Ergin Yıldızoğlu
İktisatçı
Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) Ekim ayında yayımlanan son dünya ekonomisine bakış raporu ve yeni başkanı Kristalina Georgieva'nın ilk konuşması, "Gündemde bir resesyon var mı?" tartışmasına büyük ölçüde noktayı koydu: Evet var, hatta resesyonun başladığı bile söylenebilir.
Şimdi tartışmaların ağırlık merkezi, "Bu resesyon yeni bir finansal krizi tetikler mi?" sorusuna, oradan da halihazırda var olan ekonomiyi yönetme kurumlarının ve politikalarının, dünya ekonomisinde ortaya çıkan bu yeni, kimi yorumculara göre "acayip" duruma uygun olmadığına ilişkin kaygıların üzerine kaydı.
Senkronize yavaşlama
IMF Başkanı Kristalina Georgieva, IMF'nin Washington'daki yıllık toplantısında yaptığı konuşmasında, dünya ekonomisinin bir senkronize (parçaları arasında eş zamanlı) yavaşlama döneminde olduğunu söyledi.
Financial Times'ın küresel ekonomi editörü Martin Wolf, gazetenin ve Brookings Enstitüsü'nün birlikte hazırladığı bir araştırmanın bu dönem için "senkronize durgunluk" kavramını kullandığını aktarıyor.
"Yavaşlama mı? Durgunluk mu?" sorusu bir yana, bence esas önemli olan her iki kaynağın da "senkronize" kavramını kullanmış olması.
Senkronize kavramı, gerekli kaynağı, tüketici ve yatırım talebini sunarak, dünya ekonomisinin geri kalan parçalarını durgunluktan çıkaracak bir büyüme merkezinin yokluğunu, yavaşlama/durgunluk durumunun kronikleştiğini vurguluyor.
Bu durgunluğu aşabilmek için "senkronize", dünya ekonomisinin yeterince büyük bir parçasında, bir lokomotif rolü oynayabilecek kadar güçlü bir dinamizmin başlaması gerekiyor. Böyle bir duruma aday üç büyük ekonominin, ABD, Çin ve Avrupa'nın üçü de yavaşlamaya devam ediyor.
IMF'nin yeni başkanı Kristalina Georgieva
IMF raporu
IMF'nin bu ay yayımladığı Economic Outlook (Ekonomik Durum) 2019 raporunda, dünya ekonomisinin büyüme hızı 2018 yılında yüzde 3,6'dan bu yıl yüzde 3'e çekilmiş.
Bu büyüme oranı dünya ekonomisinin bir resesyonun sınırında olduğuna işaret ediyor. Çünkü bir yaklaşıma göre %3, bir başka yaklaşıma göre %2,5 büyüme oranı dünya ekonomisi için resesyona girme sınırı olarak kabul ediliyor.
Diğer taraftan IMF, "ileri ekonomiler" olarak tanımladığı, Kuzey Amerika, Avrupa Birliği, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerden oluşan, dünya ekonomisi içinde toplam payı %50'ye ulaşan bir grubun büyüme hızını 2018'de %2,3'den 2019'da %1,7'ye çekiyor. Diğer bir deyişle IMF, dünya ekonomisinin yarısının büyüme hızının, yukarıda işaret ettiğim "resesyon" sınırını çok geçmiş olduğunu söylüyor.
Dünya ekonomisinde, toplam ticaret hacminin büyüme hızının 2018'de %3,6'den sert bir frenle 2019'da % 1.,1'e gerilemiş olması, gelişmekte olan korumacılık eğilimlerinin, "ticaret savaşlarının" yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor.
Küresel sermaye yatırımlarının 2016-17 döneminde yıllık ortalama %8 büyüdükten sonra, 2018-2019'da aniden çökerek % 0 düzeyine gerilemesi gibi, veriler de bu resesyon görüntüsünü tamamlıyor. IMF raporuna göre bunlar 2008-2009 yıllarından bu yana en kötü veriler.
Finansal kriz olasılığına dair hangi etmenler var?
Kısacası, "Bir resesyon geliyor mu?" sorusu artık o kadar ilginç değil. Şimdi IMF raporunda da dile getirildiği gibi gündemde "Bu resesyon yeni bir finansal krizi tetikler mi?" sorusu var.
Bu kaygı verici soruyu gündeme, bir türlü denetim altına alınamayan, 2008-2009 finansal krizinden bu yana, özellikle özel sektörde artmaya devam eden borçlar getiriyor. IMF, ılımlı da olsa bir resesyon başladığında, şirketlerin yüzde 40'ının bu borçların faizlerini bile ödemekte çok zorlanabileceğini ve 19 trilyon dolar borcun temerrüde düşebileceğini düşünüyor.
Bu yılın ilk 3 aylık döneminde, bu şirket borçlarının dünyanın toplam hasılasının %90'ına ulaştığı tahmin ediliyor.
Düşük değerli BBB derecesindeki alacakların toplam içindeki payının 2008 yılında %30 iken bu yıl %54 düzeyine yükselmiş olması, bir resesyon ile finansal kriz olasılığı arasında güçlü bir bağ olduğuna işaret ediyor. IMF bu türden bir kırılganlığın dünya ekonomisini oluşturan ülkelerin yaklaşık %80'ini etkilediğini düşünüyor.
Lehman Brothers'ın 2008 yılında iflas etmesi dünyayı mali krize götürmüştü
Birçok ekonomist, hatta Fidelity, J.P Morgan, Allianz gibi dev yatırım ve sigorta şirketlerinin analistleri, bir finansal kriz olasılığını yeniden gündeme getiren kırılganlığın nedenleri arasında esas olarak iki etkene dikkat çekiyorlar.
Birincisi finansal kriz döneminde merkez bankalarının izlediği ve izlemeye devam ettiği "sıfır faiz" ve parasal genişleme (quantitative easing) politikaları. İkincisi de krizden bu yana bir türlü denetim altına alınamayan "gölge bankacılık" (banka olmayan finans kuruluşları) sektörünün işlem hacmindeki, bu düşük faiz ortamında kaldıraçlı (borçlanarak yapılan) işlemlerdeki hızlı büyüme.
IMF genel olarak ekonomik ve finansal koşulların Lehman krizinden bu yana hiç bu kadar gerilmiş ve kırılganlaşmış olmadığına işaret ediyor. IMF yaklaşık 15 trilyonluk devlet ve şirket borcunun negatif verim altındaki bonolarda bulunduğuna işaret ediyor ve "Politik merkezler yeni önlemler almalıdır" diyor.
The Daily Telegraph'ta, IMF raporunu adeta bir "Gotik Korku Gösterisi" olarak niteleyen gazete editörü Ambrose Evans-Pritchard'a göre IMF çok geç kaldı ve adeta artık iş işten geçti.
Dünya ekonomisinin garip halleri
Tüm bu tartışmalar ve IMF'nin önlem almalılar önerisi bizi, önlem alınsın-alınmasın ikileminden çok Economist dergisinin, "dünyanın garip halleri", Financial Times'da Gillian Tett'in "Alice'in harikalar diyarı" olarak tanımladığı duruma getiriyor.
Bu ekonomik yaşamın alışagelmiş yasalarının adeta artık işlemediği "harikalar diyarına" şu deliğe dalarak girebiliriz sanırım: Önde gelen finansal kuruluşlarının liderleri şimdilerde merkez bankalarının para ve faiz politikalarının sorumsuz borçlanmayı kolaylaştırarak bugünkü kırılgan ortamı yaratmış olmasından yakınıyor.
Ancak, bu liderler, merkez bankalarının bizzat kendilerinin bir çöküşten ekonomiyi kurtarmak için bu "sıra dışı" (unortodox) politikaları devreye soktuğunu unutuyorlar.
Toplam 12 trilyon doları aşan bu destek, finansal sektörü çökmekten kurtardı ama ekonomik büyümeyi, hatta yeni yatırımları canlandıramadı.
Merkez bankalarının piyasalara enjekte ettiği paralar finans sektöründe kurumların kasalarında birikti, değerlenmek için kredi piyasalarını şişirmeye başladı ve geldik bugüne…
Bugünkü, "dünyanın garip hallerine" ya da "Alice'in harikalar diyarına" işte bu finans sektörünü bir sistemik krizden kurtarma çabasının açtığı delikten geçerek geldik.
Parasal genişleme ve sıfır faiz oranları, finans sektörünü kurtardı ama kronik durgunluğu aşamadı. Dahası Merkez Bankalarının daha fazla genişlemeci politika izleme kapasitesini büyük ölçüde yok etti.
Bugün faizler hala son derecede düşük hatta kimi alanlarda negatif, işsizlik oranları da tarihsel olarak düşük düzeylerde seyrediyor (ücretlerin düzeyini ve gelir dağılımını sormayın) ama enflasyon bir türlü artmıyor.
Halbuki bildik ekonomi yasalarına göre işsizlik oranları ile enflasyon oranları arasında ters orantılı bir ilişkinin olması gerekir. Düşük faiz oranları yatırımları, tüketici talebini teşvik etmeli, ekonomik büyümeye yol açmalı, bu da enflasyonu tetiklemeli. Belli ki bu klasik ilişki artık işlemiyor.
Birincisi, bizzat finans sektörünün liderlerinin yakındığı gibi düşük faizler, genişlemeci para politikaları finansal kriz riskini arttırıyor. Buna karşılık bu faizlerin yükselmesi, sıkılaşacak bir para politikası, bu kez ekonomik yavaşlamayı derinleştirerek finansal kriz olasılığını güçlendirecek.
İkincisi, hükümetler düşük faiz oranlarından da yararlanarak hatta "açık bütçe" politikası izleyerek kamu yatırımlarını artırabilir böylece ekonomiyi hem arz hem de talep alanında canlandırmaya çalışabilirler.
Ancak hükümetlerin sırtındaki borç yükü daha şimdiden oldukça ağır. Örneğin, ABD, Almanya, Fransa, Çin'de toplam borçların ulusal hasılaya oranı yüzde olarak sırasıyla 250, 178, 315 ve 170 düzeyinde.
Dünya ekonomisinde genel olarak borçlanma hacmi sürdürülemez bir durumda ve artmaya devam ediyor. Ekonomileri daha da borçlanarak yapılacak yatırım ve harcamalarla teşvik etmeyi denemek halen egemen akla uygun olmuyor.
İşte bu nedenle de The Economist, "Dünya ekonomisinin garip yeni kuralları" başlıklı yazıda, 30 yıldır bildiğimiz kapitalizmin kurumlarının, ekonomi yönetim politikalarının artık işlemediğinden, Thatcherizm'in (siz neoliberalizm olarak okuyunuz) çöküşünden yakınıyor. Ancak yukardaki sorunları aşabilecek yeni bir paradigma öneremiyor.
IMF raporu senkronize yavaşlamaya, finansal kriz olasılığına işaret ederken; hızla çeşitlenen jeopolitik riskler ortamında, dünya ekonomisinin çok kırılgan ve tehlikeli bir döneme girdiğini düşündürüyor.