Türkiye'de kadın çalışmaları ve feminizmin önde gelen ismi Doç. Dr. Şirin Tekeli, 73 yaşında hayatını kaybetti. Tekeli, yaklaşık bir yıl önce hayatını anlattığı söyleşide, "doçentlik tezini kadınlar üzerine yazma kararını, en yakın dostlarının bile 'kadın konusunda doçentlik tezi mi olurmuş' diye alaya aldığını" açıklamıştı.
Şirin Tekeli,fFeminist harekete katılış sürecini ve hareketin gelişimini anlatırken, Kemalistler, ortodoks solcular, geleneksel Müslümanlar, herkes bize sürekli saldırıyordu" ifadesini kullanmıştı.
Feminist harekette güncel gelişmeleri izleyemediğini belirtirken "Gerektiği gibi izleyemiyorum, gerçekten çok yorgunum, vücudum iflas etti artık" diyen Tekeli, "Kadınların siyasi karar odaklarına daha fazla girmesi, dünya genelinde feminist hareketin öncelikli bir sorunu olmaya devam ediyor. Daha yapacak çok şey var. Yılmak yok. Top artık, beşinci ve altıncı kuşak feministlerde" görüşünü dile getirmişti.
Beyin tümörü tedavisi görürken hayatını kaybeden Şirin Tekeli'nin Esen Özdemir'e verdiği ve 5harfliler.com'da 30 Haziran 2010'da yayımlanan söyleşisi şöyle:
Biz sizi Türkiye feminist hareketinde ilklerin kadını olarak biliyoruz. Peki, Şirin Tekeli feminizm öncesi hayatına dair bize ne anlatmak ister? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz, lise yıllarınız nasıldı?
1944 doğumluyum, yani 2. Dünya Savaşı’nın son yılı doğdum. Hatta onunla ilgili çok tatlı bir anım vardır. İlk nüfus kağıdımda ekmek karnesi verilmiştir yazıyordu.
Annem Hayrunnisa Köni, babam Yunus Kazım Köni; her ikisi de felsefeciydiler. İkisi de öğretmendiler ama babamın Milli Eğitim Bakanlığı’nda idari görevi de olmuştu. Çocukluğum, babamın görevinden dolayı Ankara’da geçti. Babam açıkça ateisti, annem agnostikti. Babaannem bizimle yaşardı, o da Balkan göçmeni, namazında niyazında, orucunu tutan bir kadındı. Bunlar birbirine ters düşen inançlar ama inançların farklılığına rağmen aynı evde, müştereken, birbirlerine çok saygı duyarak yaşadılar. Dolayısıyla çocukluğum bir hoşgörü ortamında geçti. Sonradan bütün hayatım boyunca anarşizan demokrat oldum ama bunun temelleri aslında çocukluğumdaki bu ortama, demokrasiye kadar gider: Farklı inançlara sahip insanların bir arada yaşamaları ve birbirlerine hoşgörü göstermeleri. Bu, çocukluğumla ilgili söylemem gereken en önemli nokta sanırım.
Hepsiyle özel, ayrı ilişkilerim vardı. Annem disiplin kuran bir kişiydi, hep öyle kaldı. Otoriter diyebileceğimiz bir kişilikti. Babam tam tersine, çok hoşgörülüydü. İyi Almanca bilirdi. Dünya edebiyatını Almanca üzerinden takip ederdi. Çok önemli bir entelektüeldi aslında babam. Dolayısıyla babamın eğitim anlayışı farklıydı. Mesela yorgun argın işten gelir, ben yatmak üzereyken, mutlaka yanıma gelir, ya o ya okumayı öğrendikten sonra ben, bir kitaptan bir bölüm okurduk ve bana “Hadi bakalım şimdi kıssadan hisse çıkar, okuduğun bölümün anlamı ne?” derdi. Babamla aramızda daha çok diyalog, ahbaplık temelinde bir ilişki vardı. Babaannem ise geleneksel bir kadındı, çok güzel yemek yapar, evin yemek işlerini de o yürütürdü. Harika mantı, harika baklava yapardı. Okuması yazması neredeyse yoktu. Onunla da başka şeyler konuşurduk.
Babaannemle ilgili bir küçük hikaye anlatmak isterim: Annem sabahın köründe okula giderdi. Ben babaannemle kalırdım. O zaman, 78 devirli plaklar var ve bizim evde de o plakları çalan eski bir gramofon var. Annem her gün okula gitmeden babaannemin önüne bir dizi plak koyar ve bugün bunları dinleteceksiniz, derdi. Plaklar batı müziğine dayalı, annem müthiş bir Kemalist, babaannemse bu plakları sevmiyor haliyle. Bir gün, babaannem bu klasik müzik programından sıkılmış, kendisi de Balkan göçmeni olduğu için, ve çok da güzel olan, “İki Taşın Arası” diye bir türküyü koymuş ve dizlerine vurarak dümtek yapıyor, ben de ona katılıyordum. Derken, o gün, öngörülmedik bir saatte annem eve geldi. Manzarayı gördü, bir felaket. Beni odana git diyerek azarladı. Babaanneyi de azarladı: “Ben size dememiş miydim, bugün bu plaklar dinlenecek” dedi. Aralarında anlaşmazlıklar vardı, zaman zaman bu olayda olduğu gibi ortaya da çıkardı ama genellikle bu noktaya varmazdı. Bu anlamıyla bir hoşgörü ortamıydı diyorum.
Ergenlik yılları?
Lise çağına geldiğimde, annem ve babam benim Ankara Kız Lisesi’ne gitmeme karar verdiler. Bu kararları, annemin arkadaşları açısından baktığımda bir istisnaydı çünkü onların çocukları kolejlere gidiyordu. Beni koleje göndermek istememelerinin temelinde yatan şey, önce anadilini, Türkçeyi doğru düzgün öğrensin, sonrasına bakarız diye düşünmüş olmaları. Ankara Kız Lisesi iyi bir liseydi ama çok disiplinliydi. Bilmiyorum, hala liselerde o disiplin devam ediyor mu? Bir kadın müdürümüz vardı, kızlara göz açtırmazdı, çok güzel kızlar vardı. Onlar okul çıkışında süslenip püslenip, Kızılay’a inmek isterlerdi ama izin vermezdi. Eğitim sistemi de çok katıydı. Dolayısıyla ben Anakara Kız Lisesi’ni pek sevmedim ama lisede çok iyi dostlarım oldu. Mesela Füsun Akatlı bunlardan biriydi. Ben fen bölümündeydim, Füsun edebiyat öğrencisiydi. Ferhunde de (Özbay) bu okuldaydı ama ben Ferhunde’yi yıllar sonra feminist harekette tanıdım. Füsun Akatlı’yla liseyi sevmediğimiz ve eleştirel baktığımız için, kendimize göre küçük bir grup kurduk: Edebiyat Severler Grubu. Şimdi feministlerin bugün kurdukları küçük grupları göz önüne getirince bunun çok eski dayanak noktaları var diye düşünüyorum.
Kaç kişiydiniz?
Dört-beş kişiydik. O zaman, en önemli çeviriler Varlık Yayınları’ndan çıkıyordu. Biz de Varlık Yayınları’nı çok yakından izliyorduk, Gide’yi, Camus’yü okuyor, okuduklarımızı aramızda tartışıyorduk. Esas olarak edebiyat okuyorduk. Mesela o zamanlar Attila İlhan’ı çok severdik. Sonradan çok şaştım neden sevdiğimize ama o zaman Attila İlhan en gözde şairlerden biriydi. Türk Edebiyatını da Dünya Edebiyatını da tartışırdık. Okuduğumuz kitaplar çoğu zaman felsefi temelli kitaplardı. Benim sonraki gelişmem açısından bu dönem okuduklarımızın önemli bir etkisi vardır. O zaman Marksizm falan yok, yani komünistler var ama toplumda bir hareket olarak yoklar, lise öğrencileri arasında da, çok küçük gruplar haricinde de bilinmiyordu. Dolayısıyla sözünü ettiğim grupta, sonradan Marksistleşenler olsa da, hepimizin ilk felsefi formasyonu varoluşçuluktur. Çünkü o dönemde, Sartre, Camus gibi varoluşçuluğu savunan yazarlar çok büyük bir etki yaratmışlardı. Zaten benim lise hayatımdan sonraki hayatımdaki tercihlerimde de varoluşçuluk etkili oldu.
Lise bitince annemle oturup konuştuk. O da yabancı dil öğrenmemi istiyordu. O zamanlar döviz alabilmek için döviz imtihanına girmek gerekiyordu. Annem, “Döviz imtihanına gir, kazanırsan ben seni yurtdışına gönderirim” dedi. Tabii hemen kabul ettim ve büyük bir korku ve endişeyle bu döviz sınavına girdim. O kadar endişeliydim ki, sonuçlar açıklandığında listeye alttan bakmaya başladım. Alttan sırayla tek tek bakıyorum, ismim yok, ismim yok, kazanamadım diye bir korku. Meğerse üçüncü sırada kazanmışım (Gülüyor) Dededen kalma bir evimiz vardı, annem o evi kiraya verdi ve beni Paris’e gönderdi.
Neden Paris’i tercih ettiniz?
Çok açıkça, Camus, Sartre, egzistansiyalizmin etkisinden… Onun dışında Nouvelle Vague (Yeni Dalga Fransız Sineması) başlamıştı, bize bile bazı filmleri gelmişti. Dolayısıyla 1962 yılında müthiş bir heyecanla Paris’e gittim.
Simone de Beauvoir‘ı biliyor muydunuz o yıllarda?
Hayır, bilmiyoruz çünkü Simone çevrilmemiş ki. Sartre’ın da kitapları çevrilmiş ama hayat öyküsü çevrilmemiş. Simone’u Fransızcayı söktükten sonra keşfettim ve İkinci Cins başucu kitabım oldu. Ama bu çok ilginç bir soru. Sartre, Camus bir sürü önemli yazarı çeviriyorlar ama Simone’u çevirmiyorlar. Niye? Muhtemelen kadın olduğu için (Gülüyor). İkinci Cins 1949’da yayınlanmıştı ve büyük yankı uyandırmıştı. Tabii sonradan gelişen yeni feminist harekete göre İkinci Cins’in bir çok düşüncesi eski feminizm doğrultusunda: yasal haklar, yasal eşitlik vesaire. Bizim sonradan keşfettiğimiz “özel olan siyasidir” gibi görüşler yok. Simone da bunları 70’lerde keşfediyor. Varlık Yayınları bir çok önemli yazarı çeviriyor ama Simone’u çevirmiyor. Çok ilginç değil mi?
İlk yıl Fransızca öğrendim, ikinci yıl hukuk fakültesine başladım. Bu dönem, Fransa’nın en kötü siyasi krizlerinden birini geçirdiği bir dönem. Cezayir Savaşı devam ediyor. Henüz Evian Anlaşması imzalanmamış ve Fransa, Cezayir Savaşı’na batmış durumda. Çok kötü siyasi koşullar var. Cezayir’de OAS (Organisation de l’armée Secrète – Silahlı Gizli Örgüt) diye faşist bir örgüt var. Sürekli terör eylemleri gerçekleştiriyor, cinayetler işliyor. Ben küçücük bir otelde kalıyorum. Otelin altında Maspero isminde sol bir yayınevi var. Üç günde bir Maspero’ya bomba atıyorlar. Otelde kalan bütün gençler, çocuklar apar topar dışarıya çıkıyoruz sonra yine giriyoruz falan. Yani, tam bir keşmekeş. Bu sırada arkadaşlarımla birlikte Lozan’a gittim. Lozan Paris’in tam tersi, bir sükûnet, bir güzellik. Daha sonra çok muhafazakar bir toplum olduğunu keşfettim ama ilk gidişinizde bunu görmüyorsunuz. Paris’in kültür hayatını, sergilerini, cazı keşfetmiştim, caz kulüplerini, sinemayı vesaire çok sevmeme rağmen Paris’te okuyamayacağıma karar verdim ve Lozan’a gittim. Ayrıca, hukuku sevmediğime karar verdim ve bölümümü de değiştirerek siyaset bilimi okumaya başladım. Lozan Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nün o yıllarda çok iyi bir akademik kadrosu vardı. Paris’te Maurice Duverger’in anayasa dersinde iki bin öğrenci olurdu, kim kime dum duma, dersler fotokopiyle idare ediliyordu. Lozan’da ise siyaset bölümünde otuz öğrenciydik, Paris’in aksine hocalarla çok yakın ilişkilerimiz vardı.
Sonradan öğrenci karnelerime baktığımda fark ettim: Henüz Marksizmin tam yükselmemiş olduğu bir dönem olmasına rağmen -68’den sonra çok büyük bir yükselişi olacaktı- ben nedense ideolojik olarak egzistansiyalizmden sola doğru bir kayış yaşamışım. Derslerde hep Marksizmle ilgili konuları tercih etmişim. Tarih dersinde Paris Komünü; Siyasi Düşünceler Tarihi’ndeyse, Lenin’in Devlet ve Devrim kitabını almışım ancak ödevi hazırlarken aşılandım, Leninizm defterini kesinlikle orada kapattım (Gülüyor)
Peki varoluşçuluk yerine neden Marksizmle ilgili konuları tercih etmiştiniz?
Çünkü havada sol düşünceler dolaşmaya başlamıştı. Ayrıca unutmamak gerekir ki o sırada Komünist Parti, Fransa’nın ikinci büyük partisiydi. Fransa’da Débat Dergisi çıkıyordu, çok iyi bir dergidir, hala da çıkmaya devam ediyor. Burada ufak ufak eleştirel solcular yazmaya başlamışlar. Foucault çıkmış falan, yani havada sol bir esinti vardı. Ben maalesef 68’i yaşayamadım, 67’de üniversiteyi bitirdim, Türkiye’ye döndüm ama 60’ların ortalarından itibaren 68’in tohumları atılıyordu. Herhalde bunlardan etkilendiğim için böyle konuları seçmişim.
Üniversite yıllarıma dair çok tatlı bir anekdot anlatayım: Lozan’da Nazlı Ilıcak ile aynı okulda okuyorduk, hatta bir sene Nazlı, Huriser diye İzmirli bir arkadaşımız ve ben aynı evde oturduk. Nazlı’yla tabii çok itişip kapışıyoruz, tartışıyoruz. Ama birbirimizden çok şey de öğreniyoruz. Örneğin, 60 darbesinin aslında ne kadar yanlış bir darbe olduğunu Nazlı’yla aynı evi paylaşınca öğrendim. Yoksa benim ailem CHP’liydi ve dolayısıyla ben de 60 darbesinin diğer darbelerden farklı, ilerici bir darbe olduğunu düşünüyordum. Hiç de böyle olmadığını, Yassıada Mahkemeleri’nin, Menderes’in, bakanların asılmasının vesaire felaket şeyler olduğunu ben Nazlı sayesinde öğrendim. Bu arada Nazlı da benden sol düşünceleri öğrenmeye başlamıştı. Yazın, babasına benden öğrendiklerini anlatmaya başlıyor. Babası, duyduklarına çok sinirleniyor. Bu arada, Nazlı bir ayakkabı istiyor. Babası da ya ayakkabı ya sol düşünceler diyor ve Nazlı ayakkabıyı tercih ediyor (Gülüşmeler). Lozan Üniversitesi siyaset bilimci olarak bana çok şey öğretti.
Ahmet Tekeliyle de Lozan’da tanışıyorsunuz. Nasıl tanıştınız?
Lozan’a gittiğimin haftasında gümrükte başıma çok tatsız bir olay gelmişti. Ortaokul, lise diplomalarım gibi bütün önemli belgelerimin içinde olduğu küçücük bir çantam vardı. Trende uyumuşum ve biri o arada çantamı almış. Bütün evraklarım içinde. Gümrükte durdurdular, ben çantanın olmadığını fark ettim, hüngür hüngür ağlamaya başladım, öyle ağlayınca geç dediler. Daha sonra oturduğum kompartımana bir yerde bir kaç Fransız askerinin bindiğini hatırladım. Uyuyakalmıştım, uyandığımda onlar gitmişti ve çantam yoktu. Sonra, harita üzerinde garnizonları buldum ve bütün garnizonların istasyon şeflerine çantamın çalındığına ve içindeki belgelerin önemli olduğuna ilişkin bir mektup yazdım. Mektuplarım sonuç verdi. Hakikaten çantamı askerler almış, çantam geri geldi. Ama çantamın henüz gelmediği dönemde, bu şartlarda ne yapabilirim diye Lozan’da okuyan Türkleri aradım. Halbuki Fransa’da Türklerle arkadaşlık kurmayacağım diye kendi kedime karar vermiştim. Türkler aynı kahvelere giderler. Lozan’da bir Galatasaray Liselilerin bir de Robert Kolejlilerin takıldığı kahveler vardı. Önce Galatasaraylıların olduğu kahveye gittim. Galatasaraylılar, beni hiç beğenmediler, gözleri tutmadı, küçücük kız çocuğu diye gördüler ve beni Kolejlilerin olduğu kahveye gönderdiler. Orada Ahmet’le tanıştık. Çok iyi bir hukukçuydu, çok ciddiye alarak okuyordu. Çevremde derslerin dışında Federal Mahkeme’ye gidip içtihat okuyan Ahmet dışında başka öğrenci yoktu. Hemen arkadaş olduk.
Bir senelik bir flörtün ardından Ahmet Türkiye’ye avukatlık stajını yapmak için döndü, bense iki sene daha Lozan’da kaldım. Fakat bu arada bir yaz Türkiye’ye geldiğimde evlendik, ben tekrar Lozan’a döndüm. Evlilik nedeniyle eğitimimi bırakmadım. Ayrıca iyi bir öğrenciydim, o da bana eğitimini bırak demedi.
Nasıl bir evliliğiniz oldu?
O yıllarda Ahmetle siyasi fikirlerimiz çok yakındı, hatta beni Ecevitçi yapan odur. Ama sonra siyasi fikirlerimiz giderek ayrıldı. O giderek sağa ben de giderek sola kaydım. Dolayısıyla aramızda, siyaset başta olmak üzere, hep tartışacak bir konu oldu (Gülüyor) ve işte sonunda kırk yıl süren bir evliliğimiz oldu.
Ahmet çok başarılı bir avukattı. İşi dolayısıyla çok güzel seyahatler yaptı, o seyahatlere beni de götürdü. Japonya’ya mesela başka nasıl giderdim? Fakat feminist olduğum zaman, şuna karar verdim: Bu adamı feministleştirmeye çalışmak haksızlık olur. Dolayısıyla ben feminist olmadan önceki hayat tarzımı devam ettirdim. Mesela TÜMAS toplantılarının hiç birinin sonuna kadar kalamazdım çünkü bir an önce eve gidip meze yapmam gerekirdi, tamam mı, iyi zevce (Gülüşmeler). Ama düşüncemin ne yönde evrildiğine filan hiçbir zaman karışmadı. O anlamda iyi bir evlilik yaşadık diye düşünüyorum.
Feministleştirmek haksızlık olur derken tam olarak ne demek istiyorsunuz?
Biz tanıştığımızda ne ben feministtim ne de feminizm vardı. Kolej mezunu, Lozan’da hukuk okumuş, avukatlık yapmaya kararlı bir adamı feministleştirmeye çalışmak ona büyük bir haksızlık olurdu. Yani şunu demek istiyorum: Feministlere göre nedir? Ev işi paylaşılmalıdır. İki günde bir, Ahmet sen de bulaşıkları yıkamaya giriyorsun diyemezdim, yanlış olurdu, anlatabiliyor muyum? Zaten, evlilik çökerdi.
İstanbul Üniversitesi’nde asistan olarak işe başlamanız nasıl oldu?
67’de okulu bitirdim, Türkiye’ye döndüm. Sarı çizmeli Mehmet Ağa, ne yapacağım belli değil. Annem akademik kariyer yapmamı istiyor, bense gazeteciliği de, sendikacılığı da düşünüyorum. Annem, üniversitede felsefe bölümünden arkadaşı profesör Macit Gökberk’e telefon ediyor. Macit Gökberk de İktisat fakültesi Siyaset Bilimi bölüm başkanı Esat Beyi (Çam) arıyor. Esat Bey bana randevu verdi ve onun iltimasıyla 1968’de iktisat fakültesi siyaset biliminde asistan olarak çalışmaya başladım ama asistan kadrosuna girmedim. E cetveli kadrosunda, yani çaycı Dursun Efendiyle aynı kadrodan işe başladım, bir kaç yıl sonra asistanlık kadrosu açıldı. O zaman Türkiye’de de Marksizm yükselmeye başlıyor, her yerde yükselişte aslında. Vietnam Savaşı’na karşı Amerika’da hippi hareketi. Almanya’da, İtalya’da kısa sürede terörizme yönelen, dejenere olan sol örgütler, Doğu Avrupa’da Çekoslovakya. Bütün Dünya’yı etkileyen bir sol yükseliş döneminden geçiliyor. Bize de yansıdı ama bize sekter bir şekilde yansıdı. Demokratik, katılımcı demokrasi bize gelmedi.
Feminizm falan da yok o zaman. Yavaş yavaş 68’den itibaren çıkacak ortaya. Ama benim o zamandan beri aldığım Nouvel Observateur (L’OBS) diye haftalık siyasi bir dergi vardır, bu dergi kanadıyla feminist hareketin gelişmelerini izliyordum. Dergi, feminist hareketi yakından izlerdi. Mesela, aralarında çok ünlü tiyatro oyuncularının, yazarların da olduğu 343 kadın, ben de kürtaj oldum diye Bu manifestoyu 1971’de Nouvel Observateur basmıştı.
Biz o arada, üniversitede kafadar bir grup, çoğu benden daha Marksist, Troçkist de var aralarında, böyle bir grupla 1975’te, Tüm Üniversite, Akademi ve Yüksek Okullar Asistanları Birliği’ni (TÜMAS) kurduk. YÖK gibi bir belanın geleceğini hiç düşünmeden büyük bir iyimserlikte üniversite yasasını demokratikleştirmek istiyorduk. Asistan temsilcisi de fakülte kuruluna girsin, öğrenci temsilcisi de girsin gibi konuların etrafında dolanıyorduk. Ama çok iyi bir örgüttü. O zaman bu örgütlere demokratik kitle örgütü denirdi, tabii hiç biri kitle örgütü değildi, hele hele TÜMAS’ın hiç bir kitlesi yoktu (gülüyor) ama bütün o demokratik kitle örgütleri arasında en demokrat olanı TÜMAS’tı.
Aslına bakarsan, bizim feminizmi resmen tanımadan, el yordamıyla feministleşmemizde TÜMAS’ın çok önemli bir rolü vardır. Gülnur (Savran), Nakiye (Boran), Şahika (Yüksel), Rezzan (Tuncay), Huri farklı branşlardan kadın asistan arkadaşlar günün birinde bir şeyi fark ettik. Toplantılarda, biz kadınlar söyleyecek bir şeyimiz varsa, söz alıp söyleyemiyoruz, çekiniyoruz. Erkek arkadaşlarımız ise mükemmel konuşmacılar. Mesela, Nail Satılgan, iki küçük not alır, yarım saat o notlara bile bakmadan, tek bir cümle düşüklüğü olmaksızın konuşurdu. Böyle konuşan adamları görünce biz konuşamıyorduk, oysa diğer yandan ders veriyorduk. Niye biz de söz alamıyoruz diye dert edindik ve 1979’da TÜMAS’ın içinde bir kadın komisyonu kurduk. Adı feminizm değil, henüz onu kullanmıyoruz. Ama bir çoğumuz çok iyi yabancı dil bildiği için Avrupa ve Amerika’daki feministleri izliyoruz. Dünya genelinde feminizm şekillenmeye başlamış artık. Amerika başı çekiyor, sonra İngiltere, sonra Fransa, sonra bütün Avrupa’da feminist hareketler oluşuyor. Ama biz sol örgütlerin içinde olduğumuz için feminizmden söz etmemiz mümkün değil. O zamanın kadın kuruluşları, mesela İleri Kadınlar Derneği (İKD) açıkça anti-feministler. Feminizm burjuva ideolojisidir, kadınları kurtaracak tek şey sosyalizmdir diyorlar. Bu tür düşünceler egemen olduğu için feminizmi bilenler adını dahi telaffuz etmiyor.
Fakat bu arada 75’te çalışmaya başladığınız, 78’de savunduğunuz kadınların siyasal hayata katılımıyla ilgili doçentlik teziniz var.
Doçentlik tezim var ama benim hep kullandığım bir deyim vardır. O zaman “mahcup feminist”tim. O, Marksizm’e çok daha fazla gönderme yapan bir tezdi.
Ama buna rağmen teziniz üniversitede dirençle karşılaşıyor.
Evet, konuyu seçtiğim zaman en yakın dostlarım bile alaya aldılar, böyle siyaset bilimi tezi olmaz diye. Bir tek Bülent Tanör karşı çıkmadı, destekledi. Onun da nedeni çok açık: üniversiteden atıldığı dönemde İsviçre’ye gitmişti ve orada feminizmin yükselişine tanık olmuştu, dolayısıyla konu ona ters düşmedi ama benim en yakın arkadaşlarıma bile ters düştü. “Ne demek, kadın konusunda doçentlik tezi mi olurmuş”.
Tam olarak ne diyorlardı?
Gayri ciddi diyorlardı. Siyaset bilimi ciddi bir bilim dalıdır, kadınlarla uğraşmak da ne demek oluyor. Bunu alaya alarak söyleyen de vardı, ciddi ciddi söyleyen de. Dediğim gibi Bülent hariç erkek takımının hepsi karşı çıktı. Bizim bölümde, kadın akademisyen olarak sadece Suay (Aksoy) ve ben vardık. Suay’la yıllar sonra KADER’de tekrar buluştuk.
TÜMAS Kadın Komisyonumuzun ömrü kısa oldu. 1980 darbesiyle TÜMAS kapatıldı, YÖK kurulduğu için Gülnur ve ben üniversiteden istifa ettik. Bu Komisyon daha sonra Yazar ve Çevirmenler Üretim Kooperatifi (YAZKO) çevresinde kurduğumuz bilinç yükseltme grubunun tohumu olmuştur; bilinç yükseltme grubunun adı konmamış öncüsüdür. Şimdi böyle düşünüyorum.
YAZKO çevresindeki bilinç yükseltme grubunuz nasıl oluştu?
Üniversiteden istifa ettikten sonra, muhtemelen Stella’nın (Ovadia) önerisiyle Mustafa Kemal (Ağaoğlu) bana ilk iş teklifini yaptı: YAZKO için bir kadın dergisi çıkarmak ve kadın dizisi hazırlamak. Tek başıma böyle bir şey yapamayacağım için bu konularda bilgili olan kadınlara haber verdik. Ben TÜMAS’tan tanıdığım Gülnur’u (Savran) ve benimle tez yazmak için gelmiş olan Yaprak’ı (Zihnioğlu); Stella, Ferai’yi (Tınç) ve Şule’yi (Aytaç), YAZKO’da çalışan Zeynep Avcı ise Günseli’yi (İnal) gruba dahil etti.
Stella ve Zeynep çeviri grubunda yer almadılar ve biz altı kadın toplandık. Dergi çıkarmaya başlamadan önce bizim feminizmi öğrenmemiz lazım diyerek yola çıktık. Nasıl öğreneceğiz? Bir kitabı çevirerek öğrenmeye karar verdik. Herkes evindeki kitapları getirdi. İyi bir başlangıç olacağını düşündüğümüz Juliet Mitchell’in Kadınlık Durumu’nu çevireceğimiz ilk kitap olarak seçtik. Kitabı çevirirken de feminist literatürün terminolojisini öğrendik. Üzerimizde feminizmi Türkçeleştirmek sorumluğu vardı. Bu yüzden her kavramı nasıl çevireceğimiz üzerine uzun tartışmalar yaptık. Mesela, “male dominance” bu kavramlardan biriydi. Sosyolojide ataerkillik diye bir şey var fakat tamamen feminizmin atfettiği patriyarka, erkek hegemonyası içeriğinden boşaltılmış şekilde kullanılıyor. Ben itici bile gelse patriyarka kavramını kullanmamız lazım, ataerkillik dersek güme gider diye düşünüyordum. Nihayetinde kitapta patriyarka olarak çevirmeye karar verdik.
‘Gender’ üzerine tartıştığımız bir diğer kavramdı. Ben cins denilmesinden yanaydım ama daha sonraki kuşaktan arkadaşlar, toplumsal cinsiyet dediler ve bu kavram öyle yerleşti.
Gender’ın toplumsal cinsiyet olarak çevrilmiş olmasını bugün de sorunsallaştıranlar var. Siz neden cins olarak çevrilmesi gerektiğini düşünüyordunuz?
Çünkü cins, hukuk sistemine girmiş bir kavram, cins eşitliği diye bir şey var. Dolayısıyla gender kavramını esas karşılayan kavram cinstir. Fakat, belki de hepimizin karşı çıktığı yeni anayasada bu kavram bulunduğu için başka arkadaşlar toplumsal cinsiyet dediler. Bence hiç gereği yok. Cins zaten toplumsal bir şey. Toplumsal cinsiyet demek bir şey kazandırmıyor aslında. Gender tek bir kelime ve toplumsal cinsiyet onun çarpıcılığını kaybettiriyor diye düşünüyorum.
Üzerine tartıştığınız başka hangi kavramlar vardı?
Aklıma gelen bir diğer tartışma da “the personal is political” üzerine olandı. Kişisel olan politik midir yoksa siyasi midir? Kişisel olan mı, özel olan mı? Ben, “özel olan siyasidir” demekten yanaydım, zira Fransızca’da kavram “la vie privée est politique” diye kullanılıyordu. Ama sonunda “kişisel olan politiktir”de karar kılındı yanılmıyorsam. Çevirdiğimiz kavramların bir çoğu yerleşti, bazıları ise zamanla değişti. Örneğin, bizim bilinç yükseltme dediğimiz şeye şimdiki genç feministler farkındalık çalışması diyorlar. Her kavram günlerce tartışıldı. Çok verimli, son derece birbirimize yaklaştıran, güç kazandıran bir süreç oldu. Dolayısıyla tartışmaktan dergi çıkarmaya ve kadın dizisi hazırlamaya bir türlü gelemedik (Gülüyor), Juliett Mitchell çevirisini de yayınlayamadık ama kendi kadınlık durumlarımızı ve feminizmi konuştuğumuz, adını da sonradan koyduğumuz bir bilinç yükseltme grubu olduk.
Bu arada, benim üniversitede yaşadığım tepkilere benzer şeyler YAZKO’da da oldu. Mesela çok ünlü bir laf üretildi. Şair Can Yücel bize Karı Kuvvetleri demişti (Gülüyor). Can Yücel’le bir gün YAZKO merdivenlerinde karşılaştık. Aramızda hakiki kıvırcık saçlı olan bir tek Şule var ama o sırada afro modası olduğu için, hepimiz saçlarımızı kıvırcık yaptırmışız. Bir dizi aynı model saçlı kadını birlikte merdivenlerde görünce Can Yücel bize karı kuvvetleri adını taktı.
Bunu sizin yüzünüze mi söyledi yoksa bir yerde mi yazdı?
Arkamızdan söylemişti, bize iletildi ama hiç kızmadık, tersine karı kuvvetleri olduğumuzu düşündük, bu da bize iyi geldi (Gülüyor).
Bir grup olarak görülüyor olmak mı iyi geldi?
Evet, aynen. Ama grup devam edemedi. Ben Mustafa Kemal ile hiç anlaşamadım. YAZKO Kadın Dizisi’nin tanıtımı için, 1982 yılının Nisan ayında dört gün süren Kadın Sorunları Sempozyumu düzenleyecekti. Ben o sırada hala YÖK kalkar, üniversiteye dönerim diye düşünüyordum. Avrupa’daki siyaset bilim kongrelerini de izlemeye devam ediyordum ve bir kongre için Paris’e gidecektim. Mustafa Kemal, geldi bana, Sempozyum’a Simone de Beauvoir’ı çağıralım, dedi. Ben “neee” dedim. Simone o zaman 90’ında, bizde hareketin “h”si yok, ne yüzle çağıracağız diyerek itiraz ettim. İlla birisi gelecekse Giséle Halimi olsun dedim.
Neden Simon de Beauvoir yerine Giséle Halimi’yi önerdiniz?
Çünkü birincisi dediğim gibi bizde daha hareket yok ve Simone çok iddialı bir isimdi. Daha mütevazı olmak gerektiğini düşünmüştüm. İkincisi ise, o dönem feminist olduğumuz için sürekli Batı kopyacılığı yapmakla suçlanıyorduk. Giséle ise Tunus kökenli, insan hakları uzmanı avukat bir feministti, dolayısıyla bu suçlamayı geçersiz kılabilecek biriydi. Sonradan, bu taktiğin emekleme aşamasında olan bütün feminist hareketler tarafından kullanıldığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Neticede Giséle Halimi’yi çağırmaya karar verdik ve sempozyumu yaptık ancak Mustafa Kemal’le yaşadığımız bu tartışma YAZKO ile iplerimizi kopardı. Halimi toplantısını yaptıktan sonra grup olarak YAZKO’dan ayrılmaya karar verdik. Fakat bu toplantı başka bir şeye vesile oldu. Toplantıya inanılmaz sayıda genç kadın gelmişti ve o toplantıya katılan Nurser (Öztunalı), Gülser (Öztunalı Kayır) gibi genç kadınlar ikinci kuşak feministler olarak aramıza katıldılar. O zaman Zincirlikuyu’da hayli geniş bir apartmanda oturuyordum. Grup olarak YAZKO’dan ayrılmışız ve dağılma kararını almak için benim evde toplanmışız, sempozyuma gelmiş olan genç kadınlar da toplantıya geldiler. Geleceklerinden haberimiz yoktu, nereden aldılarsa haberi bilmiyoruz, bir şekilde bizi takip etmişler. Genç kadınların hepsi dağılma kararımıza karşı çıktı. Katiyen dağılamazsınız, biz de katılıyoruz, biz de varız, dediler ve böyle bir heyecan fırtınasıyla birlikte yola çıktık. Neticede grup dağılmadı, aksine büyüdü.
Sempozyumda önemli bir şey daha oldu, Giséle Halimi bizim o dönem söylemeye cesaret edemediğimiz “feminizm” lafını ilk kez bu sempozyumda telaffuz etti.
Kadın dizisi ve dergi çalışmasından sonra, 1983’te, YAZKO’nun Somut Dergisi’nin bir sayfasını feministlere ayırmayı teklif etmesiyle yolunuz YAZKO ile yeniden kesişiyor.
Evet, ama ben Somut Dergisi 4. Sayfa ekibi içinde yer almadım, dışardan yazı vermeyi tercih ettim. Sayfanın sorumluluğunu Şule Aytaç ve Zeynep Avcı almışlardı.
Somut 4. Sayfa feministlere ait olan, feminist yazılar yazdığınız ilk mecranız. Bir çoğunuzun yazma deneyimi var ama Somut 4. Sayfa’ya yazmak nasıl bir deneyimdi?
Aramızda gazeteciler vardı, onlar bundan dolayı kısa yazmayı biliyorlardı. Gülnur ve ben akademi kökenli olduğumuz için kısa yazmayı bilmiyoruz, uzun yazıyoruz. Bazen öyle uzun yazıyoruz ki, bir türlü laf, esas anlatılmak istenene gelemiyor. Somut bizim için bu bakımdan çok büyük bir deneyim oldu. Kısa, vurucu, tercihen de polemik bir üslupla yazmak için çabaladık. Bu hepimiz için yeni bir şey oldu.
Neden polemik üslup?
Çünkü Kemalistler, ortodoks solcular, geleneksel Müslümanlar, herkes bize sürekli saldırıyordu. Dolayısıyla bizim de kendimizi savunmamız ve hatta karşı saldırıya geçmemiz gerekiyordu. Mesela Osman Arolat diye bir gazeteci, Yarın Dergisi’ndeki bir yazısında feministlere “namussuz” demişti. Buna karşılık tabii ki polemik üslupla yanıt vermek gerekiyordu. Bunun üzerine ben de Osman Arolat’a, bizlere hangi “namus” anlayışından yola çıkarak “namussuz” dediğini soran bir mektup yazdım. Mektubu, önce Yarın Dergisi’ne gönderdim ama yayınlamadılar. Biz de Somut 4. Sayfa’da yayınladık.
Bir de, tabii solcular bize çok sık feminizmi yabancı ülkelerden taşıyorsunuz diyorlardı. Ayşe (Düzkan) buna çok güzel bir cevap vermişti: Marksizm sanki Konya Ovası’nda mı doğdu, diye yazmıştı (Gülüyor). Çok sık tekrarlarım bu sözü.
Özetle, ses getirecek konuları ses getirecek üslupla yazmak gibi bir çabamız oldu ve buna göre de üslubumuz değişti.
Feminizm hala batı merkezli olmakla eleştiriliyor. Bu eleştiriyi bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ee işte, feminizm Konya Ovası’nda mı doğmuş!
Feminizm gerçek anlamda enternasyonalist bir harekettir, dolayısıyla her yerle alışveriş içindedir. Bizim ortaya çıktığımız yıllarda sadece Batı’da vardı. Ama şimdi feminizmden söz ederken Asya’ya da, Hindistan’a da Afrika’ya da bakmak gerekiyor. Feminizm her yere yayıldı ve her yerde de farklı şekilde yorumlanıyor.
Feminizmin batı merkezli olması Batı’da da ortaya çıkan bir eleştiriydi. Beyaz kadınların renkli kadınların üzerinde hiyerarşi kuruyor olması çok eleştirildi, çok tartışıldı. Feminist örgütlenme bu eleştirilere göre yenilendi: ya bağımsız kuruluşlar (sadece renkli kadınların olduğu) ortaya çıktı ya da farklı örgütlerin içerisinde renkli kadınların seksiyonları oluştu. Bana kalırsa biz bu tartışmayı yaşamadık. Çünkü on yıl sonradan geliyor olmak bu tartışmaları dışarıdan izlemiş olmak belirli bir bilinç kazandırıyor. Mesela biz hiç bir zaman Kürt kadınlarına “akıl” vermedik. Onların kendilerine özgü sorunları var, bölgenin kendine özgü sorunları var. Dolayısıyla onlar kendi feminizmlerini kendileri geliştirecek diye yaklaştık ve bu tuttu. Dolayısıyla hiç bir zaman, benim bildiğim, Kürt kadınlarından feminist hareket bize dayattı lafı gelmedi.
Fakat, 90’larda hem Kürt feministlerin hem de o dönem İslami feministlerin (şimdi dindar feministler olarak adlandırmayı tercih ediyorlar) var olan feminist harekete şöyle bir eleştirileri oluyor: Bizim sorunlarımızı görmüyor. Biz hem Kürdüz hem kadınız, biz hem dindar hem kadınız.
Feminizmde fikir özgürlüğü vardır. Yani isteyen istediği gibi düşünür, tartışılacak bir yer varsa tartışılır yoksa ayrılıklar kendi yolunda devam eder. Biz Türkiye’de bu hataya düşmedik bence. Ben bunun çok bilincindeydim. Kürt kadınlarından bizim öğreneceklerimiz var, onların yaşadıkları sorunları biz yaşamıyoruz. Orta sınıf, meslek sahibi, çalışan falan bir kesimden geliyoruz. Biz, Urfalı, Diyarbakırlı kadınlara ne anlatacağız, onlar kendileri keşfedecekler; keşfetmeliler diye düşünüyordum, nitekim öyle de oldu.
Peki 80’lerde Kürt kadınlar var mıydı içinizde?
Yok, ama dışlandıkları için değil, sorunları farklı olduğu için. Çünkü 80’lerin ortasından itibaren iç savaş vardı, onlar için kadın sorunu daha sonra geliyordu.
Somut 4. Sayfa deneyiminizden Türkiye’nin ilk feminist yayınevi Kadın Çevresini kurmaya giden süreciniz nasıl oldu?
Somut 4. Sayfa, çok okuyucusu olmasına rağmen sadece altı ay yayınlanabildi. Mustafa Kemal’in YAZKO yönetiminden ayrılması ve yönetime Ortodoks solcuların gelmesi feministlerin dergide ciddi sorunlar yaşamalarına neden oldu. Sonuçta, sayfanın sorumluları, kısa bir veda mektubu yayınlayarak Somut’tan ayrıldılar. Fakat bu arada, daha önce söylediğim gibi küçük grubumuz büyümüştü. Nurser, Beşiktaş’ta bir iş hanındaki küçücük mimarlık ofisini bize tahsis etmişti. Bu ofiste toplantılar yapmaya başladık. Kitap kulübü kurup ortak okumalar yaptık. Kitaplar çevirmeyi ve yayınlamayı da konuşuyorduk. Bir yayınevi kurarak istediğimiz kitapları yayınlamaya, Kadın Çevresi Yayınevi’ni kurmaya karar verdik, 13 kadın 1984’te Yayınevini kurdular. Ama ben Yayınevinin kurucularından olmadım.
Neden?
Yayınevini kurma kararı aldık ve toplantılar yapmaya devam ediyorduk. Ama dedim ya, ben aynı zamanda kocasının mezesini yapan bir feminist olduğum için bazı toplantıların sonuna kadar kalamıyordum. Bir toplantıda ben ayrıldıktan sonra, bana danışmadan, herkes şu kadar para verecek diye karar almışlar, emrivaki. Param yok değil ama böyle bir karar herkesin onayıyla alınmalıdır. Dolayısıyla ben Kadın Çevresi’nin kurucusu olmadım ama yayınevi için kitap çevirdim. Hangi kitabı çevireceğimi kendim seçiyordum, öneriyordum, ister basarlar, istemezse basmazlar. Çevirdiğim, Andre Mitchell’in Feminizm kitabı da bu şekilde basıldı mesela, ama ben bütün yayınevleriyle böyle çalıştım. Biraz münferit ve başına buyruk bir kadın olmayı sürdürdüm.
Daha önce çevirdiğimiz Juliett Mitchell’in Kadınlık Durumu da Kadın Çevresi Yayınevinden çıktı. Yayınevinden başka kitaplar da çıktı. Örneğin, Minu, Ayşe ve Sedef, Alice Schwarzer’ın Simone de Beauvoir’la konuşmalarından oluşan Ben bir Feministim kitabını çevirdiler. Ama, Kadın Çevresi deneyimi de dört beş kitapta kaldı.
Kitapları çevirip yayınlıyorsunuz, okuma gruplarınız var vs. Buradan bir harekete nasıl dönüştünüz?
Bunun ilk adımı bence Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin (Committee on the Elimination of Discrimination Against Women – CEDAW) uygulanması için başlattığımız imza kampanyası oldu. Bu kampanya ile hem feminizm daha fazla kadına ulaştı hem de bence meşruluk kazandı.
Kampanyayı nasıl örgütlediniz?
Küçük grup olarak pek çok kadınla temasımız vardı, genelde ilk önce orada tartışıyorduk. CEDAW 1985’te yürürlüğe girmişti ve Türkiye de 1985 yılında imzalamıştı. Dolayısıyla, biz bu sözleşmenin uygulanması ve boş bir kağıt parçasına dönüşmemesi için, müthiş bir öfke, infialle ne yapabiliriz diye konuşmaya başladık. Ben hep yasalcı bir insan oldum, çok az yasa dışı eyleme katılmışımdır. O sırada Aydınlar Dilekçesi davası sürmekteydi. Bu Kampanya da böyle bir risk taşıyabilirdi, bu nedenle tamamen yasal bir çerçevede kalmalıyız diye düşünüyordum. Peki ne yapacağız? Madem bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi kabul etmiştir o zaman Meclis’e gideceğiz. Nasıl gideceğiz Meclis’e? Dilekçe Kampanyası yapıp, dilekçeleri Meclis’e vereceğiz. Dolayısıyla benim önerimle CEDAW’ın uygulanması için bir imza kampanyası başlatmaya karar verdik. Ama, biz adı sanı bilinmeyen insanlar olduğumuz için, toplumda adı bilinen gazeteci kadınları da harekete geçirmemiz gerek dedik. Ayla Gürsoy’un evinde yaptığımız toplantıya, aralarında Meral Tamer, Zeynep Oral’ın da olduğunu hatırladığım, bir çok gazeteci kadını çağırdık, kampanya için onların da onayını ve desteğini aldık. Bu arada Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği kurulmuştu, onlar da kampanyanın örgütlenmesine dahil oldular.
Hemen bir metin kaleme alındı. Dilekçe, eş dost aracılığıyla elden ele dolaştı. Dilekçeyi 4 bin kadın imzaladı. Bu hiç beklemediğimiz bir ilgiydi, çok şaşırdık. Dilekçeleri 8 Mart 1987’da Meclis’e sunduk. Bu kampanyadan sonra, sandığımız kadar yalnız olmadığımızı gördük. Bundan sonra da, hep çoğalarak yola devam ettik. Birbirinden çok farklı düşüncelere sahip kadınlar birlikte bir çok eylem örgütleyebildik. Kampanyadan sonra örgütlediğimiz ilk eylemimiz ise, 1987’de başlattığımız Dayağa Karşı Kampanya kapsamındaki Dayağa Karşı Yürüyüş oldu. Yürüyüşe binlerce kadın katıldı. Bu yürüyüş, ilk kitlesel sokak eylemimiz oldu. Artık bir harekete dönüşmeye başlamıştık.
Dayağa Karşı Kampanya fikri nasıl ortaya çıktı?
1987’de Çankırı’da, üç çocuk annesi, dördüncü çocuğuna hamile bir kadın kocasından sürekli dayak yediği için boşanma davası açıyor. Davanın Mustafa Durmuş adındaki hakimi ise, yörenin örf ve adetlerini ileri sürerek “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gerekçesiyle kadının boşanma isteğini reddediyor. Filiz’in (Kerestecioğlu), Yargıtay Dergisi’nde bu mahkeme kararını okumasıyla, biz de karardan haberdar olduk ve buna karşı bir şeyler yapmaya karar verdik. Yürüyüşü düzenleme fikri ise K.Ç’nin radikal kanadından geldi. 12 Eylül ortamının sürmesi nedeniyle, yürüyüşe itiraz edenlerimiz oldu ama neticede izin alınması şartıyla yürüyüş yapılmasında hepimiz ortaklaştık. İzin aldık ve Yoğurtçu Parkı’nda 12 Eylül sonrasının izinli ilk yürüyüşünü gerçekleştirdik. Yasal olmasına rağmen yine de yürüyüşe çok katılım olmasını beklemiyorduk fakat tam tersi oldu, binlerce ve her kesimden kadın katıldı.
Aslında, kampanyadan önce, KÇ gruplarından birinde dayak konusu açılmıştı ve Nurser -kendisi mimar, kocası doktor- ‘Ben kocamdan dayak yedim’ demişti. Hepimizin ağzı açık kalmıştı. Çünkü, şiddet alt tabaka, işçi sınıfı, okuma yazması olmayan karı kocalar arasında var, bizde yok diye öğrenmişiz. Nasıl yok? Nurser, ben kocamdan şiddet gördüm, o yüzden boşandım dedi. Dolayısıyla bizde feminist hareket şiddet gündemiyle ortaya çıktı. Türkiye’deki feminist hareketin saygı duyulacak bir şeyi vardır: tanık olmadan yola çıkılmaz. Mesela hala ensest konusunda tanık yok dolayısıyla ensest konusunun üzerine gidilmiyor, oysa ensest de çok yaygın, aile yapısı buna çok müsait. Ama şiddet gündemi de bir yargıcın kararı üzerine ortaya çıktı ve Dayağa Karşı Yürüyüş yapıldı. Dolayısıyla, somut olaylardan yola çıkmak önemli; ancak böyle olursa bir hareket olur.
80’li yıllar boyunca feminist hareketin eylemleri devam etti. Bunlardan, Dayağa Karşı Yürüyüş’ten sonra, en çok etkilendiğim eylemler Kariye Şenliği, Geçici Kadın Müzesi, Mor İğne Kampanyasıydı.
Bugünkü feminist hareketi nasıl görüyorsunuz?
Gerektiği gibi izleyemiyorum, gerçekten çok yorgunum, vücudum iflas etti artık, kaburgalar dayanmıyor. On iki senedir Bodrum’da yaşıyorum, dünya ile tek ilişkim internet üzerinden, onu da doğru düzgün kullanmayı beceremiyorum.
Şu ara bence kadın hareketi kötü bir dönemden geçiyor: Bence bu kötü durum kendine has örgütlenme sorunlarından kaynaklanmıyor, Türkiye ve Dünya siyasi konjonktürü o kadar tıkandı ki bunun sonucunda örgütler kendi içinde sorunlar yaşamaya başladı. Bu kötü halin nedeni, dış gerginliklerin harekete yansıması diye düşünüyorum. Bununla, otuz yıllık bir feminist hareket geçmişini kastediyorum. Kurumlar çok çeşitlendi, irili ufaklı binlerce örgüt kuruldu, üniversitelerdeki birimler, barolardaki birimler vs. Geçenlerde eczaneye gitmiştim, Eczacılar Odası bir broşür basmış: Kadına yönelik şiddet suçtur. Nereden nereye, eskiden eczacılar böyle işler mi yaparlardı? Ama bir bakıma da çok anlamlı çünkü eczacılık çoğunlukla kadınların icra ettiği bir meslektir, dolayısıyla Oda’da kadınlar çoğunluktadır muhtemelen. Demek istediğim, feminizm coğrafi ve kurumsal olarak çok büyük bir yayılma yaşadı. Sendikalizm ölmüş bitmiş, siyasi partiler HDP dışında içler acısı durumda. Üstelik bunlar Türkiye’ye özgü değil. 2008 iktisadi krizi, küreselleşme, Ortadoğu savaşı, Suriye göçmenlerinin Avrupa kapısına dayanması, Avrupalıların buna karşın havlu atması, bütün ülkelerde uç sağ siyasi partilerin güçlenmesi… Böyle bir Dünya ve Türkiye konjonktüründen geçiyoruz. Bunların kadın hareketine yansımaması, kadın hareketi üzerinde olumsuz etkisi olmaması düşünülemez. Kadın hareketi toplumsal bir hareket ve toplumda ne oluyorsa ondan bir şekilde etkileniyor. Dolayısıyla feminist hareketin içinde de acayip bir şekilde kadınlar arası rekabet yükseldi.
Feminist hareket döngüsel bir harekettir. Büyükanneler çok yaşlandı, anneler yoruldu, top gençlerde. Dünyanın ahvali çok iyi gözükmüyor. Hillary Clinton kadınların oyuyla seçilecek mi belli değil. Buna karşılık Fransa’da gelecek seneki seçimlerde faşist Marine Le Pen’in ikinci tura kalması söz konusu, Avusturya’daki son Cumhurbaşkanlığı seçiminde faşistler köşeden döndüler. Bu konjonktürde kadın hareketi iyice savunmaya çekiliyor, Hindistan hariç. Hindistan’da tecavüz olaylarının çok şiddetlendiği bir dönemden geçiliyor ve Hintli kadınlar bunun üzerine gidiyorlar. Amerika’da artık böyle bir hareket yok, yani Hillary’inin kuşağı artık yaşlandı. Ama şu oluyor: bu döngüsel hareket içinde siniliyor, pısılıyor, birileri sessiz kalıyor ama ondan sonra Zümrüdü Anka Kuşu’nun yeniden dirilişi gibi yeniden ortaya çıkıyor mecburen. Çünkü yeni feminist hareket otuz yıllık bir hareket ve hiç bir sorun çözülemedi hala. Partiarka olduğu gibi karşımızda duruyor. Tek tük bazı mevzilerde kazanımlar var, mesela iş hayatında tek tük kadınlar yükselir gibi oldular. Gelecek yıl bir kadının BM’nin genel sekreteri olması gibi çabalar var ama bunlar sembolik kazanımlar. Temel sorunlar olduğu gibi her yerde duruyor. Hatta bizim daha önce keşfettiklerimizi bazıları yeni keşfediyor. Örneğin, kadına yönelik şiddeti Fransa Kadın Hareketi yeni keşfediyor çünkü onlar kürtaj hakkıyla başladılar ve şiddeti es geçtiler, bizim toplumumuzda böyle şeyler olmaz diye ört bas ettiler. Ama şimdi, yüzlerine vurdu. Fransa, iki günde bir kadının öldürüldüğü bir ülke. Dolayısıyla feminist hareket, belki bir dönem geri çekilecek, köşesinde kabuğunda kalacak ama ondan sonra yeniden dirilecek.
Bu dönem, feminist hareketin geri çekildiği bir dönem mi diyorsunuz?
Sanki öyle. Şu anda faşizmin yükselişi çok kötü bir deneyim. Donald Trump’ın Obama’nın yerine ABD başkanı olduğunu düşünebiliyor musunuz? Böyle bir konjonktür. Öbür tarafta Putin, diğer tarafta Çin yeniden komünist kökenlerini keşfetmiş durumda. Avrupa demokrasiye “bye bye” diyor: Danimarka gibi demokratik bir ülkede faşist parti dışarıdan hükümeti destekliyor, olacak şey mi? Dolayısıyla çok kötü bir konjonktür. Anneanneler, anneler, torunlar dönemselleştirmemi Avrupa konjonktürüne koyduğun zaman, iki dünya savaşı arası dönemde olduğu gibi, faşizm yükseldiğinde kadın hareketi çöküşe geçer, çünkü haklar geri alınır. Bu öyle bir dönem; İspanya’da, Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da bu böyle oldu. Ancak 68 sonrası özgürleşme hareketiyle feminizm yeniden atılıma geçti. Şimdi de sağ ideolojinin yükselişte olduğu kötü bir dönemdeyiz. Dolayısıyla ilerisi için iyimserim ama kısa vadede değilim. Bu yüzden zor bir dönemden geçiyoruz ama dayanmalıyız diyorum.
Son olarak, sizin tanımlamanızla, torunlar kuşağındaki feministlere ne söylemek istersiniz?
Her kuşak feminist, içinde yaşadığı konjonktüre, öne çıkan sorunlara göre kendini yeniden tanımlar. Son zamanlarda LGBT hareketleri her yerde yükselişte. Ama, LGBT hareketiyle feminist hareketi birbirlerine karıştırmamak gerek. Birbirlerine destek verebilirler ama, temel sorunları ayrıdır. Feminizm için hala ve uzun süre, patriyarkayla mücadele birinci planda olacaktır. “Özel olan siyasidir” kavramı geçerliliğini bugün de otuz yıl önceki gibi korumaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de aile içi şiddet kadar, son on yılın gündeme getirdiği, kadın cinayetleri türü şiddet biçimlerine karşı mücadele sürecektir. Kadınların siyasi karar odaklarına daha fazla girmesi, dünya genelinde feminist hareketin öncelikli bir sorunu olmaya devam ediyor. Daha yapacak çok şey var. Yılmak yok. Top artık, beşinci ve altıncı kuşak feministlerde…