25 yıl önce bugün kaçırılarak öldürülen Savaş Buldan'ın kızı Zelal Buldan sosyal medyada bir fotoğraf paylaştı. Zelal Buldan babasının, annesi Pervin Buldan ve ağabeyinin bulunduğu 'aile fotoğrafı' için, "Bir fotoğrafımız olsun istedim hep" mesajını yazdı.
Savaş Buldan’ın öldürüldüğü gün dünyaya gelen kızı Zelal Buldan hiç görmediği babasına özlemini sosyal medyada paylaşımında dile getirdi.
Buldan, paylaştığı ‘aile fotoğrafı’na şu mesajı yazdı:
“Hayallerimde yaşamakla kalmak istedim hep, birlikte hayal kuralım istedim. Bir hayal. İmkânsız ama birlikte uzanıp düşlediğimiz masmavi bir hayal. Kokunu bilmek istedim hep, bir babanın kokusunu. Babamın. Bir kez olsun sarılmak istedim sana hep. Sımsıkı, içten bir sarılış. Tıpkı rüyamdaki o an gibi. Sahi, nasıl bir histir acaba seninle sarılmak? Bir fotoğrafımız olsun istedim hep. Ben, sen, annem ve abim. Bir aile fotoğrafı, basit ve sıradan. Bir küçük fotoğraf ve yanımda duran kanlı canlı sen. Anı ölümsüzleştiren bir fotoğraf ölümü de hissizleştirebilir miydi?”
HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan da eşinin ölüm yıl dönümüne sosyal medya hesabı Twitter'dan bir fotoğraf paylaşarak, "Geldi yine 3 Haziran. Tüm ağırlığı, hüznü ve acısıyla" dedi.
Savaş Buldan 25 yıl önce öldürüldü
Savaş Buldan, Adnan Yıldırım ve Hacı Karay 3 Haziran 1994’te İstanbul’da Yeşilköy’deki bir otelin çıkışında kaçırıldı. Buldan, Yıldırım ve Karay’ın cenazeleri iki gün sonra bulundu. Üç ismin “Öldürülecek Kürt İş adamları Listesi”nde yazılı olduğu daha sonra mahkeme kayıtlarında yer aldı.
Gazeteci Gökçer Tahincioğlu, Milliyet gazetesinde köşe yazdığı 2013 yılında yayımlanan bir yazısında, Savaş Buldan'ın öldürülmesini kaleme almış ve şunları kaydetmişti:
"Pervin Buldan, Savaş Buldan’la evlendiğinde, adına “çözüm süreci” denilen, bir umut bu topraklara barışı getirecek çok tartışmalı bir dönemin en önemli figürlerinden biri olacağını bilmiyordu.
Türkiye’nin ilk kadın başbakanının 'en erkeksi' tavırlarla bir otelden Türkiye’ye elindeki listeyle “hesap soracağız” diye seslendiğinde kocasının öldürüleceğini bilmediği gibi.
Aynı sitede yaşadığı, bazı sabahlar karşılaştığı Ömer Lütfi Topal, Mehmet Ağar gibi isimlerin yaşamında bırakacağı büyük yarayı da bilmiyordu elbette.
Uyuşturucu sabıkası olmayan kocasının 'uyuşturucu kaçakçısı' olarak damgalanıp, uyuşturucu nedeniyle hüküm giymiş özel devlet görevlileri tarafından öldürüleceğini, en ağırından hafifine tüm tartışmalarda eşinin isminin yanına 'O da uyuşturucu kaçırıyormuş canım' diye işaret konulacağını da.
Oysa kendisinden daha 'siyasetten anlamayan bir ev hanımı' diye söz edildiği yıllarda bile Türk Ceza Kanunu’nda, 'Kemik kırıp, vücutta naylon eritip, kafasına sıkıp, bir dere kenarına atmak' diye bir ceza olmadığını biliyordu. Eşinden bahsedilirken, yüreğini sızlatan o kanıtsız suçlamalar sıralandığında bunu haykırıyordu sürekli:
'Öyle olsaydı bile cezası bu muydu?”