Gündem

'Silivri'yi bir de Ahmet Şık'tan dinleyelim'

Aslı Aydıntaşbaş, Adalet Bakanı ve 10 gazeteciyle birlikte gezdiği Silivri Cezaevi'nde gördüklerini Ahmet Şık'ın anlattıklarını karşılaştırdı

14 Mayıs 2012 14:19

 

Aslı Aydıntaşbaş

(Milliyet - 14 Mayıs 2012)

 

Silivri'yi bir de Ahmet Şık'tan dinleyelim

 

Adalet Bakanı’nın davetiyle geçen hafta bir grup gazeteci olarak Silivri’yi gezdik. Hem gezi, hem de yazdıklarımız, çok tartışıldı.

Silivri’de bir tanıtım gezisine gitmelimiydik. Hemen söyleyeyim, gazetecilik açısından doğru olan gitmekti. Gitmek ve sorgulamak.

9 bin tutuklu ve hükümlünün kaldığı ‘Yasak Şehir’, neresinden baksanız tatsız bir yer. Uzun tutukluluk süresi, tartışmalı hukuki uygulamalar ve Silivri’nin gündemimize oturmasına neden olan Ergenekon, OdaTv, Balyoz gibi davalarla ilgili görüşlerimi zaten biliyorsunuz. Peki Türkiye’nin en önemli siyasi sembollerinden biri haline gelen hapishanenin kendisi nasıl?

Adalet Bakanlığı gezisinde, cezaevi yetkililerinin bize gösterdiği tablo, hijyenik mutfaklar, ortak kullanım alanı olan odalar, spor imkânları ve ciddi bir sağlık ünitesinden oluşuyordu. Son yazımda orada gördüklerimi olabildiğinde objektif yansıttım, ama dayanamayıp, “Koşullar ne kadar ehvenişer olsa da, burası betonarme bir tabut” diye de ekledim.

Fakat Silivri dosyasını hemen kapatmak olmaz. Şu bir gerçek ki, bizim gördüklerimiz, şu zamana kadar Silivri’yle ilgili yazılıp çizilenden çok farklıydı. Örneğin herkes, tecritten şikâyet ederken, yemeklerin kötü olduğunu söylerken, bize maç yapan mâhkumlar gösterildi, öğlen önümüzde makul bir menü geldi.

Bunun üzerine dayanamadım, Oda TV sanıklarından 1 yıl Silivri’de kalan gazeteci Ahmet Şık’ı aradım: “Hadi Ahmet Silivri notlarımızı karşılaştıralım.”

Ahmet, “Yazını okudum. Gördüklerin, size gösterilen tablo. Orada yazılanlar yalan demiyorum ama cezaevi, en tepedeki sorumlularla gezip görerek değerlendirebileceğin bir tecrübe değil. Bu bakan için de söz konusu. Keşke bakan mahkûmlarla ya da bu konuyla uğraşan sivil toplum kuruluşlarıyla görüşebilse....” diye söze girdi.

Ve devam etti: “Sizlere gösterilen tablo dürüst değil. Bakan yalan söylüyor anlamında söylemiyorum. Belki o gün gördükleriniz tamamen sahici ama bu bizim yaşadığımız cezaevi tecrübesiyle aynı değil”
Bakın Ahmet’in anlattığı ve bizim gördüklerimiz arasındaki farklar...
 

“Mercimeği hep döktüm"


BENİM GÖRDÜKLERİM: Silivri’de cezaevinin 11 bin kişiye yemek çıkan devasa mutfak bölümü ziyaret ettik ve o gün çıkan karavanadan yedik. Tavuk budu, bulgur, mercimek çorbası ve ayrandan oluşan öğle yemeği fena değildi. Günlük menüye ek olarak bir de sigara böreği vardı ama Adalet Bakanı bunun bize özel hazırlandığının altını çizdi. Bakan, daha önce şikayetler üzerine de Silivri’ye baskın yaptığını, yemeği makul bulduğunu söyledi. Bakanlık bize günde 2300 kalori için ayarlanan bir aylık menüleri bir dosya olarak dağıttı.

AHMET NE DİYOR? Size çıkartılan mönü doğru. Ayın belli günleri mercimek çorbası, tavuk budu, pilav ve ayran var. Ama sen yazında ‘Mercimek çorbası iyiydi’ demişsin. Oysa ben çorbayı çok sevmeme rağmen bir yıl boyunca mercimek çorbası içemedim. Aynı çorbayı içmiş olamayız. Katı yağ ya da çok ilginç bir yağ kullanıyorlar ve tadı berbat. Tavuk budu Silivri’nin en lezzetli yemeğidir. Aşçı bozamıyor da ondan herhalde. Diğerleri kötü. Makarna berbat. ‘Makarna nasıl kötü olabilir?’ diyeceksin ama yenecek gibi değil. Silivri’de en fazla dökülen yemek de makarna.
 

"Pet şişeden kevgir yaptık"


BENİM GÖRDÜKLERİM: Yemeklerin çok yağlı olduğunu, Tuncay Özkan’dan tutun da Balyoz sanıklarının yakınlarına kadar her yerde duydum. Bu yüzden bu konuyu 3 ayrı yerde sordum. Cezaevi yönetiminden aldığımız brifingde, ‘Hayır yağlı değil’ denildi ve bu konudaki tek şikâyetin, kurumu periyodik olarak şikâyet eden bir mahkûmdan geldiği anlatıldı. İkinci olarak bakana, ardından da abartılı hijyenik koşullarda yemekhaneyi gezerken oradaki aşçılara sordum. Baş aşçı, “Hayır yağlı değil. 18 tencere (dev tencereler) yemeğe 13 litre yağ kullandım” dedi.

AHMET NE DİYOR? Yemeklerin yağlı olup olmadığını, keşke oradaki personele sorsaydınız, bizim kadar şikayetçi olan gardiyanlar anlatsaydı. Bak, orada 11 bin kişiye yemek çıkıyor ve herkesi memnun etme şansı olmadığını biliyorum. Bunu asla bir şımarıklık içinde söylemiyorum. Yemek seçen biri değilim. Ama en sağlıklı insanı bile iki yıl Silivri’de besle, çok ciddi hastalık sahibi olur. Yemekler o kadar yağlıydı ki, kevgirden geçiriyorduk. Neden olduğunu bilmiyorum ama plastik kevgir yasak. 5 litrelik pet su şişesinin altını kestik, sönmüş kibritle delikler açtık ve kevgir haline getirdik. Suyunu sızıp yiyorduk.
 

Kantinden neler alınıyor?


BENİM GÖRDÜKLERİM: Karavanadan sıkılan ya da arada atıştırmak isteyen mahkûmların kantinde bisküvi, peynir, ekmek gibi şeyler alma hakkı var. Haftada bir manav alışverişi var. Tutuklular, pişirmemek kaydıyla (ocak yasak) odalarında salata benzeri basit yiyecekler hazırlayabiliyor. 6 no’lu cezaevinin kantininde, taşrada küçük bir bakkalda bulunacak bulacağınız cinsten çikolata, bisküvi, süt, peynir ve diğer bakkaliye malzemeleri vardı. Mahkûmların ayda 300 TL harcama hakkı var.

AHMET NE DİYOR? Yemekler kötü olduğu için tek vitamin kaynağımız meyve ve salata oldu. Haftalık manav listesi veriyorduk ve gelen sebzeler fena da değildi. Pişirme imkânımız yoktu ama koğuşlara ucu kesilmiş kör bir bıçak veriliyor. Onunla salata yapıyorduk. İlk girdiğimizde kantinde harcama limiti 200 TL’ydi; Aziz Yıldırım’dan sonra 300 TL oldu. Paraya dokunmuyorsunuz, hesabınızdan düşülüyor. Kantinden beyaz peynir ve kaşar da alıyorduk. Ama açıkçası bizim kantin sizin gezdiğiniz bölümdeki kadar zengin değildi. Size gösterilen adeta bir Migros’muş. Bizimki berbattı. Daha sonra paşaların da kaldığı 1 no’lu cezaevine geçince, oradaki kantinin ne kadar zengin olduğunu anladık. Mesela ben Nescafe içemiyorum; Türk kahvesi makinesi almak istedik; ‘Elektrikli alet yasak’ dediler. Oysa 1 no’lu cezaevi kantininde bile Türk kahvesi makinesi satılıyordu.
 

“Ben sadece 3 kişi gördüm"


BENİM GÖRDÜKLERİM: Silivri’de 1, 2 ya da 3 kişilik hücreler, bir arada grup olarak kümeleniyor ve her grubun bir ortak kullanım alanı ve havalandırması var. Bizler, 7 odalı 21 kişilik bir ünite gördük. Odalar dardı ama plastik sandalye ve masaların olduğu ortak kullanım alanı genişti. İlker Başbuğ ise 3 kişilik bir ünitede kalıyor.

AHMET NE DİYOR? Biz o 21 kişilik ünitede sadece son 10 gün kaldık. Bir yıl boyunca kaldığımız yer daha dardı. Ve biz hep 3 kişiydik. Siyasi tutukluları, ne adli mahkûmlar ne de kendi davalarından diğer mahkûmlarla bir arada tutmuyorlar. Bu yüzden ben 53 hafta boyunca sadece Nedim (Şener) ve Doğan (Yurdakul) Abi’yi gördüm. Ve de bize yemek getirenleri. Onun dışında tek bir kişiyi görmedim. Çıt çıkmıyor, en ufak bir ses bile kafamda yankılanıyordu.
 

“Sıcak suya yetişmek zor"


BENİM GÖRDÜKLERİM: Bir ara ufak demir kapının ortasındaki odaya baktığımda, havalandırmadaki voleybol ipine çamaşırlarını asmış insanlar gördüm. Haftada 3 defa sıcak su veriliyor.

AHMET NE DİYOR? Cezaevinde en rahat şey havalandırma. İstediğimiz saatte girip çıkabiliyorduk. Büyük avantaj. O sizin gördüğünüz 21 kişilik ünite tecrit olmaması açıdan iyi; ama dezavantajı da var. Sıcak su haftada 2 gün 2’şer saat veriliyordu, sonra 3 güne çıktı. Ama banyo ve bütün çamaşır ve nevresimleri o saate yıkaman lazım. 21 kişi olunca yetişmiyor; çok kavga çıkıyormuş.
 

İki kişilik maç olur mu?


BENİM GÖRDÜKLERİM: Silivri gezimizde sadece iki kez mahkumlarla temasımız oldu. Birinde, çim sahada futbol maçı, diğer ise kapalı salonda voleybal oynayan tutukluları gördük uzaktan. Mahkûmların hafta 50 dakika spor imkânı var. (Tekirdağ dahil bazı cezaevlerinde ‘kapasite’ nedeniyle bu hak daha az kullanılıyor.)

AHMET NE DİYOR? Biz hiç maç yapmadık. Diğer tutuklularla birlikte olmamız yasaktı. Doğan Abi kalp hastası. Haliyle Nedim’le ben ne kadar maç yapabiliriz ki. Bari izin verin Oda TV’den diğer çocuklarla maç yapalım dedik, hayır dediler. En azından gardiyanlarla oynayalım, dedik. O da yasak. Biz de çim sahada sadece yürüyüş yapıyorduk. Tek avantajı, havalandırmadan daha fazla adım atabiliyorsun ve gökyüzü daha büyük. Balbay da uzun yıllar hücrede tek başına olduğu için tek başına çıkıyordu spora. Ne maçı yapsın?
 

Bağlama kursuna izin yok


BENİM GÖRDÜKLERİM: Gezide mahkûmların çeşitli kurslara katıldığı ya da öfke kontrolü gibi grup terapi seanslarının yapıldığı derslikleri gördük. Kurslar, talep ve imkana göre el işlerinden tutun da ‘kalorifer sertifikası’ kursuna kadar değişiyor. Israrla, “Örneğin İlker Başbuğ isterse maket gemi kursuna katılabilir mi?” diye sordum, evet yanıtını aldım. Oysa cevap “Teoride evet, pratikte hayır”.

AHMET NE DİYOR? Evet kurslar var. Ama bu davalarda yargılananların diğer mahkûmlar ya da adli mahkûmlarla bir araya gelmesi yasak. Haliyle ‘yüksek güvenlikli bölümde’ sadece birlikte kaldığınız insanla kurs alabiliyorsunuz. Ona da kapasite yetmiyor. Nedim’le bağlama kursuna katılmak için dilekçe verdik; reddedildi. “Can güvenliğiniz için” dediler. Oysa “Sorumluluk bize ait” diye yazılı kâğıt vermeye razıydık. Aslında kanunen haftada 10 saat diğer tutuklularla görüşme hakkımız var ama cezaevleri bunu dikkate almıyor. (Aynı sorun diğer cezaevlerinde de var.)
 

“Sadece dini kitaplar vardı"


BENİM GÖRDÜKLERİM: Silivri turumuz, Ergenekon sanıklarının kaldığı 1 ve 2 no’lu cezaevi değil adli suçluların olduğu 6 no’lu cezaevindeydi. Gezdiğimiz kütüphanede aralarında Tuncay Özkan ve Nedim Şener’in hapishane anıları ve Batı edebiyatı klasikleri dahil 2500 civarında kitap vardı. Mahkûmlar, dilekçeyle bu kitapları isteyip odalarında okuyor.

AHMET NE DİYOR? Bizim kaldığımız bölümün kütüphanesinde çoğunlukla dini kitaplar vardı. İnsanın cezaevinde dine sarılması anlaşılabilir bir şey ama ben kendi adıma okuyacak pek bir şey bulamadım. Ama kitap sıkıntısı çekmedik çünkü eş, dost çok kitap yolluyordu. Okudukça kütüphaneye verdik. Çıktığımızda bayağı artmıştı kitap çeşitleri.
 

‘Bilgisayar kullanamadık'


BENİM GÖRDÜKLERİM: Bize anlatıldığı kadarıyla mahkumların bilgisayar kullanma izni var. Bilgisayar internete bağlı değil ve genelde özel bir bölümde oluyor. Ama dileyen savunmasını bilgisayarda yazabiliyor. Bunun üzerine Balbay ve diğer sanıkların, mektup ve kitaplarını neden bilgisayarda değil de elle yazdıklarını sorduğumda, bir cevap alamadım.
 
AHMET NE DİYOR? Doğan Abi bilgisayar kullandı ama ben bilgisayar kullanmaya hiç çıkmadım; yazdığım her şeyi elle yazdım. Aslında bilgisayar gerekli çünkü 10 bin sayfayı bulan dava dosyaları dijital. Kantinden bir flash bellek alıp yazdıklarını ya da savunmanı oraya kaydedebilirsin. Ama kullandıktan sonra her gün flash bellek’i cezaevi idaresine vermek zorundasın. Oysa ben savunmamı neden vereyim? Yazdığım metinlerin savcının eline gideceğinden şüphelendiğim için hep elle defterlere yazdım. Daktilo izni istedik; çünkü  Nâzım bile 1940’larda daktilo kullanabiliyormuş. Ama izin vermediler.
 

Demokrasi zindanla gelmez


Türkiye’de cezaevleri, tıkma tıkış. Yakın zamana kadar kapasite %106 idi. En son yargı paketiyle %96’ya düştü. Hükümetin gündeminde onlarca cezaevini yıkmak ve yenisini yapmak var.

Ahmet Silivri’deki 53 haftalık yorgunluğu, “Cezaevinde size hep yasaklar listesi veriliyor ama haklarınızın ne olduğunu bilmiyorsunuz. Cam bardak için bile onlarca yönetmeliği bulup sonunda cezaevi yönetiminin önüne koymak zorunda kaldım” diye anlatıyor.

Adalet Bakanı’yla çıktığımız gezide, bakanın sadece propaganda değil cezaevlerinin durumu konusunda bir şey yapmak istediğini gördüm. Silivri gezisi sonrasında da bizlerle paylaşmasa da beğenmediği bazı uygulamaları incelemek için heyet göndermiş.

Ama demokrasinin yolu, cezaevi standartlarından yükseltmekten değil, insanların daha baştan o cezaevlerine girmesini engellemekten geçiyor.

Silivri’nin mutfaklarını kütüphanelerini gece gündüz gezsek, yine de ‘terör’ suçuyla yargılanan ve Kürtlerle birlikte sayıları on binleri bulan siyasi suçlular, Türkiye’nin ayıbıdır.


Suriye'deki gazetecileri MİT kurtarmış


Yaklaşık iki aydır Suriye’de tutuklu bulunan gazeteciler Adem Özköse ve Hamit Coşkun’un yurda ayak basar basmaz yaptığı basın toplantısı, duygusaldı. Onlar Türk pasaportu sahibi oldukları için Suriye zindanlarından kurtulurken, geride on binlerce Suriyeliyi karanlık işkence tezgahlarında bırakmak zorunda kaldılar...

Bildiğimiz kadarıyla Adem ve Hamit, İHH’nın İran nezdinde yaptığı girişimlerle bırakıldı. Hatta hafta sonu sosyal medyada “Bakın İran’ın nüfuzu Türkiye’den kat kat fazla” yorumları yapıldı.

Oysa duyduğum kadarıyla İHH sadece işin görünen yüzü; gerçekte Türk gazeteciler, baştan sona bir MİT operasyonu sayesinde kurtarılmış. MİT bu olayda iki kritik rol oynamış. Birincisi, gazetecilerin Şam’da nerede kaldığını tespit etmek. Hatırlarsanız Idlib yakınlarında rejim yanlısı Shabbiha milisleri  tarafından kaçırıldıktan sonra Hamit ve Adem’den haftalarca haber alınamıyor, Esad rejimi ise gazetecileri elinde tuttuğunu reddediyordu.

Bu süreçte en kritik aşama, Türkiye’nin MİT üzerinden gazetecilerin Şam’da tutulduğu yeri tespit etmesi olmuş. Suriye ondan sonra gazetecilerin varlığını inkar edememiş. İkinci aşama ise, MİT’in ‘Derin İran’ ile ilişkilerini kullanarak (Dışişleri’nin de yardımıyla) İran rejiminin devreye girmesini sağlamak olmuş. Türkiye, İran’ı ikna etmek için ne yaptı bilemiyoruz ancak Adem ve Hamit’in yurda dönmesi kaotik geçen haftanın en güzel haberiydi.