Prof. Dr. Gökdeniz Neşer*
Uzunca bir insan ömründe, Ege’nin her iki yakasındaki insanları, en azından işlerini ve aşlarını sürdürebilir kılmak için kıt kaynaklarını silaha gömmek ihtimalinden uzaklaştırmakla mutlu kılan ne kadar çok değerli yakınlaşma gayretlerine şahit olundu. 1930’da, 10 yıl kadar önce savaşan iki ulusun düşmanlıkları, kompleksleri bir kenara koyarak Atatürk ve Venizelos önderliğindeki efsane yakınlaşmaları ve imzalanan "Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması" sayesinde Ege’nin bir serbest denize dönüşmesi vizyonunun ortaya konmasıyla başlayan, 1931’de Başbakan İsmet İnönü’nün Yunanistanı ziyaretiyle ve bu ziyaret sırasındaki "….uzun mücadelelerden sonra Türk ve Yunanlılar arasında ihtilaf kalmadığını dünyaya ilan etmesi ve hem bu gün hem de gelecek için her iki millet de dostluk ve ilişkilerini her alanda geliştirmek istediğini vurgulaması, iki millet arasında yeniden bir mücadele zemini kalmadığından, iki devlet ve milletin kendi aralarında her alanda iyi ilişkiler kurmanın gereğinden ve bunun için de basına düşen büyük görevden bahsetmesi.." ve "yeni nesilleri yeni duygularla yetiştirmek lazım geldiğini, bu nedenle, Türk ve Yunan milletleri arasında el birliği ile kurdukları dostluğun ebediyyen devam ettiğini görmek istediğini" ifade etmesiyle süren, 1959’da neredeyse Kıbrıs sorununa çözüm bulan Menderes - Karamanlis işbirliğiyle yükselen, Özal -Papandreou, Erdoğan - Karamanlis ilişkileriyle barışa umut olan gayretlerdi bunlar.
Bu yakınlaşmaları sevinçle destekleyen, şimdi ise derin bir sessizliğe gömülmüş olan iki yakadan yurttaşlar, sanatçılar, siyasiler, bilim insanları, yerel yönetimler, STKlar, iş insanları ise yakın bir geçmişin tatlı hatıraları gibi şimdi. Hâlbuki böyle gergin dönemlerde barışın nimetlerinden artık bahsetmemek de bir nevi sûlhe sükût suikastıdır. "Sükût suikastı" Tanpınar’dan öğrendiğim, sanırım kastı "tenkit edilemeyecek kadar kusursuz bir eserin takdirini mümkün kılmayan yakıcı bir kıskançlığın, bir çekemezliğin soğutulması için, eser sahibinin en azından farkında olunmak beklentilerinin dahi asla karşılanmayacağını anlatan, görmezden gelen bir suskunluğa bürünmek" olan bir tabir. Bugün her iki yakadan yükselen coşkulu, çocuklar gibi şen (!) seslerin karşısında cari olan sükûtun ise kıskançlıktan ziyade naif bir içe kapanma, içe kaçma, "ne desem kâr etmez" çaresizliğinin tezahürü olduğunu anlamak çok güç değil.
Oysa kendi ellerimizle yarattığımız ve hepimizin en kararlı düşmanı olarak, o da şimdilik oldukça sessiz sedasız sürdüğü hükmünün en şiddetli icraatını gezegenimizdeki dört tarafı karalarla çevrili nadir bir büyük deniz olan (adını da bu coğrafi benzersizliğinden alan) Akdeniz’de yürüten iklim krizi, Akdeniz’i yeryüzünde en duyarlı iki bölgeden biri haline dönüştürmüş ve dünyanın geri kalanından yüzde 20 daha yüksek bir hızla ısıtmaktadır[1] bile bir yandan. Karalar ortasındaki denizin bu eşsiz deniz - kara etkileşimi maalesef aynı zamanda, iklim değişikliğinin de etkisiyle, zaten su fakiri bu havzayı büyük bir kuraklığa şimdiden mahkûm etmiştir. Önümüzdeki on yıllarda Akdeniz’de, yağmur mevsimlerinde yüzde 40 daha az yağış düşeceği neredeyse tüm iklim modellerinin ortak sonucudur. Bu yaklaşımlar, kuraklığın özellikle Doğu Akdeniz’de etkisini göstereceğini, hatta hayatın her mecrasını vuracak bu felakete, aşırı hava olaylarının da eşlik edeceğini bize anlatmaktadır[2].
Yaşamımızın sürdürülebilirliğini sağlayan suyun, enerjinin ve gıdanın birbirine bağımlı bir şekilde bir arada var olabilirliğini artık tehdit etmekten öteye geçmiş, işe koyulmuş olan iklim krizini yönetebilmek için yeryüzünde ilk önce Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin ciddi kaynaklara ihtiyacı vardır. MIT’den Tunus kökenli bilim insanı Elfatih Eltahir, Fas devletiyle su kaynaklarının bu karanlık geleceğini gören ve yüksek teknolojiye dayanmak zorunda olan bir iklim değişikliğine uyum planının yapıldığını anlatmaktadır. Aynı bilim insanı, aşırı tehlikeli sıcaklar nedeniyle 2047-2052 ve 2079-2086 tarihleri arasında Müslümanların Hac’ca dahi gidemeyeceğini de bildirmekte[3] ki bu şimdilik küçük bir detay, yaşayacağımız felaketler arasında. Tekraren ifade etmek gerekirse Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler içinde başı iklim kriziyle en büyük belaya girecek olanların Doğu Akdeniz ülkeleri olduğu çok açıktır.
Özellikle Doğu Akdeniz’de çatışmaya veya çatışma olasılığına vakit ve kaynak ayırmak yerine, başımıza çökmüş, ekmeğimizi küçültecek iklim krizine uyum çareleri bulmak için hızla dayanışma ve işbirliği içinde çalışmanın yollarını bulmak mübrem ihtiyacı içindeyiz. Ritsos’un barış için "dünyanın masasındaki ekmek" diye yaptığı tanım, karşımızdaki tehlikeyi de çok iyi ifade etmektedir: susuz, enerjisiz, gıdasız bir gelecek.
Dayanışma ve işbirliğini kurmanın en kestirme yolunun ise ortak bilimsel çalışmalar yürütmek olduğu, bilim kapılarını açmanın insanların birbirini anlamada ve birlikte kalkınmada çarpan etkisi yaratacağı, temeli çok da çürük olmayan bir iddiadır. Evrensel bilim dili, o ihtiyar hamaseti, yükselen tansiyonunu düşürmek için bir soluk almak üzere köşesine çekilmeye teşvik edecektir. Bilimin desteğiyle yürütülen salgın mücadelesi, başarılı bir örnek olarak halihazırda önümüzde durmaktadır.
Başta AB ve ABD olmak üzere, kendini Doğu Akdeniz ülkelerinin dostları olarak tanımlayan herkes, -her ne kadar İtalyanlar, malumu ilam edeni "Bize Akdeniz’i anlatma!" diye sustursalar da- birçok bilinmezliği bağrında taşıyan bu denizi iyi tanıyarak, bölgedeki ağır iklim krizinin yönetimine veri sağlanması, uyum için gerekli önlemlerin alınması, kritik teknolojilerin üretilerek uygulanması çabalarına destek olmak insanlık göreviyle de karşı karşıyadır.
Bu bağlamda en zor görev tabii ki Türkiye ve Yunanistan’a düşmektedir. Bu iki komşu ülke bütün önyargılarını bir kenara bırakıp önce Ege’yi, karmaşık, çözümden çok çözümsüzlük üretmek üzere dizayn edilmişe benzeyen deniz hukuku sınırlarının ötesinde, tıpkı bir orfozun sınır tanımaz seyahatinde olduğu gibi öncelikle sahildar her iki halkın ortak kullanımına açık, serbest bir denize dönüştürebilirlerse; ortak bilimsel çalışmalarla önce bu denizi canlı ve cansız varlıklarıyla iyice tanıyıp sonra da koruyarak mevcut değerlerinden, ürünlerinden sürdürülebilirliğin ötesine geçip, onları onararak yararlanabilirlerse önce Akdeniz, sonra tüm dünya denizleri için, giderek gezegenimiz için ciddi bir umut yaratabileceklerdir.
Tıpkı Akdeniz’in coğrafi konumu gibi, bu fırsat da eşsizdir. 10 yıl önce, Sayın Erdoğan’ın Yunanistan ziyareti sırasında Türkiye - Yunanistan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısında yaptığı "kararlı olunduğu takdirde aşılmayacak hiçbir engel olmadığı, siyasilerin risk almayı bilmeleri halinde tüm engellerin aşılacağı" tespiti bugün her zamankinden daha çok geçerlidir.
* Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü
[1] Beşiktepe, Ş. (2020). Ege Bölgesi ve İzmir’de İklim değişikliğinde güncel durum ve gelecek öngörüleri. Yeniden Akdeniz. İzmir Büyükşehir Belediyesi Akdeniz Akademisi yayını (basımda)
[2] Tuel A ve Eltahir EAB (2020). Why is the Mediterranean a climate change hot spot?. Journal of Climate, 33(14): 5829–5843.
[3] Kang S, Pal JS ve Eltahir EAB (2019). Future heat stress during Muslim pilgrimage (Hajj) projected to exceed "extreme danger" levels. Geophysical Research Letters, 46: 10094–10100.