahiptirler. Nuriye ve Semih’in direnişi bunun sadece bir örneğidir.
Diktatörlüğe karşı mücadeleyi semtlere, mahallelere, parklara yayacak; adaletsizliğe karşı çıkanların sözünü söyleyip kendi somut sorunları karşısında mücadelelerini örgütlediği öz örgütlerini kuracağız. Gezi’den referandum sürecine kurulmasına öncülük ettiğimiz ya da katkıda bulunduğumuz forum ve meclis tipi örgütlenmelerin yarattığı birikim ve deneyimini diktatörlüğe karşı mücadelenin örgütlenmelerini yaratmak için kullanacağız.
KHK’ler karşısında direnen emekçilerin, basın özgürlüğü için kimsenin önünde eğilmeden mücadele eden basın emekçilerinin, eşitlik ve özgürlük için kadın düşmanlığına karşı direnişi yükselten kadınların; güvencesizliğe karşı taşeron işçi mücadelelerini ve kentlerin ve doğanın yağmalanmasına karşı hak mücadelelerini; emperyalizme, savaşa ve şovenizme karşı yürütülen barış ve kardeşlik mücadelelerini insanca bir yaşam mücadelesinin bileşenleri olarak örgütleyeceğiz.
Yerel seçim meselesi
Yerel seçimler, diktatörlük karşıtı bir mücadele programının parçası olarak ele alındığında bir anlam kazanabilir. Diktatörlük sandıkta yenilmeyeceği işleri organize etmektedir. Bu nedenle yerel veya genel seçimler merkezli bir tartışma solun ve özellikle sosyalistlerin diktatörlük rejimi karşısında pek yapacağı bir şey olmadığı anlamına da gelebilir. Sosyalistlerin iktidarla kapışma alanı sandık değildir, hatta sosyal-demokratların da artık değildir. Kayıtsız kalamasak da, sandık sosyalistleri gerçekte olduğundan daha zayıf gösteren, zayıf düşüren bir araçtır. Avrupa burjuva demokratik rejimlerinde yaşanan sol deneyimlerin diktatörlük rejimi koşullarına örnek alınmasının doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüyoruz. Sosyalistler diktatörlük inşası karşısında sıkça harekete geçen kitlelerin hareketini örgütlemeye gözünü dikmeli ve bu harekete diktatörlüğe son verebilecek bir siyaset sunmayı denemelidir.
***
Söyleme değil, yürüme zamanı
"Adalet talebi yükselirken muhalafet ne yapacak?" yazı dizisinin 2. bölümünde DİSK Genel Başkanı Kani Beko, OHAL'de sürdürülen muhalefet yöntemlerine yönelik değerlendirmelerde bulundu. "Artık söz söyleme değil direnişlerde ve yürüyüşlerde birlikte olma zamanı. Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, sosyal ve laik bir Türkiye’yi kurmak için bir arada olmalıyız" diyen Beko'nun yazısı şöyle:
OHAL’in bir yılının emekçiler ve çalışma yaşamı açısından yarattığı sonuçları bir DİSK raporuyla basına ve kamuoyuna duyurmuştuk. OHAL ilanının sermayeye olağanüstü sömürü olanakları sağladığını, olağanüstü işsizlik, güvencesizlik ve hak gaspı yarattığını verileriyle ortaya koymuştuk. 169.013 kişi hakkında adli işlem yapıldığı, 167 gazeteci, 85 belediye başkanı ve 12 milletvekilinin aralarında olduğu 50 binin üzerinde kişinin tutuklandığı bu dönem işçiler açısından da karanlık bir dönem oldu.
112.530 kişinin kamudan ihraç edilmesiyle Cumhuriyet tarihinin en büyük kamu görevlisi tasfiyesi yaşandı. Hiçbir delil olmadan, soruşturma bile yapılmadan kamudan uzaklaştırılanların gidecek mahkemeleri bile yok. “Sivil ölüm” olarak adlandırılan bu uygulama, barış isteyen akademisyeninden sendikal faaliyet yürüten kamu çalışanlarına ve kayyum atanan belediyelerde DİSK üyesi işçi arkadaşlarımıza kadar uzandı.
Çalışma hakkına yönelik saldırıların yanı sıra, OHAL döneminde işçilerin hakları için sendikaların yaptığı birçok etkinlik baskı ve engellemeler ile karşılaştı. Grevlerden salon toplantılarına kadar işçilerin haklarını ilgilendiren her türlü eylem ve etkinlik OHAL gerekçesiyle engellendi.
OHAL emeğe zararlıdır
Bir raporumuzda “OHAL emeğe zararlıdır” dedik ve ülke yurttaşlarının en az üçte ikisi ücret gelirleriyle yaşadığını gözönüne aldığımızda, şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki “OHAL millete karşı ilan edilmiştir.”
Bizim bu iddiamızı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yabancı sermayecilerle yaptığı bir toplantıda da teyit etti. OHAL’i grev yasakları için kullandıklarını yabancı sermaye temsilcilerine övünerek anlattı.
Bu ifadeler Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun tespitlerini de haklı çıkardı. ITUC, 2017 Küresel Haklar Endeksi’nde Türkiye’yi işçi haklarının güvence altında olmadığı ülkeler arasında saydı ve en önemlisi de işçiler için en kötü 10 ülke arasında olduğunu ifade etti.
Manzara bu, ve bu manzara karşısında ben artık sözün hükmünü yitirdiğini düşünüyorum. Kurucu Genel Başkanı’mız Kemal Türkler’in mezarı başında da söylediğim gibi artık söz söyleme değil, direnişlerde, yürüyüşlerde, mitinglerde birlikte olma zamanı.
Bu ülkenin cesur yürekleri önce referandum sürecinde birlikte olmanın nasıl sonuçlar yarattığını gösterdiler ve sandıklardan “HAYIR” iradesini çıkardılar. Daha sonra milyonlar adalet için ayağa kalktı ve Adalet yürüyüşünde buluşarak güçlerini gösterdi, teslim olmayacağını haykırdı.
Adalet herkese lazım
Bu iki gelişme, ülkemiz karanlığa gömülürken tünelin ucundaki ışığı bize gösterdi. Adalet talebi, referandumda “HAYIR” diyen kesimleri de aşan geniş bir kesimi etkiledi ve adaletin işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun çok geniş kesimleri için ekmek kadar su kadar önemli olduğunu gösterdi. İşte bu nedenle biz, DİSK olarak “Adalet halkın ekmeğidir, işçilerin geleceğidir” dedik ve önümüzdeki dönemde bu şiarla mücadeleyi büyütmeye kararlıyız.
İşçi sınıfının büyük oranda örgütsüzlüğe ve güvencesizliğe mahkum edildiği, 7 milyon işsizin yaşam savaşı verdiği, taşerona kadro hakkının tanınmadığı, yılda iki bine yakın işçinin iş cinayetlerinde öldüğü, Anayasa Mahkemesi’ndeki kiralık işçilik yasasıyla köle ticaretinin yasallaştırılmak istendiği, işçilerin açlık ve yoksulluk sınırının altındaki ücretlerle yaşamaya zorlandığı, kıdem tazminatına bile göz dikildiği ve işçilerin tüm bu insanlık dışı çalışma koşullarına karşı hak aramasının OHAL ile, grev yasakları ile, sendikal hakların engellenmesi ile önlendiği bir ülkede gidilecek yol bellidir. O yol işçi sınıfını bu adaletsiz sömürü düzenine karşı ayağa kalkmasıyla yürünecektir.
Bu yolu yürürken, emek örgütleri, meslek örgütleri, emekten yana siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, emek dostları olarak her zamankinden daha fazla yol arkadaşlığına ve yoldaşlığa ihtiyacımız var.
Ülkemizin ve işçilerin geleceğinin ipotek altında olmasına karşı, demokrasi, insan hakları, sendikal hak ve özgürlükler, adalet, barış ve kardeşlik isteyenler ayrımsız bir arada olmalıyız. Yan yana omuz omuza yürümeliyiz. Sadece haklarımızı korumak için değil barış içinde yaşadığımız eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, sosyal ve laik bir Türkiye’yi kurmak için bir arada olmalıyız.
Bu yazı dizisi Birgün'ün sayfasından alınmıştır.