*Batuhan Avakado
Boğaziçi Üniversitesi'ne AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 1 Ocak 2021’de atanan Melih Bulu'nun öğrenciler, akademisyenler ve diğer okul bileşenleri tarafından reddedilmesinin ardından, yarın 229. gününe giren Boğaziçi protestolarıyla birlikte gündeme gelen tartışmalardan biri “Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan nedir?” sorusuyla başladı.
1971’te kurulan Boğaziçi Üniversitesi, 1980’lerin Türkiye akademisi için sancılı günlerini atlattı. 1992’de ev sahipliğini yaptığı “korsan seçim” ile üniversitelere rektör atanmasında akademisyenlerin seçimle söz sahibi olmasını getiren yasaya öncülük etti. Boğaziçi kampüsünden yayılan rektörlük seçimi uygulaması 7 Temmuz 1992’de Resmi Gazete’de yayımlanan kanunla yasalaştı. Böylelikle; Kasım 2016 tarihli 676 KHK ile gelen kesintiye kadar Türkiye’de 24 yıl devam eden rektör adaylarının seçimle atanması dönemi başladı.
Protestolara 6 ay ömür biçen İstinye Üniversitesi ve Haliç Üniversitesi eski rektörü Melih Bulu, atanmasından 6 ay 14 gün sonra, 15 Temmuz 2021’de kendisine bile haber verilmeksizin Cumhurbaşkanı tarafından görevden alındı. YÖK, Boğaziçi’ne rektör olmak isteyen adaylara açık çağrı yaparak başvuruları için 3 Ağustos 2021’e kadar süre verdi. Başvurular tamamlandı.
YÖK’ün, Bulu’nun atandığı önceki rektörlük başvurusu çağrısına Bulu’nun beyanına göre 9 kişi başvurmuştu. Bulu’nun görevden alınmasından sonraki bayram tatili haftasına sıkıştırılan, YÖK’ün baskın rektörlük başvurusu çağrısına Boğaziçi Üniversitesi’nden 19 profesörün başvurdu. Bunlardan, Melih Bulu’nun yönetim kadrosunda yer alan ikisi akademisyenlerin “güven oylaması”’nda veto edildi. Ayrıca, Boğaziçi Üniversitesi’nin 4679 öğrencisi, 1279 çalışanı ve 5219 mezunun kayıtlı olduğu ve “Destek”, “Karşı Oy”, “Kararsız” oylarını kullanabildikleri diğer oylama inisiyatifinde de Gürkan Kumbaracıoğlu ve Naci İnci veto edildiler.
Kuruluşundan bugüne Boğaziçi Üniversitesi’ni, 1979’dan beri Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde hocalık yapan Emeritus Prof. Dr. Faruk Birtek’le konuştuk. Faruk Birtek, UCL Berkeley Üniversitesi Sosyoloji(1965) ve Cambridge Üniversitesi Ekonomi(1967) bölümlerindeki lisans eğitimlerinden sonra doktorasını UCL Berkeley’de 1978’de Sosyoloji’de tamamladı. Yale Üniversitesi’ndeki akademisyenlik görevini terk ederek Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen Birtek, üniversite senatosu üyeliği ve Sosyoloji Bölümü Başkanlığı görevlerini de geçmişte yürüttü.
Emeritus Prof. Dr. Faruk Birtek (Fotoğraf: Melvyn Ingleby)
Prof. Birtek, Boğaziçi Üniversitesi’nin başarısını temel unsurla açıklıyor: “Amerika’dan gelen” hocaların Boğaziçi’nde buldukları akademik ortamın egaliterliği (eşitlikçiliği), hocalarla öğrencilerin yakın ilişkisi ve yurtdışındaki akademik kuruluşlarla köklü bilimsel işbirliği.
“Esas olan Amerika’dan gelmiş olmamız değil, hangi Amerika’dan gelmiş olduğumuz.”
Robert Kolej'den Boğaziçi'ne
Faruk Birtek, Boğaziçi Üniversitesi’nin 1973 öncesi Robert Kolej Yüksek Okulu yıllarından önemli bir eğitim mirası devraldığının altını çizmekle birlikte, ilerleyen yıllarda, bilhassa 1980 sonrası Boğaziçi’nde oluşacak özgürlükçü eğitim atmosferinin nevi şahsına münhasır olduğunun altını çiziyor.
“Çok geniş sayılarda geldik biz. Robert Kolej’e sığmazdık zaten. Biz Robert Kolej’i üniversite yaptık. Robert Kolej ondan evvel üniversite falan değildi. Küçük bir yüksekokuldu. Biz kurduk Boğaziçi’ni yetmişlerin sonunda, seksenlerde. Zafer Toprak bunun altını bir hayli iyi çizdi. Kuruluş yılları seksenli yıllardır Boğaziçi’nin.”
Faruk Birtek, Robert Kolej’de 1863’ten beri verilmekte olan “Amerikan” eğitimin 1970’lerden itibaren özgün bir üniversite olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşümünü şöyle açıklıyor:
“Robert Kolej zamanında fevkalade otoriter bir rejim vardı. Mütevelliler her şeyi tayin ediyorlardı. Robert Kolej küçük, otoriter bir okuldu. Her ne kadar verdiği fikirler, eğitimi çok geniş ve hümaniter ise de akademik hiyerarşi çok hakimdi. Biz bunu değiştirdik. Biz Robert Kolej’e karşı Boğaziçi’ni kurduk, kazandık. Hiç de öyle kolejin devamı filan değil. Biz karşıydık Robert Kolej’e. Robert kolejden miras aldığımız husus, akademik derslerin içerikleri ve bunların programıydı. Onu çok iyi yapıyordu Robert Kolej. Çok iyi bir eğitim veriyordu. Ama bunu verdiği akademik ortam hiç de öyle demokrat, eşitlikçi falan değil. Bunu biz kurduk. “
(Fotoğraf: Melvyn Ingleby)
“Boğaziçi’nin 3 meziyeti”
Prof. Birtek Boğaziçi Üniversitesi’ni oluşturduğunu ifade ettiği üç unsurdan ilkinin, kendisi gibi Amerika’daki akademik hayatlarını bırakıp Boğaziçi’ne gelen ve “akademia konusunda” fikir birliğine sahip hocalar arasındaki eşitlik duygusu ve atmosferini olduğunu söylüyor:
"Hepimiz aynı yaştaydık. Hepimiz altmışların yetmişlerin Amerikasından geliyorduk. Ve aramızda büyük bir fikir birliği vardı. Fikir birliği, akademyanın ve bilimin hiçbir zaman hiçbir şekilde törpülenemeyeceği, her zaman doğruyu aramak gerektiğini, bilimden şaşılmayacağını, hiçbir şekilde taviz verilmeyeceğini, mevcudiyetimizin esasının üniversitenin özgürlüğü özerkliği ve bilimin hiçbir şekilde törpülenmemesi gerektiği fikri vardı. Gençtik. Taviz vermiyorduk. Böyle bir gençlik olarak geldik Amerika’dan. Büyük rakamlardan bahsediyorum. Öyle bir durum ki belki Boğaziçi akademik kadrosunun yüzde ellisi, altmışı; belki daha fazla… o dönemde böyle bir bağlamın çocukları olarak geldik.
Aramızda, Boğaziçi’nde bulduğumuz fevkalade bir eşitlik vardı. Profesör, Doçent, Yardımcı Doçent arasında hiçbir fark yoktu. Ben rektörlere fırça attığımı çok hatırlıyorum. Hiçbir zaman çekinmedik. Böyle bir havası vardı. Tabi şansımız, rektörlükte olan o devirde profesör olanların da benimsemeleri oldu. Orada yüksek rütbede olanlar da bunu paylaştılar. Bu yeri bize açtılar. Evvela, böyle bir yerden geliyoruz.”
“ABD'de akademik özerkliği, akademi bağımsızlığını özümsemiştik"
Prof. Birtek, Boğaziçi’ne yetmişlerin sonundan itibaren seksenler boyunca gerçekleşen hocalar exodusunun, bugünkünden çok daha farklı çağrışımlara sahip bir Amerika’dan geldiğinin altını çiziyor: “Esas olan Amerika’dan gelmiş olmamız değil, hangi Amerika’dan gelmiş olduğumuz. Gelen gençler, ki o dönemde 1980’lerde Amerika’nın 1960’lı 70’li yıllarının öğrenci hareketleri, fikir açıklığı, ilericiliği, ki o Amerika bugünkü Amerika hiç değil. Tam tersi.”
“Oradan gelen insanlardık biz. Biz Amerika’nın heyecanlı akademik geçmiş yıllarını çok ciddi olarak ve Amerika’nın en iyi kurumlarında, önder kurumlarında yaşamıştık. Oradan akademik özerkliği, akademinin bağımsızlığını, akademinin önemini fevkalade özümsemiştik. Amerika kendi fikri cennetini altmışlarda yetmişlerde, Vietnam Savaşı’na karşı kazandı. Amerika Vietnam’a emperyalist müdahale edince ona karşı gelen bir gençlik vardı. Biz oradan, Vietnam Savaşı karşıtı Amerika’dan geldik. Dolayısıyla bizim Amerika bugünkünün yüz seksen derece tersi. O Amerika bugün yok. Bugün onun tersi bir Amerika var. Ve hiç tasvip etmediğim, hiç beğenmediğim, siyasetini uzak, çirkin bulduğum, emperyalist bir Amerika var.”
Hocalar arası eşitlik, “çalışan” akademik kurullar
Prof. Birtek’e göre Boğaziçi’nde en önemli değer, hocalar arası eşitlik. Birtek bunu “Ben geldim her hocayla eşittim. Heyecanlı bir yerdi, birbirimize benziyorduk, kendimize benzeyen insanlar bulduk.” ifadeleriyle anlatıyor.
“Boğaziçi akademiasının en önemli özelliği hocalar arasında eşitliktir. En alt seviyede olan Yardımcı Doçent, hatta Prof. Zafer Toprak bahsediyordu, doktorası olmayan öğretim görevlisiyle üniversitenin rektörünün sesi ve oyları aynıydı.”
Prof. Birtek, Türkiye’de hatta Amerikan üniversitelerinde bile Boğaziçi’ndeki türden bir akademik eşitlik ortamının olmadığını ileri sürüyor. Bunu, ileri yaştaki veya profesör ünvanına sahip akademisyenler anlamına gelen Senior Faculty (Kıdemli Fakülte) ile asistan gibi daha az kıdemli akademisyenler anlamına Junior Faculty (Ast Fakülte) arasındaki eşitlik ile örneklendiriyor:
“Bir, aramızda çok eşitlik olan bir akademik kadromuz vardı. Türkiyede, hatta Amerika’da böyle eşit bir kadro yoktur.”
Siz Yale’e hatta Harvard’a gidin. Oralarda Senior Faculty ile Junior Faculty arasında büyük bir mesafe vardır. Senior Faculty ile Junior Faculty’nin aralarında hiç de böyle hoşgörü moşgörü yoktur. Her zaman Yale’de ihtiyar hocalar giderler kararı alırlar, aşağı gelirler. Toplantı yapılır. Onlar giderler kararı alırlar. Bizde öyle değildi.
Bizde tamamıyla Bölüm Kurulları esastı. Her karar Bölüm Kurulu’ndan alınıyordu. Bölüm kurullarında çok ciddi mücadele ve münazara ettik. Aramızda akademya ile ilgili bilimle ilgili çok mühim fikir ayrılıkları vardı. Ama oturup İdari Bilimlerin dördüncü katında, o köşede çok mücadele, müzakere, münazara ettik. Ama bir karar alındı mı o karar alınmıştı. Herkes arasında birleşiyordu. Benim hiç sevmediğim kararlar alındı. Ben mecburen uydum. Örneğin Sosyoloji Bölümü’nün ayrılıp Fen Edebiyat Fakültesi’ne gitme kararı bölümce alındı. Ben karşıydım. Uydum.”
Prof. Birtek’e göre, hocalar arasında hissedilen eşitlik duygusu neticesinde Boğaziçi’nde “çalışan” üniversite kurulları ortaya çıktı. Birtek; personel istihdamı gibi para harcama kalemlerini de içeren pek çok yetkinin Boğaziçi’nde üniversite kurullarına verildiğine dikkat çekiyor
“Dolayısıyla evvela eşitlikçi. Bunun neticesinde kurulların çalışması. En küçük bazdaki taban kurulunun, yani Bölüm Kurulu’nun kararı Sosyoloji Bölümü’nün her şeyini belirliyor. İstihdam kararlarını alması, derslerin tayini, saptanması; öğrencilerle ilişkiler; bunlar hep Bölüm Kurulu’nda oldu. Sonra Fakülte Kurulu’nda büyük mücadele olurdu. Farklı amaçları, çalışma sistemi olan bölümler birbirleriyle uzun uzun münazara ederlerdi.
Örneğin İşletme ile Sosyal Bilimler bölümünün, ki o zaman Siyaset Bilimi, Siyaset ve Sosyoloji bir bölümdü. İşletmecilerin üniversite anlayışı bizden çok farklıydı ve hiç geçinemiyorduk. Zaten o geçinememe neticesinde Sosyal Bilimler’deki bazı arkadaşlar Fen Edebiyat (Fakültesi)’ne gitmeyi tercih etti. Ben etmedim. Dolayısıyla, fakülte kurulları da fevkalade canlı, tartışmalı ve fakat her zaman sulh içinde ve her zaman alınan kararlara saygılı olmuşlardır.”
Prof. Birtek’e göre Boğaziçi’nde benimsenen ikinci değer, hocaların gönüllülüğü. Birtek buna örnek olarak, pek çok hocanın -öğrencilerin plan dahilinde haftanın belirli bir saati ders hocasıyla görüşebildiği saat anlamına gelen- office hour’a gerek duymadan kapılarını öğrencilere açık tutmasını veriyor.
“İki, hocaların bu işi gönül işi olarak yapması. Öğrencileriyle ilgilenmenin bu işin parçası olduğuna inanması. En iyi dersleri verme çabası. Biz hocalığı bir bakkal dükkanı olarak düşünmedik. Hocalık en ulvi işti. Allah’ın ihsan edeceği en büyük görevdi. Bundan ben her zaman Allah’a şükrediyorum. Tesadüfen ben bu yola girdim. Benim üniversite hocası olmam tesadüflere bağlı. Bunlar çok önemli.
Her zaman istendiği gibi olmasa da- öğrencilerle çok yakın ilişkilerimiz var. Birçok hocamızın kapısı açıktır. Öğrenciler istediği zamanlar gelirler. Office hours denilen, Amerika’da olan mesela, haftada iki saatlik kısıtlama bizde yoktur. Bizde office hours yoktur. Herkes gelir gider. Ve benim en büyük mutluluğum öğrencilerimle olan sohbetimdir. Hayattan gittiğim vakit gözüm arkada kalacak şey öğrencilerin sohbetidir.
Bizim öğrencilerimiz çok güzel öğrenciler. Türkiye’deki gençlik dünyanın hiçbir yerinde yok. Hele Boğaziçi’nin gençliği hiçbir üniversitede yok. Sadece zekası değil, ayrıca hoşgörüsü, diğer fikirleri görebilmesi, olabildikçe, çok olmasa da kabullenmesi vs. Bunlar çok önemli şeyler.”
Prof. Birtek, Boğaziçi’nin üçüncü “meziyetinin” olarak yurt dışındaki akademia köklü bağları olduğunu söylüyor
“Üç, Amerika’da sulhla, bilim için dünyanın en mümtaz üniversitelerindeki akademia ile yaptığımız iş birliği. Bizim üçüncü meziyetimiz yurt dışı bağlantılarımız. Bizim örneğimiz, yurt dışındaki üniversiteler. Ki bunlar en iyileri. Biz hep ilişkimizi, bağlantımızı, köprümüzü dünyanın en iyi üniversiteleriyle kurduk. Bizim örneğimiz onlardı. Ve hatta iddia edeyim. Biz Harvard’dan da Yale’den de daha iyiyiz. Berkeley de çok iyidir çünkü daha eşitlikçidir Berkeley. Bizim kendimize eş bulduğumuz Amerika’nın en saygın üniversiteleridir. Onların örneğiyle biz çalışırız.
Dolayısıyla bu üç şey Boğaziçi’ni çok farklı kılıyor. Boğaziçi Türkiye’deki bütün üniversitelerden ve ODTÜ’den farklı. Biz ODTÜ’den çok farklıyız. Kağıt üzerinde benzeriz. Ruhumuz farklı. Biz çok daha açık kafalı, birbiriyle itişmeyen, beraber yaşamayı yeğleyen, diğer fikirlerden feyz alan, öğrenen…
4 Ocak’taki rektör ataması ve 6 Şubat’taki iki yeni fakülte kararına karşı çıkan Boğaziçi Akademisyenleri, tepkilerini uzun müzakereler neticesinde Boğaziçi Üniversitesi Senatosu’nun 3.10.2012’de onayladığı 2012/9 esas sayılı “Etik İlkeler” metnine dayandırıyor. Birtek, üniversite senatosunun Boğaziçi’ndeki önemini şöyle açıklıyor:
"Senato. Senatörlerimizi seçiyorduk, hala seçiyoruz. Zaten bu kararın alınmasında, 2000’lerin kararının seçilmiş hüveyinden var. Senato bizleri yansıtıyordu. Güvenimiz sonsuzdu. Ben senatörlük yaptım birkaç sene. Zafer (Toprak) anlatıyor. Kendisi 25 sene yapmış Enstitü Müdürü olarak… Senato çok ciddi yerdir. Ciddi kararlar alınır. Bu hocaların düşüncelerini yansıtır. Dolayısıyla bildiğiniz o Boğaziçi Etik Kuralları Senato’nun aldığı karardır. Bu öğretim üyelerini tamamen tatmin etmiştir.
Bizim bir nesilsel bütünlüğümüz vardı. Ne mutlu ki, bizden sonra gelen arkadaşlar; örneğin Esra (Mungan), ki bizden çok genç, sonra gelmiş. Aynı hislere, aynı düşüncelere, aynı yaklaşıma sahip ve onun mücadelecisi olmuştur. Kendisine saygım ve sevgim sonsuz. İftihar ediyorum. Ben artık emekliyim. Ama Esra orada oldukça benim fikirlerim emekli değil.
“Esasında Boğaziçi’nin kuruluşu 1980’lerdir"
Prof. Birtek, Boğaziçi’nde darbe sonrası oluşan direniş atmosferinin okulu test ederek ileri güçlenmesini sağladığını, 1992’deki “korsan seçimler”in de bu deneyimlerle mümkün olduğunu söylüyor:
“Esasında Boğaziçi’nin kuruluşu 1980’lerdir. Şimdi orada büyük şansımız oldu darbe geldi. Darbe şans. Diyalektik düşünmek lazım. Darbe şanstı bizi bu sınadı. Bizi denedi. Ve biz karşı geldik. Hiçbir zaman darbeye taviz vermedik. Çok önemli. Darbe iyi ki geldi çünkü bize bir bilinçlenmeyi getirdi. Bize tesanüdü(dayanışma) getirdi. Beraber mücadele ettik. Bu mücadelenin neticesinde Türkiye’deki ilk rektör seçimini yapan biz; YÖK’ün atadığı, askerlerin göz bebeği bir rektör vardı. İsmi önemli bir adamdı. Melih Bulu gibi biri değildi. Ergün Toğrol gibi Teknik Üniversite (İTÜ)’nin en ağır toplarından, kendi konusunda çok önemli ismi olan biri geldi. Ama Ergün Toğrol çok zeki bir adamdı. Fazla kavgaya girmezdi.
Hatta bir menkıbe var. Bana “Sakalını ne zaman keseceksin Faruk?” dedi. “Benim sakalımı çok rektör görecek, çok rektör gördü.” dedim, gülüp geçtim. Askerler döneminde gelen bu rektör üniversitede büyük hoşnutsuzluk yarattı. Çünkü kendisini göremiyorduk. Bir araya gelemiyorduk. Kurumlarmız çalışıyordu vs vs… Fakat bunun faydası; kurallarının önemini, hocalarının beraberliğinin, mücadelenin önemini anladık. Askeri müdahaleyle mücadele bize tesanüd getirdi.
Turgut Özal, Süleyman Demirel
Hatırlayın. Biz bunu askeri yönetimin devamında yaptık. Şimdi geriye baktığın vakit seksen darbesinden sonraki askeri rejim çok geçiciydi. Davranışları da geçiciydi. Oradakiler de rahatlamayı isteyenlerdi. Süleyman Demirel gibi büyük devlet adamı, Turgut Özal gibi serbestiyeti fazla, çünkü iktisadi serbestiyede de aşırı inanmış insanlar vardı. Bunlar muhlis insanlardı. Kavgacı insanlar değildi. Bugünle alakaları yok. Turgut Özal’la bugünkü Cumhurbaşkanı Tayyip Bey tamamen birbirlerine zıt insanlar. Turgut Özal gayet mülayim bir insandı. Süleyman Demirel fevkalade akıllı, İngilizce tabiriyle ‘sage’ bir insandı. Çok rahattık aslında şansımız vardı. Bugün öyle rahat dönemde değiliz. Bugünkü mücadele çok daha zor.
Bir hocalar tenkisatı olmuştur. Çok acıdır. Bizden çok sevdiğim saydığım Profesör Oya Sılıer Hoca bizden uzaklaştırılmıştır. Bunların da arkasında biraz entrikalar vardır. Ama bir kişi kaybettik. Büyük kayıptır. Fazla direnemedik. Doğrudur. Çok acıdır. Diğer üniversitelerde çok yoğundu. Baya tırpanlama oldu. Direnemedik. O günler askeri darbenin hemen akabindeki yoğun sıkı yönetim günleriydi.
Yine diyalektik sebep. Baskı yaptılar. Yirmi senede Türkiye’nin gençliğini kendilerine uydurmak, dizayn etmek istediler. Haksız çıktılar. Ah bu diyalektiği ne kadar severim. Ne güzel şey olur. Müslümanlık’ta da bu var biliyorsun, her şerden bir hayır çıkar. Bu şerden de bir hayır çıkacak da ne kadar masum insanın canı yanacak daha, onu bilmiyorum.
Dolayısıyla görüyorsun hep diyalektiksel şeyler var. Asker geldi, biz yetiştik. Zenginler gitti, biz kazandık. Şimdi bir son döneme girdik. Bugün ne olacak bilmiyorum. Acaba bundan da bir diyalektiksel sonuç çıkacak mı?
Ama bu kurumu korumamız lazım. Eşsiz bir kurum. Sadece Türkiye’de değil. Dünyada eşsiz bir kurum. Dünyada Boğaziçi Üniversitesi gibi bir üniversite yok. Ben beş üniversitede öğrencilik yaptım. Dört değişik üniversitede hocalık yaptım. Almanya, Amerika ve Boğaziçi. Böylesi yok. Allah’ın nimeti. Kıymetini bilmemiz lazım.”
1992'deki "Korsan Seçim"
Faruk Birtek, YÖK’ün 1992’de okul iradesini tanımayarak Ergun Toğrol’u Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamayı dayatmasına üzerine, tüm Türkiye’de rektör seçimlerinin yasallaşmasıyla sonuçlanacak Boğaziçi “korsan seçimleri”ni şöyle anlatıyor:
“Sonra bir korsan seçim yaptık. YÖK Ergün Toğrol’u atarken biz kalktık, Temel Bilimler’de hocaların yüzde doksan beşinin katıldığı bir genel kurul yaptık. Genel kurulda seçim kararı aldık. Aynı anda, atanmış YÖK Rektör’ü rektörlüğünde oturuyordu. Genel Sekreter Metin Balcı bize odaları açtı. Allah rahmet eylesin. Metin aramızdan gelmiş bir çocuktu. Devamlı arada iletişim kurmaya çalışıyordu. Hakkı ödenmez. TB 410’da (toplanılan sınıfın ismi) seçim kararı aldık. Onun akabinde bir seçim yaptık. Üstün Ergüder birinci geldi. Üstün Ergüder’i Rektör olarak biz atadık biz aramızdan. Bundan sonra Ankara kulisi yapıldı.”
Cumhurbaşkanı'yla Heyet görüşmesi
Boğaziçi akademisyenleri 1992’de YÖK’ün Ergün Toğrol’u yeniden atamasını tanımayı reddetmişlerdi. Bu tarihte yürürlükte bulunan 04.01.1981 tarihli YÖK Kanunu’nun rektör atama kriterlerini belirleyen 13. Maddesi şöyleydi:
“(Rektör)Atanması: Üniversite tüzelkişiliğinin temsilcisi olan rektör, Yükseköğretim Kurulunun önereceği yükseköğretimden sonra en az onbeş yıl başarılı hizmet vermiş tercihan devlet hizmetinde bulunmuş ikisi üniversitelerde görevli profesörlerden olmak üzere dört kişi arasından Devlet Başkanınca beş yıl için atanır. Önerilenler atanmadığı ve iki hafta içerisinde adaylar gösterilmediği takdirde Devlet Başkanınca doğrudan atama yapılır. Süresi biten rektör yeniden atanabilir.”
Boğaziçi’ne darbeden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nden atanan Toğrol atamasına karşı yapılan “korsan seçimler” neticesinde, dönemin başbakanı Süleyman Demirel ile 5 akademisyenden oluşan heyet bir araya geldi. Prof. Birtek, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile aralarında geçen “üniversite nasıl iyi olur” diyalogunu şöyle anlatıyor
“Galiba Üstün Ergüder’ün atanmasından evvel Süleyman Demirel’e… Yeni üniversite yasasını yazmakla sorumlu beş kişilik bir heyetimiz vardı. Biri bendim. Biri, rahmetli Vedat Yerlici, başkanımızdı. Süleyman Demirel’e gittik. Süleyman Bey’e dedik ki, ben dedim hatta, “Üniversite gönül işi. Üniversite parayla maliyeyle, itibarla olan bir şey değil. Senin gönlünde üniversite varsa üniversite iyi olur. Gönlünde üniversite yoksa ne yapsan üniversiteden hiçbir şey olmaz.” Süleyman başını salladı. Bunu anlayacak bir insandı.
Sonunda yasa değişti. Rektörlerin atanması, yani üniversitenin üç aday önerilmesi sistemi geldi. Ki doğru sistem olduğunu düşünüyorum. Neticede biz; sayemizde, sayemizin altını çizeceğim, Türkiye üniversitelerine rektör seçimi geldi.”
On bir yıllık aranın ardından Türkiye’ye rektörlük seçimlerini geri getirecek yasa değişikliği teklifi, 4’ü muhalif 18 üyenin imzasını taşıyan TBMM Milli Eğitim Komisyonu raporu eşliğinde 19 Haziran 1992’de meclise sunuldu. 1 Temmuz 1992’de rektörlük seçimleri kanunlaştı.
“Devlet Üniversitelerinde rektör, profesör akademik unvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz. Rektör, üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü tüzelkişiliğini temsil eder. Rektör adayı seçimleri gizli oyla yapılır. Oy veren her öğretim üyesi oy pusulasına yalnız bir isim yazabilir. Birinci toplantıda öğretim üyelerinin en az yarısının hazır bulunması şarttır. Bu sağlanamadığı takdirde toplantı 48 saat ertelenir ve nisap aranmaksızın seçime geçilir. Bu toplantıda en çok oy alan 6 kişi aday olarak seçilmiş sayılır, bunlardan Yükseköğretim Kurulunun seçeceği üç kişi atanmak üzere Cumhurbaşkanına sunulur. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör adaylarının seçimi ve rektörün atanması ilgili mütevelli heyet tarafından yapılır.”
Günümüzde rektörlük seçimlerini belirleyen kanun maddesi yedi kelimeden ibaret: “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır.”
Neden Boğaziçi hedefte?
Prof. Birtek’e göre Boğaziçi’nin hedef alınmasının sebebi Boğaziçi’nin işlerliği olan çoğulcu kurulları. Birtek bu kurullardaki demokratik fikir alışverişi neticesinde karar alabilme kapasitesinin “Ankara’ya ters” olduğunu ileri sürüyor:
“Şu gözüküyor ki Ankara bizden hiç hoşnut değil. Çünkü biz onların düşüncelerine çok tersiz. Neden tersiz? Biz tek tip düşünceye karşıyız. Tek kafa düşünceye karşıyız. Biz kurullara inanmışız. En çok inandığımız, ki Müslümanlığın da en güzel hususlarından biri olan, meşvereye inanmışız. Çok mühim şey. Ankara’nın da bilmediği, İslam’ın temel düşüncesi olan meşverenin olması. Bir bakıma Ankara’dan daha Müslümanız. Çünkü Müslüman’ın öz olan, iki öz şey var; biri Müslüman demek örnek insan olmak demek, iki aldığın kararları istişare ile almak demek. Müslümanlığın en esas bu iki temeli bizde var. Biz dolayısıyla daha müslüman bir kuruluşuz. Neden? Çünkü meşvereye ve örnek insan olmaya gayret ederiz. Ankara’nın böyle bir çabası yok. Onlar lafzi Müslüman, biz ameli Müslüman insanlarız. Ben inançlı biri miyim? Hayır. Mesele inançta değil. Mesele İslam’ın getirdiği ahlak düzenini benimsemek, ona göre davranmak. Bu nereden geliyor? Bu Müslümanlık’tan gelmiyor. Benim böyle davranmam Müslümanlık’la ilgili değil. Fakat bu en iyi ahlak prensibi. Aynısı Emmanuel Kant’ta var. Sanki Emmanuel Kant en iyi Müslümandı.”
"Avamdan gelen çocukları Boğaziçi’nde evrenselleştirmek"
Prof. Birtek, Boğaziçi’nin “elit ailelerin çocuklarını gönderdiği” bir üniversite olduğu iddiasını kabul etmiyor. Dindar ailelerin çocuklarıyla vakit geçirerek zenginleştiğini ve bu ailelerin çocuklarının Boğaziçi’nde dünya kültürüyle ilişkilendirildiğini ifade ediyor:
“Bu üniversitenin öğrencilerinin büyük bir çoğunluğu, muhafazakar Anadolu ailelerinden gelmektedir. Benim son zamanlarda en büyük kazancım zengin çocukların, özel okullu çocukların vakıf üniversitelerine gitmeleriydi. Allah onlardan razı olsun. Bize gelen orta-alt, mutaassıp aileden gelen Anadolu çocukları bize büyük kazanç oldu. Bunu sınıfta da söyledim. ‘Büyük şanssınız. İyi ki vakıf üniversiteleri açıldı da İstanbul’un üst kesiminden elitinden gelen çocuklar oralara gittiler. Biz daha yeni bir dünyanın, bizden farklı, benden farklı bir dünyanın çocuklarıyla haşr neşr oldum. Onlardan öğrendiklerim paha biçilmez. Ben onlara çok medyunum(borçlu). Biz çok şey öğrendik mutaassıp esnaf ailelerin çocuklarından. Hele sosyal bilimlerde çok yakın ilişkimiz oluyor.
Bu çocuklara eğitim vererek hem kendimizi zenginleştirdik, hem de bu insanları dünya kültürüne ilişkilendirdik. Erdoğan'ı rahatsız eden şey, tam da bu.”
"Bizim öğrenciler..."
“Şunu unutmamak lazım. Bizim öğrenciler en kalburüstü, en zeki, en iyi öğrencilerdir. Çok üst düzeyden bunu söylemek hoş değil. Ama aldığımız öğrenciler de pırıl pırıl çocuklardır. Sadece zekası değil, ayrıca hoşgörüsü, diğer fikirleri görebilmesi; olabildikçe, çok olmasa da kabullenmesi vs. Bunlar çok önemli şeyler. Orada büyük şansımız var. Bunu hatırlamak lazım. Takip ediyorum internetten şurdan burdan, Boğaziçi’ndeki öğrenciler bu kadar düzgün olurlar, bu kadar sulhperver olurlar, bu kadar mizahi güçleri var... Büyük zeka var orada. Türk gençliği çok iyi. Türkiye’nin büyük şansıdır eğer istikbalimizde ışık açacaksa bu gençlerin olması. “
En mühim şey öğrencilerin aidiyet hissetmesidir. En büyük başarı bununla ilgilidir. Ve bunun bir başka boyutu da var. Bu son zamanlarda yapılan gösterilerdeki mizah boyutu çok önemli. Bu biraz Gezi’de başladı. Gezi’de mizah çok kuvvetliydi.Bundan yirmi otuz sene evvel hep bağırılırdı Huruhuruhah. Bunun daha alasını bugün bizim öğrenciler yapıyorlar. Mizah var, zeka var. Bunun en büyük sebeplerinden biri öğrenciler kendi kurumlarından eminler. Aidiyet kurmayla ilgili.
Aidiyet çok önemli. Yapılan işin doğruluğunun kanıtı buna sahip çıkan, aidiyet hisseden öğrenci ve mezunlarımızdır. Çok kıymetliler. Mezunlar da çok kıymetli. Çok önemli bizim için. Onların desteği fevkalade önemli.. Çünkü galiba Türkiye’deki en etkili kurumlarda da bunlar var.