Dolmabahçe mutabakatının deklare edildiği 28 Şubat 2015'te, bildiriyi okuyan HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, "Biz Dolmabahçe Mutabakatı'ndan utanmıyoruz. Mutabakattaki 10 maddenin hangisine itiraz ediyorsanız da tartışmaya, konuşmaya hazırız. Ama bizi bir sene öncesine bizi götürecek bir zaman makinesi de yok, dünya da o eski dünya değil, farkındayız" dedi. Önder, yazısında "Yine de birilerinin önünde eğilmeden, toplumun takdirini kazanıp daha önce aşılamamış zulüm barajını yerle bir ederek siyaset yaptığımız için özür dilemeyeceğiz. Dileyeceğimiz tek özür sahip çıkamadığımız, koruyamadığımız insanlaradır. Özrümüzün konusu yalnızca bitiremediğimiz savaş, sürdüremediğimiz barış olabilir" ifadelerine yer verdi.
Sırrı Süreyya Önder'in Dolmabahçe mutabakatının birinci yıldönümünde DİHA'da yayımlanan yazısı şöyle:
İnsanlıktan, barıştan ve evrensel kabul gören değerlerden nasiplenmemiş gazeteleri önüme koyduğumda, manşetlerinde ne yazarsa yazsın, söylenmek istenenin tek şey olduğunu görüyoruz: "Barış öldü, yaşasın savaş."
Fraksiyonlaşmış toplumun bir kısmı, lime lime edilmiş bir barış ihtimalinin üstünde kana bulamış ayaklarıyla gezinmeyi sürdürüyor. Oysa geçen yıl tam da bugün birilerinin hâlâ inkar ettiği bir dönüm noktasındaydık. Kendilerini en demokrat, en özgürlükçü, uluslararası toplumun en samimi dostu ilan edenlerin bir şer kaynağı olarak gördüğü, bugüne kadar iktidar partisinin yaptığı belki de tek doğru düzgün meşru iş olan 28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı'nı açıklamak üzere buluşmuştuk. O fotoğraf bu ülkenin yakın siyasi tarihindeki en önemli fotoğraflardan biriydi. Bunu söylememin sebebi, bu fotoğrafın Batı'dakilerin her gün berbat bir demo'sunu izlediği, bölgedekilerin ise tamamen tecrübe ettiği bu savaş halinin engellenmesi için bu hepimize sunulmuş bir anahtar olmasıydı.
Yine de birileri barışın anahtarının arkasına belli ki hileli bir ip bağlamıştı. Hileli jetonlarla sevdiğini arayıp onlarla kaçak konuşmalar yapanlarınki denli masum olmayan amaçlarını anlamamız uzun sürmedi. Her gün üst üste yaptırdıkları kamuoyu yoklamalarıyla barışın bu ülkede kime neyi kaybettireceğini hesapladılar. Kendi hegemonik alanlarını kaybetmemek için her yolu meşru kılmaya çalışacaklarını biliyorduk. Ülkemiz ve bölgemiz için elde edilen o fırsatın, kısa vadeli başarılara böylesine kurban edileceğini, çözüm süreci gibi meşakkatli bir işe girişen insanların bu toplumun demokratik bir seçim yapmasından bu kadar korktuğunu sezsek de umutla yaklaşmaya devam ediyorduk. Öyle ya büyük düşünürlerden böyle öğrenmiştik, aklımız karamsar, irademiz iyimserdi.
Beklendiği gibi olmadı. Seçimlerde görülmemiş bir başarı kazandık; ama kazançlı çıktığımız bir ortamdan zafer çıkarmayı beceremedik. Devlet zaten 7 Haziran'dan bir kazanç elde edilemeyeceğini Diyarbakır'ı bombalayarak bize anlatmaya çalışmıştı, anlamamakta diretmiştik, hâlâ da diretiyoruz. Toplumsal bir zafer haline getirilebilecek 7 Haziran seçim sonuçları, devletin bana kalırsa genel merkezlerine altın kaplama "Statükonun teminatıdır" levhası yapıştırılması gereken sistemin bütün partileri tarafından suikasta uğradı. Dahası Baykal ve Türkeş gibi aktörler devletin mirasını sahiplenerek yenilmenin eşiğinde olan bir siyasal iktidara can suyu verdiler. Bugün onların verdiği can suyu eşliğinde gazetecilerin serbestçe sokaklarda dolaşabilmesini neredeyse bir bayram gibi kutlar olduk. Kürtlerin bugün 10'ar 10'ar değil de 1'er 2'şer ölmesinin mucize olduğu bir ortamdayız. Oysa Dolmabahçe Mutabakatı bir şanstı. Arkasında durulabilseydi, ne olduğu belirsiz anketlerin, insanın sırtını rahat tutan ama onu yozlaştıran ve karakterini yok eden makamların konforuna teslim olunmasaydı, bugün bu ortamı yaşamıyor olacaktık.
Son günlerde birilerinin barış güçlerine ayar vermek için "vatanperverlik" adına kullandığı o 10 maddeyi açıklarken kimin haberi olup olmadığı dahi mesele hâline geldi. Bir anda süreçle ilgisi olan herkes üç maymunu oynamaya, bu süreç hiç yaşanmamış, devletle Kürt Hareketi farklı düzeylerde hiç temasa geçmemiş, çözüm sürecini koruyan bir kanun tasarısı çıkmamış gibi konuşmaya devam ediyorlar. Ellerinde iple gezenler, geçmişte çözüm iradesi gösterir gibi görünenlerin de caymasıyla birlikte yeni ve daha da tehlikeli bir aşamaya geçtiler. Dolmabahçe fotoğrafını, arama motorlarının hafızalarından da toplumun hafızasından da silmek için kim bilir neler yaptılar ve yapacaklar? Yaptıklarını öğrenecek kadar bile güce sahip olamamak, yasama organı olarak meclisin bir parçası olarak bu fotoğrafta ifade edilen iradeden uzaklaşma sürecine yeterince müdahil olamamak, bu sonsuz şiddet rejiminin esiri hâline gelmek en büyük eksikliğimiz. Ama meselemiz o şiddet rejimiyle asla kesişmeyecek yeni bir rota çizmek değil miydi? Hedef buydu; ama olmadı. Şimdi, o gün yapılan her şey bu toplumun günah vitrininin nadide bir parçası gibi sunuluyor. Oysa çözüm sürecinin her şeyin sorumlusu olarak gösterilmesi, Kürtlerin, Öcalan'ın ve barışın aktörlerinin kötü olan her şeyde imzası olduğunun defalarca tekrarlanması, sanki 28 Şubat'a kadar Kürt Hareketi ve HDP toplumu oyalamış gibi davranılması bu ülkede ajandayı belirlemeye yarayan devletin ideolojik aygıtlarının ne denli işlevsel olduğunun kanıtı.
Çözüm sürecinde yükselişte olan ve bölgeyi anlatan filmlerden dizilere, devletin açtığı kanalda dahi yayınlanan içeriklere kadar açılan o kocaman kapıların bu kadar hızla kapanabilmesinin ardında AKP'nin Davutoğlu'nun deyişiyle 360 derece tersinde durduğu mantıkla kurduğu söylemsel ve eylemsel ittifak var. Üstelik bu ittifakın arkasını kazıdığınızda, içinden onlarca yıldır işlenmiş cinayetlerin ardındaki aktörlerin çıkması, 90'ların post-modern kılığıyla JİTEM artıkları ve hükümeti bir araya getirerek tekrar canlandırılan bir ortam yaratılması, kendi başına yeterince açıklayıcıdır. Frankestein'in can bulduğu bu yeni çatışma ortamının bir manifestosunu yazacak olsanız bizim 28 Şubat'ta ortaya koyduğumuz gündemin tam tersi gündemi olan bir metin çıkar karşınıza.
AKP bugün işte bu manifestoyu tüm damarlarında şevkle hissediyor. Tüm bakanlıklar birer savaş bakanlığına dönüşmüş durumda. Güya savaş halinde göründükleri çevrelerle birlikte barışın üstünde tepiniyorlar. Bir yanda devlet milliyetçileri var. Meselelerinin başkanlık değil Kürtler olduğu her kelimelerinde, yüzlerindeki o "Führer bakışlarında" hissediliyor. Öte yanda birileri Türkiye'nin hak ihlal tarihini fiilen oluşturmuş savcıların, eski bakanların söylemlerine sığınarak lanetliyor barış girişimlerini. Bir de bunlar kadar tecrübeli olmayan benim TÖH dediğim Troll Özel Harekat ekipleri var. Çok da yaratıcılar, bir partinin kısaltmasının sonuna KK ekleyince onu "terörist" ilan etmiş oluyorlar. Photoshop'u pek çözememiş olan bu yeni nesil özel harekatçıların arasında kim yok ki. Bakanlar, müsteşarlar, tırnak içinde gazeteciler, diplomatlar, "Bu adamı buraya kim çizdi" diyeceğiniz absürtlükte icat edilmiş pozisyon işgal eden tipler...
Biz Dolmabahçe Mutabakatı'ndan utanmıyoruz. Mutabakattaki 10 maddenin hangisine itiraz ediyorsanız da tartışmaya, konuşmaya hazırız. Ama bizi bir sene öncesine bizi götürecek bir zaman makinesi de yok, dünya da o eski dünya değil, farkındayız. Yine de birilerinin önünde eğilmeden, toplumun takdirini kazanıp daha önce aşılamamış zulüm barajını yerle bir ederek siyaset yaptığımız için özür dilemeyeceğiz. Dileyeceğimiz tek özür sahip çıkamadığımız, koruyamadığımız insanlaradır. Özrümüzün konusu yalnızca bitiremediğimiz savaş, sürdüremediğimiz barış olabilir. Gerisi Frankestein'lerin cephesinde olmak ya da olmamak meselesidir.
Bitirirken yine fotoğrafa dönmek istiyorum.
Eskiden gazeteler bir fotoğrafın önemli bir parçasını eksilterek okurlarından o eksiği tanımlamalarını isterlerdi. Doğru cevabı verenlere armağanlar gönderilirdi. En çok gol fotoğraflarındaki kaleye giren top gizlenirdi.
Dolmabahçe fotoğrafında gizlenen en önemli yer, Sayın Öcalan'ın durduğu yerdi.
Sistemin tuttuğu köşelerden savaşçı takımın ağlarını delen şutun sahibiydi.
O golde akıl, sabır, yaratıcılık ve teknikle yoğrulmuş bir irade vardı.
Barışı armağan olarak halklarımıza götüreceksek bu sorunun doğru cevabını böyle bilmek durumundayız.