İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, ölüm, katliam, savaş haberlerinin rutin bir hal almasını değerlendirirken toplumun bu haberlere tepkisiz olduğunu söyledi ve “Toplum olarak tepkisiziz, evet. Peki neden? Birincisi, Türkiye’de çok eskilerden beri var olan baskı rejimlerinin, darbelerin bir yansıması. Bu ülkenin baskı ve katliamlarla geçmiş bir tarihi var. Bundan öğrenerek çıkıyor insanlar. Kuşaktan kuşağa aktarılan travma dediğimiz bir olgu var” dedi. Prof. Fincancı, 90'lı yıllarda ağırlıkla Kürt halkı önderlerinin öldürüldüğünü söylerken "Bugün topyekûn bir imhadan söz ediyoruz. Topyekûn halka saldırı var, topyekûn de halk direniyor" ifadelerini kullandı.
Evrensel’den Serpil İlgün’e konuşan Prof. Fincancı’nın söyleşisinin bir kısmı şöyle:
Ülkenin bir yanında savaş yaşanıyor, ölümler, katliamlar rutin haber halini almaya başladı; ama toplum olarak bunlar yaşanmıyormuş gibi davranıyoruz. Tepkisizliğimiz duyarsızlığımızdan mı kaynaklanıyor?
Duyarsızlık tepkisizliğin nedenlerinden biri. Çünkü tepkisizlik bir sonuç. Bunun birbiri ile iç içe geçmiş nedenleri var, birbirinden bağımsız ama neticede bir biçimde tepkisizliği doğuran bir süreç de var. Toplum olarak tepkisiziz, evet. Peki neden? Birincisi, Türkiye’de çok eskilerden beri var olan baskı rejimlerinin, darbelerin bir yansıması. Bu ülkenin baskı ve katliamlarla geçmiş bir tarihi var. Bundan öğrenerek çıkıyor insanlar. Kuşaktan kuşağa aktarılan travma dediğimiz bir olgu var.
Yani, baskı süreklilik içerdiği için tepkisizlik zinciri kırılamıyor?
Tabii, hep derinleşiyor bu. Neredeyse genetik mutasyon oluşuyor. İnsanlar korkarak yaşıyorlar. Şöyle düşünün, bazı ülkelerde örneğin Brezilya’da bazı mahallelere gitmek istemezsiniz, orada çocuk büyütmek istemezsiniz, akşam çocuğunuzun otobüsten inip tek başına eve yürümesi kaygı vericidir. Bizde de devletin yanından yöresinden geçmeme, bundan sakınma, korku duyma davranışı var. Dolayısıyla tepkisizliğin en önemli nedenlerinden biri korkmak. Çünkü kendimizi korumak, hayatta kalmak zorundayız. Bu bizi sakınımlı yapıyor. Gerçeklik algısının değişmesi, kaygan bir zeminde var oluş, bunların her biri çok önemli. Çünkü bunlar var oluşumuzu olumlamak için geliştirdiğimiz başa çıkma mekanizmalarımız. Birey olarak var oluşunuzu olumlamanız gerekiyor, yoksa yaşayamazsınız. Çok insani ama sağlıklı değil.
Gerçeklik algısını nasıl değiştiriyoruz?
Doğru yanlış algılarımızı bir biçimde değiştirerek. Örneğin insan öldürmek doğru bir eylem olacak. “Çünkü devletim için öldürüyorum!” Buna tanıklık eden de, “O, devlet için öldürüyor” diyecek. Yüceltme davranışı. Bir süre sonra her şeyi böyle meşrulaştırıp, yüceltebilirsiniz. Kadın cinayetleri mesela. “O kadın açık giymişti onun için öldürüldü.” “Komşum yan gözle bakmıştı onun için”… Dolayısıyla ötekileştirdiğiniz birinin katledilmesi ya da zarar görmesi sizin tepki duymanız gereken bir şey değil, tam tersine olumlamanız, hatta desteklemeniz gereken bir şey haline geliyor. Bir de tabii terör, terörist kavramı var. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değil, dünyadaki tüm otoriter devlet ve iktidarların, halkı sindirmenin temel bir aracı olarak kullandığı.
Bir üçüncü ayak da, bütün bu şiddet karşısında duygusal olarak kendinizi bunun tamamen dışında görmeniz. “Ben artık bu şiddeti duymak istemiyorum.” “Bu şiddetin içinde yaşamak istemiyorum” gibi.
Ya da yok sayarak?
Evet, örneğin Roboski... Orada çoluk çocuk insanlar katledilirken bütün Türkiye yılbaşı partileri yaptı. Bu da bir başa çıkma mekanizması. Tepkisizliğin bir boyutu da bu. Tabii bütün bunlar aynı zamanda politik bir takım tutumların da kıyıma uğratıldığı, demokratik bir yapılanmanın geliştirilmediği bir ülkede, politikaya bulaşmama şeklinde bir politik tutumu da beraberinde getiriyor.
Bilerek isteyerek, bir tutum olarak güncel siyasi süreçlerle ilişkilenmemek. Böylece kendini korumak. Ki bu zaten kendimizi bildik bileli ailelerimizden, onların ailelerinden sürekli vaaz edilen bir durumdur.
Böyle yaşamak nasıl hasarlara yol açıyor peki?
Ötekileştirerek, başkasını yok sayarak ya da kötüleyerek var oluş çabası, aslında sağlıksız bir başa çıkma mekanizmasıdır. Ruh sağlığımız, toplumsal bütünlüğümüz, bireysel bütünlüğümüz anlamında ağır bedelleri vardır. Zorlayıcı, ağır bir dönem geçiriyoruz. Toplumca travma sonrası stres bozukluğu yaşıyoruz sanki. Çabuk unutuyoruz, duyarsızlaşıyoruz, böylece kendimizi koruduğumuzu zannediyoruz.
Tepkisizliğimizin bugün dünden farklı olarak ortak bir rahatsızlığa dönüşmesinin nedeni ne?
Şöyle bir fark var, geçmişte belki iletişim kanalları bu kadar yaygın değildi, çok el altından ve kulaktan kulağa yayılan, sınırlı bir haberleşme iken, bugün geldiğimiz noktada artık her şey anlık ve her şey göz önünde. Periscoptan canlı yayın yapıyor insanlar. Ferhat Encü, bir milletvekili olarak kapısının kırılmasını Periscoptan yayınlıyor, Twitter’dan yayınlıyor. Dolayısıyla “bilmiyorduk” deme lüksümüz yok.
Kürt halkı sözünü ettiğiniz bilmeme gerekçesiyle ilgili şöyle düşünüyor; “Türkiye’nin batısı Gezi’de bize ‘sizin neler yaşadığınızı bilmiyorduk, şimdi anladık’ demişti, bugün batı yine sessiz. Demek ki ‘bilmiyorduk’ derken samimi değillerdi…”
İşte burada da tepkisizliğin korku dışındaki nedenlerine geliyoruz. Korkuyla beraber aynı zamanda bir suç ortaklığı var. Çünkü devlet adını verdiğimiz, benim de sorumluluk sahibi olduğum bir organizasyon var burada. Örgüt üzerinde söz hakkım yok ama devlete hesap sorabilirim çünkü maalesef ki yaptıklarında benim de payım var. Onun için de utanç duymam gerekiyor, çünkü o payım nedeniyle devlet bir takım güçleri elinde bulundurduğunu zannedip saldırıyor, bu her zaman böyle olmuştur. Bunun sorumluluğunu da hissetmemiz lazım. Ben bu utancı yaşamak istemiyorum, bu utancı yaşamış olan babaannemin anlattıklarıyla büyümüş bir çocuk olarak ben de torunuma aynı utancı aktarmak istemiyorum.
Bugün, ‘Batı neden devletin savaş konseptine tepki göstermiyor’ sorusu irdelenirken, medya araçlarının önemli bir kısmının iktidar kontrolünde olduğu anımsatılarak, az önce değindiniz bilmeme halinin başka bir versiyonuna, kavrayamama olasılığına değiniliyor. Sizce de batıdakiler olan biteni kavrayamıyor mu?
Kavrıyorlar, kavrayamamaları mümkün değil. Çünkü bir çocuğun başından vurulduğunu iktidar kanallarından birinden de duysanız -ne kadar “kendileri vurdu” dense de- sonuçta o bir çocuk. Dolayısıyla kavrama ile ilgili değil, yüzleşme kaygısı ile ilgili bir sorun var. Çünkü yüzleşmek hakikaten çok ağır. Kendinizden nefret edeceksiniz o yüzü gördüğünüzde. Onun için değerleri olabildiğince yeniden hayatımıza sokacak bir takım iletişim modelleri geliştirmemiz gerekiyor. Bireyci değil, toplumcu bir bakış açısına ihtiyaç var. Bir toplum mühendisliği yaptılar ve insani değerlere hiçbir şekilde saygı göstermeyen, bunları yok sayan, yalnızca kendi çıkarını ve bencilce kendisini düşünen insan modelleri yarattılar. Kapitalizm yarattı bunu. Çünkü kapitalizm tam da buna ihtiyaç duyuyor ki bir dayanışma gelişmesin. Rahatça sömürü ve baskıyı sürdürebilsinler. Oysa ben devletten hesap sorabilmeliyim, çünkü bu devlete vergi ödüyorum. “Niye yeniden savaş kararı aldın?”, “Niye bu kadar Heron aldın, bu kirpiler, o korkunç askeri araçlar niye alınıyor?” diye sorabilirim, “Silahını sustur” diyebilirim vergi verdiğim bu devlete.
‘Bunları PKK’ye niye sormuyorsunuz’ deniyor…
Ama ben PKK’ye vergi vermiyorum ki, PKK benim sorumlu olduğum bir yapı değil. Ben buradakinden sorumluyum, diğerine karşı öyle bir hakkım yok. Sivil itaatsizlik yapabilirdik bu anlamda. Doğrudan ödediğimiz vergileri vermemek gibi mesela.
Kimi sol liberal çevrelerde tepkisizlik şöyle de gerekçelendirilebiliyor; ama PKK de AKP’nin savaş kararına yanıt vermeseydi, ama hendekler de kazılmasaydı, ama öz yönetim şimdi ilan edilmemeliydi…
İyi de ne yapsınlar? Hendek olmasa devlet bütün hepsini tutukluyor. Sen devlet olarak şiddeti yoğunlaştırdığında bunun karşılığını şiddetle alırsın kaçınılmaz olarak. Gezi Parkı’nda kalan gençleri düşünün. Onlar da barikatlar kurdular, polis aracını çevirdiler, barikat olarak kullandılar, belediye aracını çevirdiler barikat olarak kullandılar. Çünkü can güvenlikleri yoktu. Çünkü gaz fişekleri veya plastik mermilerle hedef alarak atış yapılıyordu. Kaç tane başvurumuz var gözünü kaybetmiş, kafatası kırığı oluşmuş, sakat kalmış... Ne yapsalardı, nasıl koruyacaklardı kendilerini? Bir de, o hendeklerin arkasındaki çocuklar kim? Maalesef dedelerine, analarına babalarına bok yedirilmiş, tecavüz edilmiş, asit kuyularına atılmış çocuklar. Babaları gidip bir daha dönmemiş çocuklar. Çok öfkeliler. Dolayısıyla, buna neden olan devletin onların yaşam hakkını hiçe sayması. Dolayısıyla şiddeti yoğunlaştırarak şiddeti yok etmek mümkün değil.
Çatışmasızlığın sona ermesiyle başlayan devlet şiddetinin boyutları 90’larla kıyaslanmakta, biliyorsunuz. 90’lardaki hak ihlallerini yakından izlemiş bir bilim insanı olarak, bugün yaşananlara baktığınızda nasıl bir gözlem yapıyorsunuz?
Bir kere Kürt illerindeki durum 90’lardan çok farklı, bunu görmek lazım. 90’larda gözdağı vermek için ağırlıkla kanaat önderleri öldürülürken, bugün topyekün bir imhadan söz ediyoruz. Topyekun halka saldırı var, topyekun de halk direniyor. Kürt özgürlük mücadelesi aslında oradaki insanları bizim tersimize daha politik özneler haline getirdi, hayatlarıyla ilgili karar verebilir duruma geldiler. Hayatlarıyla ilgili önemli adımlar attılar. Mesela öz yönetim, demokratik özerklik uzun süre tartışılmış bir kavram. Ve çok ileri bir kavram aslında, buralarda da tartışılması gereken bir şey. Çünkü bu demokrasi anlamında ileri bir adımdır. Kürtler bunu isteyebilir ve gerçekleştirebilir durumdalar. Dolayısıyla 90’larda politik anlamdaki özne olma halini geliştirebilmiş değildi Kürt halkı. Ama bugün politik bir öznedir Kürt halkının her bireyi. Aradaki en temel fark bu.
Söyleşinin tamamını okumak için tıklayın