Taraf gazetesi yazarı Amberin Zaman, Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde "silahlı sakalı Suriyeliler" olarak bilinen Esad güçlerine karşı savaşanlarla konuştu. Zaman'ın konuştuğu kişiler, sivil giyinimli Türklerin gece yarısı, karanlıkta sınıra yakın bir bölgede kendilerine silah ve mermi verdiklerini söyledi.
Amberin Zaman'ın Taraf'ta "İşte silahlı sakallı Suriyeliler" başlığıyla yayımlanan (17 Mayıs 2013) yazısı şöyle:
İşte silahlı sakallı Suriyeliler
Onlarca vatandaşımızın hayatını yitirdiği Reyhanlı saldırısının ardından ilçede kol gezdikleri iddia edilen “silahlı sakallı Suriyeliler” söylentileri jet hızıyla yayılmaya başladı. Reyhanlı’da sığınmacıların yanı sıra muhaliflerin de yaşadığı ve örgütlendiği sır değil. Geçen yıl Suriye ordusundan kaçan bir general ile Reyhanlı’da mülakat yapmıştım. Evi muhaliflerle dolup taşıyordu. Ancak patlama sonrası geldiğim Reyhanlı’da bunca iddiadan sonra şu “sakallıların” izini yeniden sürmek gerekiyordu. Sürdüm ve de buldum.
‘Fizik Tedavi Rehabilitasyon Merkezi’
Bomba yüklü araçların patladığı kent merkezinin az aşağısında, kuytu bir binada... Binanın girişinde Türkçe ve Arapça olarak “Fizik Tedavi Rehabilitasyon Merkezi” yazılı bir levha asılı. Aralarında Arapça konuşan sakallı erkekler binanın içine girip çıkıyor. Ancak ne ellerinde ne bellerinde silah var. Koltuk değnekleri var. Kimisi topallıyor, kimisi tekerlekli sandalyede. Hepsi Suriyeli ve —biri hariç— Esad güçlerine karşı savaşırken yaralanmışlar. Türkiye’ye tedavi için gelmişler. Tekerlekli sandalyede olan adamın adı Imad Ali Khaled. 37 yaşında. Humuslu. Boynunda çekirdekten dizilmiş bir tespih var, elinde sigara. Gözleri kapkara, keder saçıyor. Bir ay önce gelmiş. Kaçak yollardan. El Faruk Tugayı’nda savaştığını anlatıyor. Geçtiğimiz günlerde YouTube’a düşen dehşetengiz videoda Suriyeli bir askerin göğsünü yararak kalbini çıkartıp yiyen Abu Sakkar isimli muhalifin komutanlığını yürüttüğü ve lügatimize yeni giren “ılımlı Selefi” diye tarif edilen El Faruk Tugayı’ndan bahsediyor. “Ilımlı” çünkü diğer İslami gruplardan farklı olarak hilafet düzenine sıcak bakmıyorlar. Tam anlamadım ya, neyse... İmad rejim güçleriyle çatışırken beline mermi isabet etmiş. Artık yürüyemiyor. Beş erkek kardeşi aynı şekilde savaşta hayatını yitirmiş. Mekanik şekilde not alıyorum. İmad birden sert bir tonla; “Karımı ve beş çocuğumu da o caniler öldürdü” diyor. “Onların ne suçu vardı?” Donup kalıyorum.
Yan masada temiz yüzlü bir genç oturuyor. Adı Hani El Agâh. O da Humuslu. Daha yirmi yaşında. “Benim de amcam ve iki kızını katlettiler,” diyor. “Askerliğimi yapıyordum derhal kaçıp Liva El Hak Tugayı’na katıldım.” Liva El Hak, El Faruk’la yakın işbirliği yapan bir örgüt. İdeolojileri de benziyor. Anladığım kadarıyla örgütlenme farklı figürler etrafında yapılınca isimler de farklı oluyor. Bu parçalı yapı muhalefetin en büyük zaaflarından biri.
Hani, iki ay önce Humus’ta Esad güçleriyle birlikte savaşan “İranlı Şiiler” tarafından vurulduğunu söylüyor. Ayağında karnında ve omzunda kurşun yaraları var. Otururken aslan gibi duruyor. Ayağa kalkınca birden çöküveriyor.
‘Hafif silahlar, mermi veriyorlar’
Hani koltuğuna yeniden oturtulunca cesaretimi toplayıp kritik soruyu atıyorum ortaya. “Türkiye’nin sizlere silah verdiği iddia ediliyor, doğru mu?” İlk cevap Hani’den. “Türkler bizim kardeşlerimiz. Dünya bizi yalnız bıraktı ama Türkler bize yardım ediyor.” Tekrar soruyorum: “Silah veriyorlar mı?” “Allah razı olsun,” diyor Hani. “Hafif silahlar, mermi veriyorlar.” Silahların nasıl ve nerede teslim edildiğini soruyorum. Bu kez adı Firuz El Zobhi olduğunu söyleyen biri cevap veriyor. Kolunda yılan gibi yürüyen ince ama derin bir yara izi var. O da El Faruk’tan. “Silahlar sınırın sıfır noktasında teslim ediliyor. Teslim eden Türkler sivil giysili” diyor. Ve ekliyor: “Teslimat gece yapılıyor.” “Tam olarak nerede peki?” “Sınırın muhtelif noktalarında,” derken Firuz aniden susuyor. Sorularımın artık şüphe uyandırdığını fark ediyorum. Oysa silah veren Türklerin devletle ilgilerinin olup olmadığını soracaktım. Havayı yumuşatmaya çalışıyorum. “Erdoğan’ı çok seviyorsunuz değil mi?” Hepsi birden rahmetli Erbakan gibi başparmaklarını kaldırıyor. “Erdoğan’ı çok ama çok seviyoruz, Şükran (teşekkürler) Erdoğan,” diyorlar Hani coşku dolu bir sesle.
Ama Türkiye’de birçok insan kendileri gibi rejime karşı savaşanlara radikal İslamcı etiketini yapıştırıyor ve burada bulunmalarından rahatsızlık duyuyor. Hükümet bu konuda yoğun eleştiri bombardımanına tutuluyor. Farkındalar mı? Söze giren kumral yakışıklı bir genç “Biz radikal değiliz biz sadece özgürlük istiyoruz,” diyor. Adı Muhammet El Musa. “Benim elim asla silah tutmadı mesela. Humus’ta üniversitede İngilizce edebiyatı okuyordum. Tarih 3 Ocak 2012. Sınavlardan eve dönüyordum. Sokakta telefonla konuşurken birden kendimi çırılçıplak hâlde hastanede buldum. Durup dururken beni sokak ortasında vurdular, beynim etkilendi artık doğru dürüst yürüyemiyorum. Geleceğim kayboldu, bundan sonra ne olurum hiç bir fikrim yok,” diyor. Musa’nın en sevdiği yazarlar Charles Dickens ve Emily Brontë, ama artık bol bol Kuran-ı Kerim okuyordur.
Birden orta yaşlı (ve evet sakallı) bir adam geliyor yanımıza. Adı Abu Abdo. Ayaklanmanın ilk günlerinde 14 yaşındaki oğlu muhaliflere katılmış. Çatışmada beyninden yaralanmış. O da yürüyemiyor. Acısını dindirmek için Abdo oğlunun durumunda olan Suriyelilere yardım etmeye karar vermiş. Sekiz ay önce Reyhanlı’daki fizik tedavi merkezini kurmuş. “Gel içeri gezdireyim seni” diyor.
50’ye yakın Suriyeli savaşçı tedavi görüyor
Çaktırmamaya çalışıyorum ama karşılaştığım manzara içimi iyice karartıyor. Rehabilitasyon merkezi demek için bin şahit lazım. Aletler gayet iptidai. Medikal havası veren tek şey masanın üstünde duran alçıdan yapılmış omurga modeli. Ama çocuklar büyük sebatla egzersizlerini yapıyorlar. “Eyvah, çocuklarım mı oldular şimdi. Ya kalbi yiyen yamyam, tarafsız kalman gerekiyor tarafsız” diye ikaz ediyorum kendimi. 50’ye yakın Suriyeli savaşçı burada tedavi görüyormuş. Reyhanlı’da kalacak yerleri olmayanlar merkezde yatıyor. Yerde. Doğru dürüst mutfak dahi yok. Abu Abdo merkezi Suriyelilerin finanse ettiklerini anlatıyor. Türk hükümeti nakdî herhangi bir yardımda bulunmuyormuş. “Bize kapılarınızı açmış olmanız yeterli” diyor Abu Abdo.
Tedavi görenler arasında El Nusra Cephesi’nden olan var mı? “Olur mu hiç” yanıtında bulunuyor Hani. “Onlar en güçlülerimiz, onlar canlı bomba, onlar içeride savaşıyorlar.” Birden gözleri doluyor “biz ise...” Odaya uzunca bir sessizlik çöküyor.