Hazal Özvarış
hazalozvaris@gmail.com
Prof. Gençay Gürsoy, Türkiye'nin önde gelen nörologlarından biri. Saygın, toplumcu, sol geleneğe mensup bir hekim. İstanbul Üniversitesi'nde Nöroloji Ana Bilim Dalı Başkanlığı, İstanbul Tabip Odası ile Türk Tabipleri Birliği'nde ikişer dönem başkanlık, siyasette Sosyalist Birlik Partisi (SBP) ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) kuruculuğu yaptı.
Açlık grevleri, örgütlenme, Kürt sorunu gibi toplumsal-siyasal meselelerde elini daima taşın altına koyan Gürsoy, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı döneminde Türkiye'nin en temel sorunlarından biri olan sağlıkla ilgili olarak önemli bir taraf rolünü de üstlendi.
Türk Tabipleri Birliği (TTB), yönetime seçilen ekiplerin genellikle sol eğilime sahip olmalarının da etkisiyle AKP'nin sağlık politikalarına muhalif olageldi. Diğer yandan AKP'nin 11 yıl süren kesintisiz iktidarında, sağlıkta atılan adımların toplumda bulduğu karşılığın da önemli bir payı olduğu biliniyor. Aylardır süren son tartışma, "tam gün yasası" üzerine.
Peki kim haklı? TTB mi, yoksa AKP ve ona oy veren milyonlarca seçmen mi yanılıyor? Tıbbın metalaşmasına karşı çıkan TTB, tam gün düzenlemesine itiraz ederken toplumun beklentilerine karşı piyasa hekimlerine mi yakın düşüyor?
Tam gün tartışmalarından ilaç şirketlerinin hekimlerle ilişkilerine ve etik kurulların çalışıp çalışmadığına kadar uzanan alanda sorular çok, seçenekler tartışmalı olunca, cevaplar için Prof. Gürsoy gibi dürüstlüğüyle de bilinen bir hekimin kapısını çalmak en doğru yol olacaktı. Biz de öyle yaptık.
İşte Prof. Gençay Gürsoy’un T24’ün sorularına verdiği yanıtlar:
‘Tıbbi cihaz ve ilaç, silah endüstrisinden sonra en çok kar getiren yatırım’
- Tıbbın piyasalaştırılması dendiğinde koyduğunuz alt başlıklar neler?
Tıbbın tüm dünyada geçirdiği teknolojik, bilimsel, sağlık kültürü ile ilgili değişiklikleri gözden geçirmeden Türkiye'nin bugününü anlamak mümkün değil. Teknik tarafında, tıp son 30 sene içinde teknolojik bir sıçrama yaptı. Bilgisayarların, iletişim sistemlerinin gelişmesiyle MR, bilgisayarlı tomogrofi (BT) gibi görüntüsel cihazların çıkışı, hem uygulama pratiğini çok geliştirdi, hem tedavi olanaklarını artırdı. Aynı zamanda tıbbın daha fazla meta haline gelmesine de zemin hazırladı. Silah endüstrisinden sonra tıbbi cihazlar, ilaç endüstrisiyle birlikte en çok kar getiren yatırım alanları oldu. Bilimsel alanı da gittikçe kamunun, üniversitelerin alanlarından çıkıp özel teknoloji ve ilaç firmalarının ilgi alanlarına girdi. Bugün tıp ve eczacılık alanlarında araştırmaların yüzde 90'ı çok uluslu şirketler tarafından finanse ediliyor.
- Hangi hastalıklar üzerine araştırmalar tercih edilirken, hangileri göz ardı ediliyor? Kanser örneğin yaygınlık itibariyle üzerinde daha çok çalışılan bir alan mı?
Evet, orada sermayenin tercih kriterleri başlıyor. Çok kolay önlenebilecek hastalık sistemleri çok fazla tercih edilmiyor. Somutlaştırmak gerekirse; mesela koruyucu hekimlik teknoloji veya ilaç tüketimine ihtiyaç duyan bir yöntem değil. Beden egzersizlerine önem vermek, yediğinize içtiğinize dikkat etmek lazım, sigara içmemek lazım vs.
‘Bir ilacın piyasaya çıkmasının bedeli ortalama 2 milyar dolar’
- Saydıklarınız da kendilerine ait reklamları olan, ayrı bir kola dönüşmedi mi?
Bunlar kendi piyasa alanlarını kazandı, ama bahsettiğim teknoloji yatırımı gerektirmeyenlerin sıralamada kanserin radyoterapisi gibi geri dönüşü olan, son derece pahalı bir sistemin ardında kalması. Bir ilacın piyasaya çıkmasının bedeli aşağı yukarı 2 milyar doları buluyor. Böyle olunca bilimsel alan da daha çok kar sağlayan alanlara kayıyor ve koruyucu hekimlik, epidemiyoloji konularında üretim ve tüketim güdük kalmaya başlıyor. Trend bu.
- 2 milyar doları riske eden bir firmanın dağıtımda elinin bulunmaması da düşünülemez. Dolayısıyla sorsak; reçete yazımında, doktor ile ilaç firmasının ilişkisi Türkiye'de ne boyutta? Örneğin firmaların düzenlediği "ilaç sempozyumları" hangi ilaçların tüketileceğini ne kadar belirliyor?
Bunlar dünyanın her tarafında görmezlikten gelinen kötüye kullanım alanları. Ama bunu doktorların bütünüyle firmaların aleti haline gelmesi olarak görmek de doğru değil. Araştırmaların birçoğunu firmalar finanse ediyor ve hekimlerin bu ilaçları tartışmasına vesile olan kongreleri de firmalar düzenliyor. Bu bakımdan alana penetre olmaları çok yüksek.
Bir taraftan bunlar gelişirken, popüler tıp kültüründe büyük bir değişim oldu. Yüz plantasyonu, estetik ameliyatlar, organ nakli gibi tıp başarıları abartılarla medya aracılığıyla kamuoyuna yansıtılınca, buna ulaşabilecek maddi olanaklara sahip olanlarda "Her türlü sağlık sorunumu çözebilirim" düşüncesi hakim olmaya başladı. Ve sağlık alanı giderek tıpsız, hekimsiz yapılamaz bir hale dönüştü. Sağlıklı olmak için yemenize içmenize dair sayısız yayını izlemeniz, zayıflamak için yüzlerce metodu bilmeniz lazım vs. Hayat, tıpsız yürütülemez hale geldi. Bu algıya karşı, 1970'lerden itibaren bilimsel itirazlar yükselmeye başladı. Ünlü sosyolog Ivan Illich, aşırı kurumlaşmış tıbbın aynı zamanda metalaşarak hayatımıza egemen olduğu eleştirisi getirirken, Michel Foucault da cezaevleri, okullar gibi hastanelerin de iktidar kurumları haline geldiğini söyledi. Tıpta, bahsettiğimiz bu gelişmeler hekim ve hasta arasındaki insani teması da kemirmeye başladı.
‘Yakınlarıma ‘tıptan korunmaları’nı tavsiye ediyorum’
- Siz bugün hasta olduğunuz zaman gideceğiniz hastaneyi ve doktoru hangi kriterlere göre seçiyorsunuz?
Bu gelişmeleri çok yakından izleyen biri olarak ancak çok ihtiyacım olduğu zaman hastaneye gidiyorum. Yakınlarıma da kendilerini "tıptan korunmaları" için tavsiyelerde bulunuyorum. O yüzden beni kriter olarak almayın. Britanya'dan bir fizyoloji profesörü şöyle bir öngörüde bulunuyor; "İleride iki hekim tipi var olacak. Biri, bilimsel agresyon içinde tıbbın her şeyi çözebileceği konusunda belli araştırma alanlarında uzmanlaşacak, biri de tıp rahibi diyebileceğimiz, hastaları agresif tıptan korumaya çalışacak.” Bu metaforik bir öngörü olsa da doğru tarafı var.
1980'den itibaren gerek uluslararası sermayenin sağlık alanına girme konusundaki talepleri, gerek Türkiye'deki uluslararası sermaye ile ilişkiler bakımından tıbbın adım adım sermayeye açılması ile birlikte tıp, gittikçe kabaran bir piyasa metası haline geldi. O zamana kadar üniversite hastaneleri ön plandayken, pıtrak gibi özel sağlık kurumları açılmaya başlandı. Tüm dünyanın yabancısı olmadığı bu gelişme, Türkiye'de çok hızlı oldu. Kendisi ilaç ve teknoloji üretmeyen eski sosyalist ülkeleri, Asya ve Latin Amerika ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkeler piyasa bakımından çekici bulundu. Bu ülkelerdeki kamusal ağırlıklı sağlık sistemlerinin adım adım piyasalaştırılması için her türlü teşvik ve siyasal etki mekanizmaları kullanıldı. Özel inceleme laborataurları, özel hastaneler pıtrak gibi arttı. Bunların birçoğuna baktığınızda yabancı kredi ve ortaklıklarını uluslararası sermaye görüyorsunuz. Netice olarak sağlığın ilaç ve teknoloji tüketimi hızla artmaya başladı.
‘Hasta ile hekim ve kurum arasındaki güven sarsılmaya başladı’
- Türkiye'de en büyük beş özel hastane sizce hangisi? Örneğin, Memorial Hastanesi'nin yanına iki nokta üst üste koyduğunuzda ne dersiniz?
Tek tek özel hastanelerin bugünkü durumlarını çok iyi bilmiyorum. TTB Başkanlığı'nı devrettiğimden beri pratik hekimlik yapmıyorum. Ama genel olarak, hasta ile hekim ve sağlık kurumu ile hasta arasındaki güven ilişkisinin sarsılmaya başladığını söyleyebilirim. Bu sadece özel hastaneler için değil, kamu hastaneleri için de geçerli. Son iktidar döneminde uygulamaya başlanan performans sistemi denilen garabet nedeniyle hekim olarak yaptığınız ameliyatlar, tahliller üzerinden belli bir para kazanıyorsunuz.
‘Kamuda hastaya ayrılan vakit 3-5 dakikayı geçmiyor’
- Performansa dayalı döner sermaye yönetmeliği 2004'te uygulamaya girdi. Öncesi ve sonrasını tahlil edebilen biri olarak söyleyebilir misiniz; hekimlere göre hasta ne demek? Kamu hastanesinde çalışan bir doktor, özelde hizmet veren bir doktor ve hususi muayenehanesinde çalışan bir doktorun hastaya bakışı nasıl ayrışıyor? Yoksa “Ayrışmaz” mı dersiniz?
Beklenen; tabii hekimin hastasını her koşulda aynı biçimde görmesi, ama gerçek hayat böyle değil. Kamu hastanelerinde, özellikle çok sirkülasyonu olanlarda, performans uygulamasından sonra hekimin hastaya ayırabildiği vakit 3-5 dakikayı geçmiyor.
‘Hasta başına 10 dakikadan az zaman ayrılıyorsa hekimlik yapılmıyordur’
- Performans sisteminden önce hastaya ayrılan süre ne kadardı?
O dönem de çok matah bir dönem değildi. O dönemde hastanın hekime ulaşmasında daha büyük güçlükler vardı. Ama hekim bakamayacağı sayıda hastayı kabul etmek zorunda değildi. Bu yüzden daha fazla vakit ayırabilirdi. Bir hekim, bütün mesaisini sadece hasta muayenesine verse ve hasta başına 10 dakikadan az zaman ayırıyorsa o hekimlik yapmıyor demektir. Elbette hemen teşhis edebildiğiniz hastalarınız olabilir, ama orada bile hastayı dinlemek, dokunmak, sorularını yanıtlamak gerekir.
‘Kamuda, bazı başhekimler doktorları daha çok MR için zorluyor’
Ama şimdi dediğim gibi ayrılan süre 3-5 dakikadan ibaret, bazen hastaya sadece şikayeti sorulup ilacı yazılıyor. Bunu yapmamaya çalışan hekim adedinin çok fazla olduğunu biliyorum, ama koşullar çaresiz buna sürüklüyor. Hem kişisel performans üzerinden kazanç faktörü hasta-hekim ilişkisini zedeliyor, hem de kurumlar bunu doktorlara zorluyor. Hastane başhekimlerinin hekimleri "Daha çok hasta bakın, daha çok inceleme isteyin, hastaneye yeteri kadar para girmiyor" veya "Mümkün olduğu kadar çok MR isteyin, BT isteyin" diye ikaz ettiği durumlar var.
Kamuda böyle bir zorlama var. Ancak, hekim kitlesinin kazanç için bütün bunları suiistimal ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü her şeye rağmen hekimler buna direniyorlar. Performans uygulamasının mesleklerini kirletmeye başladığını fark ediyorlar. Diğer yandan, uzun ve külfetli bir eğitim gören bu insanlar da insani koşullarda yaşayacak bir kazancı hak ediyor. Bunu kamu ya da özel fark etmeden tüm kurumların sağlaması gerekiyor.
‘Sistem tıbbi etiğin çiğnenmesine zemin hazırlıyor’
- Özel hastanelerde görev yapan doktorlar nerede ayrışıyor?
Özel hastanelerin küçük bir kısmı SGK ile anlaşma yapmadan kendi gelirlerini sağlamaya çalışıyorlar. Siz oraya gidip, muayene oluyorsunuz ve size ne kadarlık bir meblağ çıkarıyorlarsa bunu ödemekle mükellef oluyorsunuz. Ancak özel hastanelerin büyük kısmı, SGK ile ilişkili. Dolayısıyla her incelemeye SGK'nın verdiği bir fiyat var, hastaneye onun üzerinden ödeme yapıyor. MR'a biçilen fiyat düşük örneğin, dolayısıyla hastane "sürümden" kazanmak için belki de hastaların çok da ihtiyacı olmadığı incelemeler yaparak ya da hastadan kural dışı ödemeler kabul ederek bu açığı kapamaya çalışıyor. Dolayısıyla kamu veya özele başvuran insanda "Acaba bu incelemelere, hatta bu ameliyata gerçekten ihtiyaç var mıydı" sorusu doğruyor. Yani hekime ve sağlık kurumlarına karşı güven sarsılıyor. Sistemin böyle kurulması tıbbi etiğin çiğnenmesine zemin hazırlıyor.
Bu yüzden sistemi kamusal alana kaydırmak lazım. Sağlık hizmeti, piyasa kurallarına uyan bir hizmet alanı değil. Piyasanın temel kuralı, malı ya da hizmeti sunanla satın alan arasındaki pazarlığa dayanmasıdır. Alıcı ile satıcı arasında iyi kötü bir bilgi eşitliği olması lazım ki az çok dürüst bir pazarlık yürütülebilsin. Halbuki sağlık alanında, siz hasta olarak başvurduğunuzda hekime ya da sağlık kurumuna teslim olmak zorundasınız. Dolayısıyla, size "MR lazım" dendiği zaman, "Doktor Bey, MR yerine röntgenle idare edemez miyiz" diyemezsiniz. Bu eşitsiz ilişki piyasa sistemini işlemez veya suiistimal edilebilir hale getirir.
Ben, "İlla ki tüm özel hastaneler kamusallaştırılsın" demiyorum, onlara da alan bırakılabilir ama kamusal alanın ağırlığını arttırmak, hekime ihtiyacını eksiksiz karşılayabilecek , insanca yaşayabileceği koşulları sağlamak gerek. Mutlu olmayan, geçim sıkıntısı içindeki hekimden iyi bir sağlık hizmeti bekleyemezsiniz. Kuşkusuz bu her meslek için böyledir ama hekimlere emanet ettiğimiz şey en değerli varlığımız olan sağlığımızdır. İyi yetişmemiş ve mutsuz hekim, hekimsizlikten daha kötü bir şeydir.
‘Muayenehaneler de ticari kirlenmeden muaf değil’
- Muayenehane doktoru hastasına nasıl bakıyor?
Muayenehane, size ait bir mekandır, zaman bakımından zorlayıcı koşullar yoktur, daha insani ilişki kurulabilir. Ama sonuç olarak hekimle hasta arasına para ilişkisinin girmiş olması bakımından muayenehaneler de ticari kirlenmeden muaf kurumlar değildir. Burada da hastaya o ilişkinin çıkar amaçlı olmadığına dair güvencenin verilebilmesi lazım. Öte taraftan, muayenehane artık tek başına sağlık hizmetinin sunulabileceği bir kurum olmaktan çıktı. Bir danışma kurumu ve ilk muayene yeri gibi işlev görebilir ancak. Benim şahsen, tercihim bu değil. Ben hekimlerin, maddi bakımdan doyurulduğu ve eksiklik hissetmedikleri hastaneler içerisinde çalışmalarından yanayım. Ama kategorik olarak “Muayenehaneler kapatılsın” diyemem. Bu Türkiye'de bir realite.
- Aynı hekimin kamu hastanesinde üç dakikalık bir zaman diliminde gösterdiği tavırla, kendi muayenehanesinde gösterdiği tavır arasındaki uyuşmazlık hasta için sizce de rahatsız edici mi?
Ne yazık ki böyle kontrast deneyimler yaşıyor insanlar. Bunları çok duyuyoruz. Hastaneye gitmek için önce muayenehaneden geçme gerekliliği konusunda geçmiş dönemde de şikayetler vardı, bugün de var.
- TTB'ye bu hekimlerden hangileri üye olmak zorunda?
Zorunluluk olarak sadece özel hekimler ama realitede hemen hemen bütün kamuda çalışanlar üyedirler. Kamu da bir anlamda özelleştirildiği için, hekimlerin kendi mesleki çıkarlarını, iyi hekimlik yapma mücadelesini yürütmek için TTB veya sendikal örgütlere ihtiyaçları var. Hekimlik de artık emeğini satarak yaşayanlara ait bir iş kolu haline geldi.
‘TTB’nin insanca bir maaş verildiği takdirde özelde çalışma ısrarı yok’
- TTB, hukuki olarak özelde çalışan doktorların hakkını savunurken, 2006’da TTB Yönetim Kurulu Üyesi olan Haluk Başçıl da uzman hekimlerin 14.5 TL’ye muayene yapamayacağını savunurken "Biz serbest piyasadaki hekim emeğini savunuyoruz" dedi. TTB'nin tam gün yasasına karşı çıkmasına vatandaşların kulak vermesi için nasıl bir sebep var?
Bu alıntıda kast edilen herhalde , özel hekimlik alanında sermaye ve emek ilişkisinin varlığı ve TTB olarak savunulanın hekimin emeği olduğudur.
- TTB, tam gün yasasına neden karşı çıkıyor?
Bugünkü mevzuatı çok iyi bilmiyorum ama tam gün yasasının, TTB'nin ta kuruluş yıllarından beri savunduğu yasa ile alakası yok. Siz kamusal alanı özelleştirmişseniz eğer, tam gün yasası kamusallaştırma olarak görülemez. Bugün önerilen gerçek bir tam gün değil. Yoksa TTB’nin insanca bir maaş verildiği takdirde özel alanda çalışalım diye bir ısrarı yoktur.
- Dediklerinizden "TTB’nin maaşların iyileşmesi ve performans sisteminin kalkması durumunda tam gün yasasına karşı çıkması söz konusu değil" çıkıyorsa TTB derdini yanlış mı anlatıyor?
İnsanca yaşanacak koşullar sağlandığı takdirde, bir hastaya üç-beş dakikadan ibaret zaman ayırma cenderesiyle karşı karşıya kalmamak koşuluyla tabii ki kamusal alanda çalışmayı tercih eder TTB ilkesel olarak.
- Asena Günal, Prof. Ayşe Buğra’nın danışmanlığında yazdığı sağlık politikalarına dair kapsamlı doktora tezinde 1978'de Ecevit döneminde çifte istihdama karşı enerjiyi kamuya çekebilmek amacıyla tam gün yasasının önerildiğini ancak doktorların kamu hastanelerinden istifa ederek tepki gösterdiğini hatırlatıyor. Performansa dayalı bir sistem yokken doktorlar neden yasayı reddetmişti, hatırlatır mısınız?
Bir dönem oldukça iyi ödemeler yapılıyordu. Zannederim, yüksek rütbeli asker maaşları, yüksek bürokrat maaşları hekim maaşlarıyla kıyaslanmaya başlandı. "Bir albay şu kadar kazanırken, bir uzman yüzbaşı hekim bu kadar kazanıyor, bu olacak iş değil. General maaşından daha fazla maaş alıyorlar" söylemleri başlayınca, kamudaki yüksek bürokrasiden itirazlar başladı ve hekim maaşları gittikçe kırpılmaya başlandı. Ve maaşlar düştüğü için sistem yara almaya başladı.
- Hekimler nezdinde kilit nokta maaş mı?
Büyük çapta böyle; iyi hekimlik yapabilecekleri kurumsal yeterlilik ve insanca yaşayabilecekleri bir gelir düzeyi. Keşke bütün imkanlar sonuna kadar sağlanabilse de hekimler kar amacı gütmeyen kurumlarda tüm zamanlarını ve enerjilerini harcayabilseler.
Hekimlerin minimum maaşı ne olmalı?
- Doktorların alacağı minimum net maaş olarak siz ne öneriyorsunuz?
Ben asistanlığımdan beri standart yaşayan bir insanım. O yüzden benim ölçülerim geneli yansıtmayabilir. Ama iki çocuğu olan bir doktorun hayat şartları gereği çocuklarını özel okulda okutmak istediğini varsayalım; ayrıca ev sahibi olması, günlük hayatlarında kullandığı teknolojilere ayrılacak miktarlar, birkaç dergiye abone olmayı sağlayacak bir maaş gerekiyor. Dünya kongrelerine katılmak, bir hekimin neredeyse 5-6 aylık maaşına tekabül ediyor. Bunları kamunun veya özelin karşılaması lazım.
- Söyleşiyi okuyanlar, kaçınılmaz olarak "Bu imkanlar, bu bütçe kimde var" diye soracaklardır.
Çok doğru. Ben TTB Başkanı’yken çeşitli uzmanlık alanlarını temsil eden örgütlerin hekim başkanları ile bir toplantı yapmıştık. "Devletten nasıl bir ücret talep edilsin" diye ortak karar almaya çalıştık. Kimse bir rakam telaffuz etmek istemiyordu. Sonunda ben "Bir şeyler söyleyin; 6 bin, 7 bin veya 10 bin sizlere yetiriyor mu" dedim. Benim 1982'de sıkıyönetim komutanlığınca üniversiteden uzaklaştırılıp kamuda çalışmam yasaklanınca mecburen açtığım muayenehane dışında hiç muayenehanem olmadığı için özel hekimlik alanındaki duruma çok hakim değilim, ben 10-15 bin lira maaş telaffuz edince biri "Hocam, açlıktan ölelim mi istiyorsunuz" dedi. Bu bir antr-parantez ama, hekimlikte uzun eğitim süresi, süreçteki külfet ve sonrasındaki ağır çalışma koşulları bazen saatler, hatta aralıklı olarak günler süren ameliyatlar var. Ve bir hekimin uzun yıllar bu tempo ile çalışması mümkün olmadığı için aktif çalışma yılları da sınırlıdır.
‘Aynı zamanda hem muayenehane, hem kamuda kadroya karşıyım’
- 15 milyar gibi toplumda karşılığı sınırlı bir maaşa dahi "Aç mı kalalım" yanıtı verilirken...
Bu ekstrem bir örnekti. Bu teklif, tüm hekimler için geçerli değil kuşkusuz. Ama bazı dallarda bu da bir realite; hekimin aylık geliri 50 bin-100 bin civarına ulaşabilir. Bunu çok önemsememek lazım, çünkü ortalama hiç bir zaman bu kadar yüksek değildir.
- Bugün, çifte istihdamı savunan ve "Hem muayenehanem olsun, hem üniversitede kadrom" diyen hekimler...
Ben buna karşıyım, doğru bulmuyorum. Bir kurumda çalışan hekimin aynı zamanda muayenehanesi olup, ikisini birlikte yürütmesinin problemli tarafları var.
- Nedir problemler?
Dediğim gibi muayenehane bir realite, ama ben tercih etmiyorum. Hastayla ilişkinizi kendi iradenizle, gerek zaman ayırma, gerek kurumun baskısından kurtularak yürütme hakkına sahipsiniz muayenehanede. Bu avantaj kurum içinde sağlanmadığı takdirde muayenehaneyi tercih etme hakkına sahiptir hekimler. Ama orada da belli bir ölçü olması lazım. Dediğim gibi hekimle hasta arasına parasal faktörün girmesi beni hep rahatsız etmiştir. Muayenehanede sadece size o ücreti ödeyebilecek bir kesime hizmet etmek de hekim olarak insanı biraz örseleyen bir şey.
‘Altyapısız ve iyi yetişmemiş öğretim üyeleri ile fakülte açmak cinayet’
- Peki, muayenehaneyi tercih eden hekimler neden kamu hastanelerindeki kadrolarını bırakmamakta ısrarlılar? Bu isteğin "ayrıcalık talebi" olarak yorumlanması sizce ne kadar haksız?
Genelleme yapmak istemem ama hekimlik hastanesiz olmaz. Sadece muayenehane ile hekimlik yapılmaz. O yüzden üniversite hastaneleri, maddi sıkıntıları çok fazla olmasına rağmen, ürettiği sağlık hizmeti ve eğitim düzeyi bakımından hala güvenilir kurumlardır. Ayrıca hekimlik sadece hasta tedavi etmek değildir, bilginizi paylaşmalı, deneyimlerinizi aktarmalı ve meslektaşlarınızla tartışabilmelisiniz. Bu olanaklar her şeye karşın yine üniversitelerde ve eğitim hastanelerinde az çok mevcut. Kuşkusuz bunu da genelleyemem. Sonuçta pıtrak gibi tıp fakültesi açılıyor. Altyapı ve iyi yetişmiş bir öğretim üyesi kadrosu hazırlanmadan fakülte açmak cinayettir.
- Karşılıklı ihtiyaçlar için hastane ve muayenehanesini tercih eden doktor arasında anlaşma yapılamaz mı? İlla kadroyu doldurmaya devam etmek zorunda mı hekim?
Ona bir formül bulunabilir. Şimdi zannediyorum, mesai saatinden sonra hekimler isterse muayenehaneye gidecek, isterse kamu kurumunda özel hastalarına bakabilecek. Benzer bir formül bulmaya çalışıyorlar. Ayrıntılarını bilmesem de, muayenehane sorunu yaşayan hekimlerin birçoğu kendi alanlarında iyi yetişmiş hekimler. Bunların üniversitelerden uzaklaşması belli bir kayba da yol açıyor. Bu yüzden geçiş dönemini kurumları çok fazla zedelemeden çözebilecek formüller bulmak lazım.
‘Uzman kaybını ‘kıyamet kopuyor’ mertebesine çıkarmamak lazım’
- Sedat Ergin, “Tıp eğitiminde darboğaz” başlıklı dizisinin üçüncü yazısında “Ankara Tabip Odası’nın üç büyük üniversitenin tıp fakültesi hastanelerinde yaptığı bir araştırmaya göre özel uzmanlık gerektiren bazı ameliyatların a) ya hiç yapılamadığını, b) ya bu ameliyatların sayısında ciddi bir azalma olduğunu, c) ya da ameliyatların ancak 650 sayılı kararnamede getirilen sınırlamalar by-pas edilerek yapılabildiğini, bu nedenle de ciddi riskler alındığını” yazdı. Araştırmada belirtilen iki bölümün Ergin’e gönderdiği düzeltmeye göre, “Tam gün yasası ardından ameliyatlar aynı sıklık ve başarıyla yapılıyor.” Hekimlerin kendi haklarını savunması gereken TTB’yi yalanlaması ilginç değil mi?
Bazı alanlarda uzmanların kaybı sorunlar yarattı. Ama bunu kıyamet kopuyor mertebesine çıkarmamak lazım.
- Sizce TTB nüans mı kaçırıyor?
Bilemiyorum.
‘TTB, tam güne karşı çıkarken çubuğu özel hekimliğe fazla mı büktü, emin değilim’
- Eski TTB Başkanı olmasaydınız yanıtınız değişir miydi?
İsterdim ki koşullar öyle olsun ki TTB tam gün yasasını sonuna kadar savunsun. Fakat savunamadı. Çünkü TTB’nin ilkesel olarak savunduğu tam gün yasası değildi gündeme getirilen. Buna rağmen TTB’de de çubuk biraz tersine mi büküldü konusunda benim de kafamda soru işaretleri var. TTB, tam gün yasasına karşı çıkarken acaba fazla mı özel hekimliği tarafına çubuğu büktü, ondan çok emin değilim. Böyle tereddütler taşıdığımı söyleyebilirim.
‘Son 10 yılda TTB kendini çok iyi ifade edemedi’
- Sizce TTB'nin karşı çıktığı politikalarda halkın hekimin yanında olmaması TTB’de soru işareti yaratıyor mu?
Zannediyorum, medyaya ulaşma bakımından TTB, siyasi iktidarın olanaklarına sahip değil. Son 10 sene içinde uzun bir mücadele oldu ve TTB kendini çok iyi ifade edemedi.
- AKP döneminde halk nezdinde olumlu yorumlanan SSK, Bağkur gibi farklı sigortaların SGK çatısı altında birleştirilmesi, SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı'na devri, kurum eczanelerinin kapatılması TTB'nin farklı sebeplerle karşı çıktığı politikalar oldu. Doktorların mesleki çıkarıyla halkın çıkarları uyuşmadı mı?
Böyle sorunlar yaşanıyor ne yazık ki, en azından algı düzeyinde. Bu 10 senede hastanın hekime ulaşması kolaylaştı, bu doğru. Geçmişte hastalar kuyruklara girerlerdi, ilaç yazdırma konusu sıkıntılıydı. Şimdi daha kolay, "müşteri memnuniyeti" denen şey bu dönemde sağlandı. Bunda hiç kuşku yok.
Bu bir yönüyle iyi, ama bir hastanın hekime kolay ulaşması iyi bir sağlık hizmeti aldığı anlamına gelmez. Hekime kolay ulaşmak, çok kolay ilaç temin etmek her zaman iyi bir şey değildir. Doğru olan koruyucu hekimliği ön planda tutan, kamusal alana ağırlık veren, doğru ve iyi hekimliği sağlayabilecek koşulların sağlanmasıdır. Bu tartılabilecek bir şey değil. Ama bugün uygulanan sağlık sistemi en iyisidir, denemez.
‘Sağlık Bakanlığı TTB’yi rakip firma olarak algıladı’
- Amacımız "En iyi sağlık sistemi bu sistem" demek değil, ancak israf çekincenize karşı AKP, Dünya Bankası’nın yönlendirmesiyle maliyet artışıyla mücadelede prim sistemini uyguluyor. Türkiye'de sosyal politika alanında çalışan bazı isimler, bu sisteme "primini kendi ödeyenler ve primi devlet tarafından ödenenler" arasında bir hiyerarşi kuracağı için itiraz etse de AKP, bu sistemi, Dünya Bankası'nın argümanlarıyla aynı çizgide, "para verildiğinde israf olmaz, insanlar hizmete daha bilinçli yaklaşırlar" düşüncesiyle savunuyor. Biraz önce saydığımız gelişmelerde topyekun bir reddediş algısı yaratan TTB, buna benzer ara yollar üzerine sizce ne kadar düşünüyor?
Son dönemde çok keskin bir kutuplaşma oldu, Sağlık Bakanlığı, Recep Akdağ ile en başından itibaren TTB'yi "rakip firma" olarak algıladı ve söylenen her şeyi kendilerine yönelik siyasi yıpratma olarak değerlendirdi. İşbirliği zemini hiçbir zaman kurulamadı. Bir de sağlık politikalarında birbirinin zıddı, iki ideolojik yaklaşım söz konusu. İdeoloji derken, kastım sosyalizm, kapitalizm çekişmesinden değil, sağlığa yaklaşım. AKP iktidarı ile birlikte Dünya Bankası ve uluslararası piyasanın önerdiği neo-liberal sağlık sistemi koşulsuz uygulanmaya başlandı. Halbuki TTB, başından beri kamusal ağırlıklı, hekimlik hizmetini kamu alanında yürütebilecekleri bir sistemi tercih etti. Böyle bir gerilim, işbirliğini de tabii imkansız hale getirdi.
- Koruyucu hekimlik veya bir adım ötesinde genel vergiler bazında çalışan ulusal sağlık sistemi doğru hekime, eşit erişim sağlamakta çok daha faydalı yöntemler olabilir. Ancak biraz önce maaşın hayatiliğinden bahsettiniz. Sağlık sistemindeki değişiklerde hekimlerden gelecek onayda birincilik hangisine veriyor; maaşa mı yoksa koruyucu hekimlik gibi halk yararına sistemlere mi?
Bu kolay çözülecek bir mesele değil, ama sağlık çalışanlarının da kendi yaşama koşullarının mücadelesini yapmalarını yadırgamamak lazım. Dediğim gibi, bu sadece Türkiye'de ait bir sorun değil. Öyle ülkeler var ki, bu sorunu iyi kötü çözebiliyorlar. Örneğin Fransa ve ekstrem bir örnek Küba, yaygın hizmet bakımından en az harcamayla en çok koruyucu hekimliği yürüten bir sistem, onun da bürokratik sorunları var. Böyle bir orta yol bulmak lazım. Sağlık sisteminin neo-liberal sistemin tutsağı halinden kurtarmak lazım.
- Neo-liberalizm pek çok alanda derinleşirken sağlığın bundan muaf kalmasını beklemek gerçekçi mi?
Bir dereceye kadar gerçekçi. Mesela Fransa'da, sağlık daha kamusal ağırlıklı bir sistem ve hem sağlık sisteminde ulaşmada eşitlikçi, hem de suiistimale çok müsait değil.
‘Yakınımı ameliyat eden ünlü bir hekim ameliyatı yarıda bırakmış!’
- Fransa'da doktor maaşları ne kadar?
Doktorlar tatmin olur. Orada da zaman zaman ücret mücadeleleri, grevler yapılır. Türkiye'de de hak mücadelesinin çok kolay olmadığını herkes biliyor.
- Sağlığın piyasalaşmasında doktorlar içerisinde de suiistimal örneklerinin olduğunu ima ettiniz.
Bunu açıkça söylüyorum. Daha birkaç hafta önce çok yakınım olan bir hasta bir küçük operasyon için, piyasada adı duyulan bir uzman hekime başvuruyor. Küçük olmasına rağmen incelik isteyen bu operasyon özel bir hastanede yapılıyor ve bedeli de alınıyor. Şikayetlerin geçmemesi üzerine benim aracılığımla daha tecrübeli bir hekime gidiyor ve yapılan ameliyatın yarıda bırakıldığı anlaşılıyor. Ufak bir kanama nedeniyle ameliyat tamamlanmadan sonlandırılıyor.
‘Sağlık alanı yer yer mayın tarlası haline geldi’
- Ve bundan hasta haberdar edilmiyor?
Hekim söylemiyor ve hayati tehlikeye girebilecek bir şekilde bırakılıyor. Bu örnekler sadece özel hastanelerde değil, kamuda da piyasa mekanizması nedeniyle yaşanabiliyor. Yeni bir teknoloji çıktığında henüz yeterince tecrübe ve bilgi sahibi olmayan bir hekim, bu cihazlarla hizmet uygulamaya kalktığı zaman ortaya çıkacak faciaları tasavvur etmek bile mümkün değil. Kazanç hırsını devre dışı bırakabilecek, engelleyebilecek sistemler var aslında. Bu kuşkusuz siyasi tercih sorunu. Bugün ne yazık ki sağlık alanı yer yer mayın tarlası haline gelmiş durumda..
- Sağlıkta denetim kayıtları içeren Sağlık Şurası notları kamuyla paylaşılmıyor. TTB, verdiğiniz örnekteki gibi vakalara bir şekilde müdahale ediyor mu?
TTB‘nin elindeki denetim olanakları çok sınırlı. Orada çalışan hekimler, bu çalışmayı herhangi bir karşılık olmadan yürütüyor. TTB'nin maddi güç sağlamasına olanak veren imkanlar, geçtiğimiz 10 yıl içinde teker teker kesildi..
- 2011'de değiştirilen TTB yasasında, gelirler arasında aidat, bağış, para cezaları, eğitim, kültür ve sosyal faaliyetlerinden gelecek gelirler vs. sayılıyor.
Bu aidatlar, TTB'nin bu hizmetlere soyunabilecek potansiyeli sağlamasına hiç yeterli değil. Mesela eskiden işyeri hekimliği kurslarını TTB yapardı ve bunun karşılığında az da olsa bir kazanç elde edilebilirdi... Bu alan da kapatıldı. Bazı meslek odalarında, odanın verdiği ruhsatın karşılığında para alınırdı, TTB için buna benzer bir hizmet de kalmadı. Üyelik konusunda da TTB'nin yasasının değiştirilmesi söz konusu. Sistem muhalefeti hazmedecek bir sistem değil maalesef. O yüzden Tabipler Birliği'nin bahsettiğiniz kontrolleri yapabilecek imkanı maalesef yok.
‘Müftüoğlu olayı, doğru bulmadığım bir hekimlik uygulaması’
- Masraf gerektirmeyen bir örnek sorsak; Prof. Osman Müftüoğlu, 2011’de Hürriyet'teki köşesinde sodanın yararlarını yazarken aynı sayfada Sırma sodanın büyük boy reklamı yer aldı. Doğan Akın, Müftüoğlu'nun aynı zamanda Sırma ile maddi bir ilişki içinde olduğunu yazdı. Bu vaka TTB Etik Kurulu'nda neden gündeme gelmedi?
Benim hatırladığım bu tür konularda yüzlerce dosya vardır. TTB'nin enerjisinin büyük kısmı “Hekimlik Uygulamaları” diye bir büroya gider. Orada, o incelemelerin kanıtlanması için mahkemelerdeki prosedüre benzer bir prosedür işler. Diyelim ki siz hekimlik ilke ve kurallarının çiğnendiğine dair bir vakayı basından öğrendiniz, taraflara yazı yazarsınız. Onlardan 15 günlük sürede yanıt gelir, bilirkişi heyeti kurulur. Onur Kurulları hiçbir yaptırım gücü olmayan kararlar verir. Bunu medya duymaz çünkü yasaklar vardır. Yansıtırsanız, dava açılır. Bu alınan kararlar mahkemeler tarafından çoğu zaman da usul gerekçeleriyle bozulabilir. Tabip Odaları’nı bu mücadeleyi yürütebilecek donanıma, maddi olanaklara sahip kurumlar olarak düşünmeyin. Tamamen amatör insanların oluşturdukları kurumlardır bunlar. Gazeteci olarak gidin TTB'ye, o dosyalara bakınca nelerle karşılaşacaksınız.
‘İlaç tanıtımı adı altında, haber gibi sunulan firma reklamları var’
- Yazmamak koşuluyla mı görebiliyoruz?
Karara varılmış olanlar gizli değil. Müftüoğlu olayı, benim de doğru bulmadığım bir hekimlik uygulaması. Buna benzer çok örnek var. Zaman zaman basına çıkıp “sağlık alanında bilgi veriyorum” diye saçma sapan, yalan yanlış, hem kendi reklamını yapan, hem kurum reklamı yapan hekimler biliyorum. İlaç tanıtımı adı altında, haber gibi sunulan firma reklamlarını biliyorum. Tüm bunlar oluyor, fakat baş etmek mümkün değil. Bir de verdiğiniz cezanın uygulaması yok. Maksimum altı aylığına meslekten men cezası verebiliyorsunuz. Bunu uygulamadığı zaman da hekime yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Sağlık Bakanlığı'nın sizin arkanızda olması lazım ki kararınızın etkisi olsun.
- Müftüoğlu vakasında, Doğan Akın, TTB’ye ve İstanbul Tabip Odası’na inceleme başlatılıp başlatılmadığını sorduğunda yanıt, "Bilgimiz yok" oldu.
Olmayabilir, özel olarak bu vakadan bahsetmiyorum. Bunlar kanıtlanmaya muhtaç şeyler.
- Kanıtlanması hayli basit bir vaka değil mi?
Ben bunun farkındayım. Ancak, incelenmesi gereken bir vaka, etik bir suç.
‘Hekimlerde, mesleki deformasyon olarak iktidar duygusu var’
- Söyleşiyi sonlandırmadan soralım; saydıklarınız dışında mesleki özeleştiri olarak eklemek isteyeceğiniz başka konular var mı?
Kimsenin çok fazla dikkatini çekmeyen bir konu; hekimliğin insanların bedenleri, ruhları konusunda söz sahibi olmasından kaynaklanan bir iktidar duygusu, mesleki deformasyon olarak hekimlerde var maalesef. Bundan mümkün olduğu kadar arınmak lazım. Bu yer yer pratiğe de yansıyan bir şeydir. Karşısındaki insanı, eşya gibi görmeye başlar hekim. Hatta hitap tarzında bile babası yaşında bir hastaya "Sen" diye hitap edebilir. Sadece hekimler değil, yargıçlar da yapar bunu. Hekimliğin o ince ayarını yapabilecek olgunluğa ulaşmak çok da kolay değil, buna dikkat etmek lazım. Bir de hekimliği zengin olma aracı olarak görmemek lazım. Hekimlik ne olursa olsun, bir özveri mesleğidir. Hümanist tarafını kaybederse hekimlik, oradan sağlık hizmeti beklenemez.
‘Şiddete hedef olan, yaşamını kaybeden hekim arkadaşlarım oldu’
- Yolu hastaneye düşmüş insanların doktorlara kırgınlıklarını haklı buluyor musunuz?
Haklılar, ama Türkiye'de de şiddetin doruğa çıktığı bir dönemde, hekimlere yönelik şiddetin sıkça yaşandığını da unutmamak lazım. Bu yüzden şiddete hedef olan, yaşamını kaybeden bir sürü arkadaşım oldu. Popüler tıp kültüründe beklenti düzeyinin yükseltilmesi ve medyanın da pompalaması ile bir sebeple bir hasta kaybedildiği zaman hasta yakınının "Ben herhalde yeteri kadar ödeme yapmadım veya güçlü bir pozisyonum yoktu, o yüzden hastam öldü. Dolayısıyla hekim ihmali söz konusu" algısı şiddeti besleyen mekanizmalardan biri haline geldi. Ayrıca, her türlü aksaklığın sorumluluğu hekimlere yüklendi. Sağlık Bakanlığı da uzun bir süre hekimleri hedef olarak gösterdi.
Bunların yanı sıra hasta yakının uğradığı travmayı göz ardı eden hekimlik uygulamalarını da görmek lazım. Sizin karşınıza gelen hasta ve yakını, travma geçirmekte olan bir insandır. Hekimin hasta ve hasta yakınlarına bu gözle de bakması lazım. Ama unutmamak lazım, karşısındaki hekim de gün aşırı nöbet tutan, geçim sıkıntısı çeken, evine gidemeyen, kendisi de travma içinde olan bir insandır. Karşılıklı bir anlayış gerekli.