Gündem

Şahin Alpay: İyiler ve iyilik kazanmalı, ama belki bu mücadelenin sonuca ulaştığı hiç görülemeyecek

AYM'nin hakkında verdiği 'hak ihlali' kararında direndiği Şahin Alpay, Silivri'den yazdığı son mektupta geçirdiği anjiyoyu anlattı

16 Mart 2018 17:49

Şahin Alpay*
Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
9. Bölüm, A41-1
Silivri

Silivri cezaevinden yazdığım mektuplarda, merak eden dost ve okurlarıma, beden ve ruh hâlimi anlatmaya çalışıyorum.
 
Beden sağlığımla başlayayım. 27 Şubat’ta yapılan anjiyo yaklaşık 2 ay önceki anjiyoyla % 90 tıkalı olduğu görülen kalp damarıma bir değil iki stent yerleştirildi. Şöyle oldu: Saat 9 gibi cezaevinden alınarak, ellerim kelepçeli olarak, biri makinalı tüfekli 3 jandarma eri, bir de çavuşu korumasında Halkalı’daki Mehmet Akif Ersoy hastanesine götürüldüm. Mehmet Akif’te (diğer hastanelerde mevcut) nezarethane bulunmadığından cezaevi aracında saat 15’e kadar bekletildim. Bu yaklaşık 6 saat zarfında ekmek ve baldan oluşan kumanyamı yemek için bir 15 dakika kelepçelerim çıkarıldı. (Etrafı jandarmalarla çevrili, kapıları kilitlenen aracın içinde niye kelepçe takıldığını sorduğumda, “Emir böyle” dendi.) Prostat hastası olduğum için 2-3 kez jandarmaların korumasında tuvalete götürüldüm. Tuvalet teftiş edildikten sonra kelepçelerim kapıda çözülerek ihtiyacımı gördüm.
 
Sonunda “Mahkûm Servisi” adını taşıyan, iki yataklı, pencereleri duvara bakan koğuşa alındım. Alelacele operasyon için gerekli ön tetkikler yapıldı, operasyon giysilerine büründüm; kelepçeli ve jandarmaların korumasında anjiyo katına çıkarıldım.
 
Operasyonu icra edecek doktor selam verdi ve “geçmiş olsun” dedi. (Önceki anjiyoda kimse iki kelime etmemişti.) Cesaret bularak, hasta hakkımı kullanarak operasyonu yapmasını istediğim doktor olup olmadığını sordum. “Hayır, ben değilim, ama o da buralarda” dedi.
 
Ne yazık ki gecikilmiş ve sıramı kaçırmıştım. Ekip başka bir hastayı salona aldı. Ben de bir saat kadar tekerlekli iskemlemde bekledim. Salona alınmam saat 17’yi buldu. Operasyon masasına yatırılmadan önce kelepçelerim çıkarıldı. Bu defaki çok hazırlıklı görünüyordu, sevindim. Aynı 3’lü ekip değişmeden operasyon tamamlandı. (Bir önceki sürekli değişmişti.)
 
Başlarken doktordan mümkünse arada sırada benimle konuşmasını, kulaklarım da yarı yarıya işitmediğinden yüksek sesle konuşmasını rica ettim. “Benim adım Şahin Alpay, AYM’nin kararı uygulanmayan tutukluyum” diye kendimi tanıttım. Doktor bey, “Biz işimize bakıyoruz, gerisine karışmıyoruz” diye tersledi ama öncekilerden daha şefkatli davrandı.
 
Bu defa kasığımdan girildi. Çok canım yandı. Daha kalın bir iğne kullanıldığını hissettim. Bir süre sonra doktor “kan sulandırıcı hapları aldınız, değil mi?” diye sordu. “Evet ama birkaç gün önce kanama olur diye kestim” dedim. “Hiç iyi etmediniz, devam etmeniz lazımdı” dedi. (Kimse beni bu konuda uyarmamıştı.)
 
Ekip kısa bir süre yandaki odaya gitti. Doktor dönüşte, “işleme son verip vermemeyi konuştuk, ama şimdi size 4 hap vereceğiz ve devam edeceğiz” dedi.

İşlem saat 18’e doğru yaklaşık bir saatte bitti; bir önceki gibi 3 saat sürmeyince çok sevindim. Doktor çıkarken, “stenti tam yerine oturtamadığım için, ikinci bir stent daha taktım. Şimdi reçeteleyeceğim kan sulandırıcılarını 6 ay kesintisiz kullanacaksınız, yoksa stentler de tıkanır. Geçmiş olsun” dedi ve gitti.
 
Bu defa bir yatağa alınarak koğuşa indirildim, mâlum korumalarımla çevrilmiş olarak. Koğuşa yatırılınca “Mahkûm Servisi” sorumlusu olan çok nazik doktor geldi. “Şimdi 6 saat sağ bacağınızı hiç kıpırdatmadan yatacaksınız. Gece 24’te gelip iğneyi çıkaracağım, sonra da kasığınıza kum torbaları yerleştireceğim. Sabah 6’ya kadar yine kıpırdanmadan yatacaksınız, yoksa bütün bacağınıza kan oturur, başımız belaya girer” diye uyardı.
 
Koğuş arkadaşım uyuşturucudan hükümlü, çok şefkatli biriydi. (Herhalde zorunluluktan, ilk kez siyasilerle âdileri bir araya koyduklarına tanık oldum.) 12 saat kıpırdanmadan, uyumadan yatarken bana çok yardımcı oldu; ördeklerimi değiştirdi. Bir gözü açık uyudu.
 
Doktor gece 24’te gelip iğneyi çıkardığında, içime neredeyse ince boru gibi bir şeyle girildiğini anladım. Doktor sabah 6’da tekrar geldi ve kum torbalarını da kaldırdı. “Şimdi kontroller yapılacak, sorun yoksa saat 16 gibi taburcu olursunuz” dedi. Çok sevindim. Saat 9’a kadar uyuyakaldım.
 
Tetkikler (ekokardiyografi, kan tahlilleri, vs) yapıldı ve öğleden sonra cezaevine döneceğim teyid edildi. Koğuş arkadaşımla sohbete başladık. Çok ilginç bir öyküsü vardı. Bunları belki ileride “Silivri Güncesi’’ni yayınlama fırsatı bulabilirsem aktarırım.
 
Beni tanıdığı için olacak, çok iyi davranan infaz memurundan o sıra öğrendim: Eşim “Mahkûm Servisini” arayarak hakkımda bilgi alabilirdi. Ama bu bilgi verilmediği için, ancak ertesi gün cezaevindeki “Revir”i arayarak taburcu olduğumu öğrenebildiler.
 
Gitmek için sabırsızlanıyordum. Zira koğuşun kasveti dayanılır gibi değildi. Sohbet moral bozmaya başlamıştı. Yüksek bir yere asılı TV ekranını ne görmem ne de işitmem mümkündü. Orada günlerce kalanları düşündüm. Şükrettim.
 
Bekleyiş uzadıkça uzadı. Koğuş arkadaşım “Bu gece de buradasın” diye takıldıkça afakanlar basıyordu. Saat 16, 17, 18, 19 oldu, taburcu olmam için imza verecek koğuş doktoru görünmedi. Nihayet 20 sularında geldi. “Çok hastam vardı, kusura bakmayın” dedi. Çok nazik bir insandı, hemen evrakımı hazırladı, cezaevine araç yollanması için haber verildi. Verdiği raporda 5 ilaç kullanacağım ve bir ay sonra kontrole geleceğim yazıyordu.
 
Aracın gelmesi 21’i buldu. Araca yine kelepçeli ve iki kolumdan beni sıkı sıkıya kavrayan jandarmalar, makinalı tüfekli jandarma ve korumaların nezaretinde götürüldüm; çevredekilerin (artık alıştığım) meraklı bakışları arasında.
 
Silivri yolunda uyuyabileceğimi umuyordum ama aracın sürücüsü, ne olduğunu anlayamadığım bir müzik türünü, radyoyu sonuna kadar açarak dinlemeyi seviyordu. Komutan da itiraz etmedi. Saat 22:30 gibi cezaevine ulaştık. Koğuşa geldiğimde, bacağımdaki bütün sancılara rağmen kendimi “eve gelmiş gibi” hissettim. Zaten her koğuşa dönüşte bu duyguya kapılıyor insan.
 
Beden sağlığı raporum biraz uzadı, ama umarım anlamsız değildi. Ruh sağlığıma kısaca değineceğim. Stent sonrası günlerde Dostoyevski’nin (Budala adlı romanında geçen) ünlü “Dünyayı güzellik kurtaracak” sözü üzerine düşünüyorum. Belki en iyisi bunu yazmak olacak.
 
Sözün Rusçasını bilmiyorum, İngilizceye nasıl çevrildiğini de. Ancak Dostoyevski’den sadece yeryüzünü değil üzerindeki insanlığı da; güzellikten sadece estetiği değil iyiliği de kastettiğine inanıyorum. Evet, dünyayı da, insanlığı da, hattâ güzelliği de ancak iyilik kurtarabilir.
 
Silivri’de daha iyi kavradığım konulardan biri, insanlık tarihinin ekseninde iyilikle kötülük arasındaki mücadelenin yattığı. İyiler ve iyilik kazanmalıdır, ama belki bu mücadelenin sonuca ulaştığı hiç görülemeyecek.
 
Muhakkak ki, insanlar arasındaki didişmeye, netice itibariyle anlamsız kavgalara ancak iyilik son verebilir. Kötülük eliyle giderek tahrip olmakta olan güzelim dünyamızı, üzerindeki eşsiz doğayı ancak iyilik kurtarabilir.
 
Silivri cezaevinde dünyanın güzelliklerinden tamamen koparılmış, soyutlanmış haldeyiz. Doğanın güzelliklerini ancak, şükür ki var olan TV ekranında hatırlayabiliyoruz. Şimdilerde ekranlarda çoğunlukla savaş görüntüleri ve ölüm haberleri var. Bunlardan bunalıyoruz. Bizi yine insanlığa, normalliğe güzellik davet ediyor. Arada bir ekranda izlediğim güzel bir gülüş (Açelya Akkoyun), güzel bir ses (Elif Buse Doğan), neşeli bir duruş (Hadise), içten bir bakış (Aleyna Tilki) hayata gülümsetiyor; içinde yaşadığım kasveti dağıtıyor.
 
Kasvetimi esas dağıtan, iki yıla yakın bir zamandır ancak haftada bir, camların arkasından yapılan “görüş”lerde görebildiğim, “hasretinden prangalar eskittiğim” eşimin ve kızımın güzel yüzleri.
 
Onlara ne zaman kavuşabileceğim, zihnimi, ruhumu ırgalayan esas soru bu.

*Alpay'ın mektubu, bağımsız gazetecilik platformu P24'ün sitesinden alınmıştır.