Murat Belge
(Taraf, 15 Mayıs 2012)
Sinan Cemgil
Ankara’da, ODTÜ’de başlayıp Türkiye’de her yere yayılmış bir âdet vardır: konuştuğun kişiye “hocam” diye hitap etmek. Böyle yapan birçok genç insana rastlıyorum. Öyle tahmin ederim ki çoğu bunu başlatanın Sinan Cemgil olduğunu bilmiyordur.
Sinan Cemgil’le aynı yaşta olduğumuzu sanıyorum, çünkü aynı yıl İstanbul’da, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girdik. Ama Sinan ayrıca ODTÜ sınavına da girmiş, onu kazanınca bizim Filoloji’ye gelmedi. 1967’de TİP’e üye oldum, bir süre sonra da İstanbul İl Örgütü’nde Bilim Kurulu’na seçildim. Orada, Sinan’ın annesi ve babası, Nazife Hanım’la Adnan Bey de vardı. Birlikte çalıştık. Sinan hep uzaklardaydı.
Neydi bu “hocam” hikâyesi? Sinan, sınıf farkı ve üstünlük içermeyen bir hitap biçimi peşindeydi. “Hocam” dendiğinde, böyle hitap edilen kişiye, “Sen benden iyi bilirsin” gibi bir anlam çağrıştırarak, bir üstünlük tanımış oluyordun. Bunu ona tanımış olmak, Sinan’ın hoşuna giden bir şeydi. Sorun, kendi üstünlüğünü ima eden sözler, tavırlardı. Sinan’ın “hocam” dedikleri hocalar değildi. Odacıya da, arkadaşına da, otobüs biletçisine de “hocam” derdi o. Sanırım bununla yapmak istediği şey anlaşıldığı ve benimsendiği için “hocamcılık” yaygınlaştı. Bugün de devam ediyor.
Sinan Cemgil, bir “aktivist”ti; her zaman “elem”den yanaydı. Bunda annesiyle babasının, bir şekilde, payı olduğunu hep düşünmüşümdür. Onların tavrı da “bireysel” olmaktan çok “kuşaksal”dır. Eski komünistler durmadan “provokasyon” kollar, her şeyin bir provokasyona doğru gelişmesinden kuşkulanır. Çünkü hayatları boyunca bu terör havasında yaşamış, yaşatılmışlardır. Sinan’ın Ankara’da olmayı seçmesinde de bunun payı olabilir.
1970’te 15-16 Haziran oldu. Dev-Genç’ten kaynaklanan ve silâhlı mücadeleye inanan gruplar (bunlara başka bir yazıda daha ayrıntılı bakacağım) bu olaydan sonra, Mihri Belli’nin anlattığı tarzda bir “Millî Demokratik Devrim” beklemeden mücadeleye başlamak gerektiğine inandılar. Sinan da THKO’yu kuranlar arasındaydı. “THKO” denince herkes ilkin Deniz Gezmiş’i hatırlar, çünkü Deniz boyuyla bosuyla, sevimliliğiyle, hemen göz alırdı. Ama o hareketin, o “Ordu”nun diyelim, asıl komutanı Hüseyin İnan’dı.
Sinan Cemgil bu hareketle başarıya erişileceğine inandı mı? Hiç oturup konuşma fırsatımız olmadığı için bir şey bilerek değil, ancak tahmin ederek konuşabilirim. Bence, hayır, inanmadı. Ortak arkadaşlarımızdan, bu arada Şirin Cemgil’den işittiklerime dayanarak söylüyorum: Sinan, bu toplumun otorite karşısında boynu eğik duruşundan çok tedirgindi. Başkaldırma ve mücadele etme alışkanlığı olmayan, böyle bir gelenek yaratmamış bir toplum... Nasıl sosyalizm kurulur, böyle bir toplumda?
Yani, gerilla savaşını başlatarak, o sıralar elden ele dolaşan kitapların yazdığı gibi bunu “halk savaşı”na dönüştürerek, iktidarı ele geçirmek, bunlar Sinan Cemgil’in pek fazla hayalini kurduğu şeyler değildi. O da okumuştu, biliyordu tabii, bütün bu edebiyatı. Oradan buradan nohut, pirinç bulup, önce Ankara’da arkadaşların evinde stoklayıp, fırsat çıktıkça doğuda bir yerlere gönderilen (herhalde Nurhak gibi yerlere) çuvallarla falan bu işin olmayacağını görüyordu herhalde. Görüyor ama aldırmıyordu. Çünkü kendine ve kuşağına “iktidar” olmak değil, “örnek” olmak misyonunu uygun görmüştü: gözü pekliğin, başkaldırmanın, fedakârlığın örneği. İnsanlar önem verdikleri değerler uğruna canlarından vazgeçebilirler; bu mümkündür ve alkışlanacak bir tavırdır.
Bunları düşünen ve düşündüğü için yapan bir insana ben ne diyebilirim? Ben öyle düşünmüyorum. Olabilir. Ama bu anlattığım, her şeyden önce bir ahlâkî tavır. Şu noktada henüz “strateji” falan konuşmuyoruz. “Varoluşsal” bir şey konuşuyoruz. Kirilov’u kimse “yanlış düşündüğüne” ikna edebilir miydi?
Sinan Cemgil gibi birini sevmeyip de ne yapabilir insan?