İrem Çağıl, 3,5 yaşındaki kızı Kiraz ile Kuzey Avrupa'yı bisikletle dolaştı. Günde 40-50 kilometre kat ederek toplamda üç ülke gezdiler ve 700 kilometre yaptılar. İrem Çağıl, “Size dayatılan toplumsal kuralları reddedin! Sizi saçma sapan şeylerle kuşatıyorlar. ‘Annelik, öyledir, böyledir’ diyorlar. Oysa alakası yok. Tek tip bir annelik yok. Bu işin doğrusu da yok!”
Mimarlık okuyan, eşi ve kızıyla bir köye yerleşen anne Çağıl, “Kendimi tanıyana kadar, yap denileni yaptım. Sonra yapmayı sevmediğim şeyleri yapmama hakkım olduğunu anladım!”
Ayşe Arman'ın Hürriyet'te "3 buçuk yaşındaki kızım muhteşem bir yol arkadaşıydı!" başlığıyla (10 Eylül 2017) yayımlanan röportajı şöyle:
Oleeeey İrem! 3,5 yaşındaki dünya tatlısı kızın Kiraz’la müthiş bir macera yaşadınız. Anne-kız, Kuzey Avrupa’yı gezdiniz. Tam 700 km yol yaptınız. Üstelik bisikletle… Hangi cüretle?
-(Gülüyor) Tam da bunu söylüyorum aslında: Cüret edelim! Cesaret edelim! Hayalini kurduğumuz her şeyin peşine düşelim! Bizim yaptığımız, atla deve değil, herkes yapabilir. Kiraz’la böyle bir hayalimiz vardı. Gittik gerçekleştirdik. Ana-kız, çok da eğlendik. Babamız da bizi destekledi…
Ne zaman düştü bu fikir aklına?
-İlk defa, 9 sene önce bisikletle uzun yol yaptım. 4000 kilometre. Tek başıma, İstanbul’dan İspanya’ya gittim. Üç ay sürdü. Eşsiz bir deneyimdi. Sonra eşim Alaz’la gittik. O da müthişti. Sonra kızımız Kiraz doğdu. Onunla da yapmak istedim ama bekledim. Bir şeylerin yerli yerine oturduğunu hissettiğimde, “Tamamdır, artık zamanı geldi!” dedim…
Hiç korkmadın mı?
-Tabii ki korktuğum şeyler oldu. Kötü ihtimalleri de düşündüm. Ama ben, bu işe zaman ayırdım. Yola bir anda çıkmadım, ince ince plan yaptım. Eşim Alaz’la birlikte, her şeyin üstünden geçtik. Deneyimimiz olan bir konu olduğu için riskleri, nelere dikkat etmek gerektiğimizi aşağı yukarı biliyorduk. Kiraz’ın ilk bisikletli uzun yolu olacaktı. “Eğer hoşuna gitmezse ya da herhangi bir sebeple zorlanırsak, dönerim!” dedim. Çünkü üç yaşında bir çocuktan bahsediyoruz. Esas olan onun güvenliği ve nasıl hissedeceği. İlk gittiğimiz yerde, iki hafta, bisikletle küçük sürüşler yaparak, özellikle bunu dikkat kesildim. Kiraz’dan, teknik malzeme ve yol bilgisinden yana iyice emin olduktan sonra, yola koyuldum. Zaten Hollanda, Almanya ve Danimarka, kesintisiz bisiklet rotalarının olduğu yerler. Yollar da çocukla gitmeye çok uygun ve güvenliydi…
- Birlikte yapmayı sevdiğimiz şeyleri, bilmediğimiz ama hoşumuza gidecek yeni bir yerde, belli bir süre yapmak… Birlikte olmak, “an”da kalmak, ana-kız olmanın keyfine varmak, paylaşmak… Net bir amacımız, misyonumuz, vizyonumuz filan yoktu yani! Sürekli şarkılar söyleyen 3 yaşındaki mutlu bir ruhla, bisikletle kırsalda güzel yollarda gidiyor olmak yeterince harika zaten! Yaşayacağımız zorlukların olumlu etkileri olacağını da düşündüm. Yeni insanlar, yaşayışlar görmenin bize iyi geleceğini de…
"Kanıtlama değil, merak"
Sen kendine neyi kanıtlamak istedin?
-Kanıtlamak değil, merak! Kendimi merak ettim, neyim, ne haldeyim… Yolda yalnız olunca, bunları görebiliyor insan. Bir de 3 yıldır çocuk bakımına hizmet eden şu bedenimi biraz farklı hareket ettireyim dedim!
Aynı anda, seni takip eden binlerce insana da ilham oldun, “Yapılabiliyormuş!” dedirttin…
-Eğer öyleyse, ne mutlu bana! Evet, “Başka mümkünlükler var!” demek istedim. Ama ben insanlara ilham olayım diye yola çıkmadım. Zaten çıkacaktım, zaten İnstagram’da birkaç senedir tuttuğumum günlüğümsü hesabımı takip eden, kendiliğinden oluşan özel ve kıymetli bir kitle vardı. Yaptığım ve çoğunluğa farklı gelen başka şeylere de güzel yorumlar geliyordu. Ama bak, şu mesajı alttan alta vermiş olabilirim…
Nedir o?
-Ebeveyn-çocuk ilişkisi, belli bir şekilde olmak zorunda değil. Çocuğunuzla her şeyi yapabilirsiniz. Onu, kırılgan, önce bir büyümesi gereken, sürekli onun için bir şeyler yapmanızı gerektiren bir sorumluluklar yumağı olarak görmeyi bırakın! Rahatlayın! Korkmayın! Birbirinize güvenin… Büyük- küçük, alt-üst ilişkisi üzerinden değil, iki ruh, iki yol arkadaşı gibi hissetmeyi deneyin!
Şahaneymiş!
-Bir de, “Biz, bu yolculuğu neden Türkiye’de yapamıyoruz?” kısmı var tabi. “Yapılamıyorsa neden acaba? Neler düzelirse, neler farklı olsa yaparız peki?” diye sordurtmak da önemli geldi bana…
"Akşamları çadırımıza girip uyuyorduk"
Hadi anlat. Fiilen neler yaptınız gün içinde? Otellerde mi kaldınız, lokantalarda mı yemek yediniz?
-Sabah uyandık. Önceden çantamızda olan kahvaltılıklarla karnımızı doyurduk, tuvalete gittik, döndük. Kiraz, bir şeylerle oynarken ya da ilgilenirken ben matları, uyku tulumlarını ve diğer tüm eşyaları topladım, bisikletin arka tekerindeki çantalara yükledim. Kampinglerin hepsinde olan çocuk parklarında, Kiraz oynarken, telefonum ve yedek güç kaynağımı şarj ettim. maps.me aplikasyonundan o gün gideceğimiz yola, akşam varmayı planladığım yere ve yakındaki kampinglere baktım, gerekli işaretleri koydum. Sonra da yola koyulduk. Öğleye kadar gittik. Sonra ya bir marketten yemeğimizi aldık, ya da bir lokantada yedik. Sıra geldi Kiraz’ın öğle uykusuna. O arkada römorkta uyurken, ben asıl yolu yaptım. Varacağımız yere vardım. Sonra kampinge giriş yaptık. Çadırı kurduk, ortak alana gittik, biraz takıldık, yemek yedik, banyoya gittik, içliklerimizi giydik, çadıra girdik, türlü şaklabanlıktan sonra kitap okuduk ve uyuduk. Çoğunlukla böyleydi…
-Çok da yorucu değil aslında! Karadeniz’in bir dağ köyünde yaşayan bir kadının bir günü, bunun bilmem kaç misli yorucu geçiyordur. Ben gerçi biraz antrenmanlı olabilirim. Küçük bir köyde yaşıyoruz biz. Isınmak için odun kırıp, soba yaktığımız, bol yorulmalı bir hayatımız var. Kışın rutin bir günümüz, pedal sallamaktan daha zor geçiyor. Bu yolculuk, Türkiye’de pek yapılmamış, içinde kadınların daha az yapmaya alışık olduğu teknik becerileri içeren bir şey olduğu için böyle zor gibi geliyor olabilir. Ama inan değil…
Peki bisikleti monte etme kısmı…
-Evet, giderken ve dönerken uçağa koymak için demonte edip, monte ettim. Evet, teker patladı, tamir ettik Kiraz’la birlikte. Ama uzun süredir herhangi bir aleti kullanan herkes, bir noktada onunla ilgili detaylara hakim olur. Römorku, Türkiye’de bulamadığım için oradan aldım, çadırım ve kamp ekipmanım önceden vardı. Kiraz’la çadır deneyimimiz de vardı. E gittiğimiz yerler de, bisiklet kültürünün yaygın olduğu ülkeler. Altyapı, yollar, kalacağımız kampingler hep buna göreydi. Bir gün bile güvende olmadığımızı hissetmedik. Tehlike hissi hiç yoktu. Tamam yorucu bir kısmı var ama insanı büyüten, öğreten, olumlu, iyi hisli bir yorgunluk…
"Otur, ye, iç, zaman öldür tatillerden hoşlanmıyorum"
Herkes, arada bir tatil yapmak, rutinden uzaklaşmak ister. Ama ben, “Otur, ye, iç tüket, zaman öldür!”den hoşlanmıyorum. İkimize de iyi gelecek bir şey yapmak istedim. Bir de, 3 buçuk yaş, çocuklarda kurallar ve sınırlar olduğunu kavrama dönemi. Bunu nasıl öğrendiği de bence çok önemli. “Acaba” dedim, “Bu deneyim, kural denen şeyi, benim otorite figürüne dönüşmeden, ikimizin de şartlardan eşit etkilendiği bir durum içinde kendi görerek, gözlemleyerek, yaşayarak öğrenmesine vesile olur mu?” Evin konforunun dışında, yabancı bir ortamda, ikimizin de uyması gereken kuralların olduğu bir yerde olmak, bu anlamda mantıklı geldi…
"Anneliğin tek bir formu ve doğrusu yoktur"
Özgürlük, bir kadın için ne kadar önemli?
-Çok önemli. İstisnasız bütün canlılar için yaşamsal önemli. Su kadar, besin kadar öneli. İnsanlar, özgür olmadığında, özgür irade olmadığında da çok şey eksik oluyor, toplumsal hayat başkalaşıyor. Bunun sonuçlarını bu ülkedeki herkes, bence şu anda, her şeyde doğrudan yaşıyor…
Kadınlar, anneliğin içine mi hapsediliyor?
-Zaman zaman öyle olduğu düşünüyorum. Annelik bir sabitlik mi? Bence değil… Bence bir süreç… Biricik bir süreç. Tek bir formu, doğrusu yok, olamaz da. Ama bunu, bir sabitlik gibi alırsanız, tabii ki milyonlarca farklı oluşu onun içine sokarsanız, evet, anneliğin içine hapsedilirsiniz! Türkiye’de biraz böyle işliyor. Anneliğin ne olduğu, nasıl olması gerektiğiyle ilgili herkesin bir fikri var ve bunu annelere belletmeye uğraşıyorlar. Anneler de bin türlü detayda kayboluyor ve yalnız savaşmaktan da yoruluyor bir noktada…
"Tavanın gökyüzü olması müthiş"
Tavanın olmaması, gökyüzünün tavan olması nasıl bir his?
-Müthiş ferahlatıcı bir his! İnsanın ruhunu, zihnini genişletiyor.
Açık havada pedal çevirmek, açık havada uyumak, yemek yemek… Esas olarak açık havada yaşamak seni ne kadar heyecanlandırıyor?
-Çoook. Havanın ve ortamın müsait olduğu her an, açık havada olmayı tercih ediyorum. Böyle mutlu oluyorum ben. Bana “yuva” hissini, dört duvar, tavan ve içindeki eşyalar değil, etrafımdaki dağ, nehir, orman ve orada yaşayan canlıların oluşturduğu yaşam ağı veriyor. Bunun bir parçası olduğumu hissettiğimde, kendimi “yuvam”da hissediyorum. Kapalı yerlerde olmakla; ağaçların, bitkilerin, otların, böceklerin, kuşların, yani yaşam enerjisi taşıyan varlıklarla olmak arasında büyük bir fark var. Bununla ilgili hislerimizin, kapalı alanlarda dura dura köreldiğini gözlemliyorum.
Az eşyayla yaşamak nasıl bir özgürlük, mutluluk…
-Büyük mutluluk! Fazla eşya, benim kafamı karıştırıyor. Gerçekten ihtiyacım olmayan, gündelik olarak kullanmadığım hiçbir eşyanın etrafımda olmasından hoşlanmıyorum. Eşyalar vakit alıyor, alan alıyor. Vakit de, alan da; bence bu zamanda eşyaların pek çoğundan daha kıymetli.
Bedenin ve zihnin, bisikletle yoldayken daha mı uyumlu çalışıyor?
-Kesinlikle! Çünkü bedeninizi ve zihninizi sürekli o “an”da tutmanızı gerektiren bir araçla yol alıyorsunuz, beden yoruluyor, zihin gereksiz şeylerden arınıyor. Odaklanıyorsunuz. Bütün gün, açık havada 5 duyunuz apaçık bir halde gidiyorsunuz. Açık havada uyuyorsunuz, yanınızdaki az, öz eşyayı çok etkin kullanıyorsunuz. Kendinizin ve beraberinizdeki her şeyin sorumluluğunu tek başına, yüzde yüz üstleniyorsunuz. Bunu sürekli yaptığınızda da acayip bir şey oluyor, ya da aslında çok normal olan halimize geri dönüyoruz. Sonuçta insanlar son 200 yıldır böyle yaşıyor. Öncesinde çok daha farklı yaşadığımız, geçmişi 70 bin yıl önceye kadar giden bir süreç var…
Bu yolculukta sence kendine ayna tuttun mu?
-Evet. Genç kadın halim, daha kendine dönük ve hedefe odaklymış. Şimdiki halimi, daha kendini bilir ve duygusal olarak güçlenmiş buldum. Önceliklerim de değişmiş…
Kızınla yol arkadaşlığı yapmak nasıl bir duyguydu?
-Harika! Şu ana kadarki en iyi yol arkadaşım Kiraz! Enerjsi benden yüksekti, beni hep yükseltti. Düşündüğümden çok daha esnek ve yeniliğe açık olduğunu fark ettim…
Yıpratıcı zamanlar yaşamadınız mı?
-Yok. Birkaç kez başım ağrıdı, onda da yattım, Kiraz beni bekledi. “Büyüğünce ben de senin yanında bisikletle gideceğim. İyice büyüyünce de seni arkama bindirip gezdireceğim!” filan dedi.
Peki o nasıl bu kadar uyumluydu?
-Herhalde mutlu olduğu, güvende hissettiği ve çok eğlendiği için… Bütün çocuklar böyledir, bu şartlar oluştuğunda, çok bir şeyi dert etmezler. Çocuklar hep “an”dadır bir de, geçmişteki dertler, gelecekteki hedefler onlar için yoktur.
Bu macerada Kiraz’a öğretmek istediğin en önemli şey neydi?
-Birbirini seven ve güvenen herkes, birlikte bir şey başarabilir. Kızlar erkeklerden ya da erkekler kızlardan daha “bir şey” değildir...
"Yaşadığımız köy eviniz biz yaptık"
Geçen yaz boyunca, şu an yaşadığımız köy evini onarırken, Alaz, ben ve Kiraz, kesintisiz 2 ay boyunca arazide, çadırda yaşadık. Her gün, ağır bedensel iş yaptık. Kiraz, hayatımızdaki her şey gibi, bu sürecin de en başından itibaren içindeydi. 2 buçuk yaşındaydı o zaman. Kendi odasının toprak sıvasında emeği çoktur…
"Biz kek miyiz ki kalıplarda duruyoruz zaten"
Sen kadınların, alışılmış kalıpların dışında bir annelik modeli yaratmaya cesaret edebilmesini mi istiyorsun?
-Tabii ki! Biz kek miyiz niye kalıpta duruyoruz zaten! Niye bir kalıp olması gerekiyor? Fabrikalarda, seri üretimde vardır kalıp. Bir tane yaparsın, içine şekli alacak şeyi dökersin sonra hep aynısı çıkar. Sadece kadınların, annelerin değil, herkesin kendi olabilmesini isterim. Daha mutlu insanlardan oluşan bir toplum oluruz…
Günde 50 kilometre, ciddi bir yol değil mi?
-Değil aslında, eskiden 130 kilometre gittiğim olurdu. Biz de her gün 5 gitmedik. 30-40 gittiğimiz de oldu.
Ana-kız en çok neye güldünüz?
-Her şeye güldük! Kiraz, neşeli bir çocuktur. Her şeyi de konuşturmaya bayılır. Öyle olunca hep bi komiklik oluyordu zaten. Bir de çadırda, uyumadan önce çeşitli saçmalamalarımız vardı. O anlarda da çok eğleniyorduk…
Sen kadınlara dayatılan beden imajından da rahatsızsın… Neden?
-Çünkü beden, sahip olduğumuz yegane, biricik şeyimiz. Bedenlerimizden hoşnut hissetmeden, içinde kendimizi güvende hissedemeden mutlu olmak mümkün mü? Ama bu çok doğal durum, bu ülkedeki kadınların çoğunluğu için ne yazık ki mümkün olamıyor. Oysa kadın bedeni de yalnızca bir beden. Türlü bedenlerden biri. Ama diğerlerinden farklı olarak, onun üzerinden dönen türlü kurgu var. Kimi kısıtlayıcı, kimisi küçümseyen, kimi maddi çıkar odaklı vesaire. Bu kurguların bir norm haline dönüşmemesi için çaba sarf etmek lazım. Bu sebepten kadınların kendi bedenlerinin önce kendilerinin olduğunu anlamaları ve bu alanı savunmaları gerekiyor…
Üçlü olmayı neden tercih etmedin?
-Kiraz’dan olduğundan beri üç kişiyiz zaten. Ama bizi önce, ayrı ayrı insanlarız. Birbirimizle ikili ve bir aradayken üçlü bir ilişkimiz var. Sürekli bir arada olmayı gerektiren, gerektirmeyen her şeyde bunu bir zorunlulukmuş, görevmiş gibi yaşamak bana anlamlı gelmiyor. Böyle bir mecburiyetten hoşlanmıyorum. Ebeveyn olarak 3 buçuk yılı çok yoğun ve neredeyse sürekli birlikte geçirdik zaten. Her ikimizin de bu anlamda biraz kendi kendine kalmaya ihtiyacı vardı…
Ne güzel anlattın her şeyi. Baba, bu şahane yolculuğunuzu kıskanmış mıdır pek?
-Yok valla, kıskanmadığını söylüyor. Onlar da baba-kız farklı bir seyahat icat eder, giderler…
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu