Gündem

Prof. Dr. Ahmet Acar'ın ardından: Ülkemizde epeydir göremediğimiz 'makuliyet' duruşunu kaybettik...

Ertuğrul Özkök, üniversitede oda arkadaşı olan Prof. Ahmet Acar'ı ve o yıllardaki 'Ankara akademisi'ni yazdı

29 Aralık 2020 15:03

Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, yaşamını yitiren arkadaşı eski rektörü ODTÜ Prof. Dr. Ahmet Acar’ın ardından kaleme aldığı yazıda, "Ülkemizde epeydir göremediğimiz, 'makuliyet' denilen duruşun kitabını yazmış bir insanı... İşte o rol modelini kaybettik" düşüncesini dile getirdi.

Özkök yazısında, "Hayatın şeyleri' bazen insanı en hazırlıksız anında yakalar... Kendinizi mütevazı ve sakin bir yılbaşına hazırlarken çalar birden kapınızı... En hazırlıksız olanı ise yüzünüzdür öyle anlarda... O yüz ne hissettiğini anlatamayacak kadar çaresizdir çünkü... Pazar akşamı işte böyle oldu... Hiç beklemediğimiz, en hazırlıksız anımızda öğrendik oda arkadaşımın ölümünü... ODTÜ’nün eski rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar benim ilk akademik yoldaşımdı... Aynı yıl yurtdışından dönüp, Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde göreve başladık.... O Amerika Birleşik Devletleri’nden dönmüştü..." ifadesini kullandı. 

"Ben siyasetin merkezindeydim, o ise çemberin dışında"

Özkök yazısında şunları kaydetti: 

Amerikan modeli akademisyendi... Ben 68 Mayıs ertesi Fransa’sından, aklı biraz değil bayağı havada dönmüş bir pop sosyolog. O Apollonyen bir rasyonaliteyi, akılcılığı temsil ediyordu... Bense Diyonizyak bir duygusallığı, coşkuyu... Çok farklı iki karakterdik, aynı odayı paylaştık... Birlikte o odada yaşadık yakın Türkiye tarihini... Ben siyasetin merkezindeydim, o ise çemberin dışında...

Terör yıllarıydı... Odamızı bir gün Dev-Yolcusu, TİKKO’cusu basıyordu, ertesi gün ise Ülkücüsü... İki taraf da bıyıklıydı, parkalıydı... İki tarafın da hedefindeydik... En yakın arkadaşlarımızdan Bedrettin Cömert’i işte öyle günlerin birinde kaybettik... Evlerimize 500 metre ötede arabasının içinde kalleş bir pusuda katledildi...

Bir de yokluk yıllarıydı... Ülkenin kaloriferleri yakacak parası kalmamıştı...   Basit elektrik sobalarıyla ısınmaya çalışırdık o odada bizi doçentliğe götürecek ilk makalelerimizi yazarken... Bir 12 Eylül günü, Beytepe’nin aşağı yol ayrımından gelen tankların palet sesinde öğrendik darbenin ne olduğunu... O ürkütücü zincir homurtusunu, bedenimizde birlikte hissettik...

"Bir üst katımızda ise Türkiye felsefesinin nabzı atıyordu"

Bir üst katımızda ise Türkiye felsefesinin nabzı atıyordu... Yaşayan en büyük felsefecimiz Ioanna Kuçuradi, kaybettiğimiz büyük yazar Bilge Karasu, kaybettiğimiz büyük felsefeci Oruç Aruoba, önce Sivas katliamında şair eşi Metin Altıok’u sonra da kendisini kaybettiğimiz edebiyat kuramcısı ve eleştirmen Füsun Akatlı (Altıok)...

Sosyolojinin yükselen star ismi Emre Kongar hemen yanı başımızdaki binadaydı. Sanat tarihinin büyükleri... Filiz Yenişehirlioğlu... Günsel Renda... Hepsi aynı binadaydı... Aramızdan Abdülkadir Ateş gibi milletvekilleri çıkmıştı... 12 Eylül gibi karanlık bir dönemde bizi koruyan aydınlık meleklerimiz vardı... Hem de kadınlar... Prof. Emel Doğramacı... Prof. Gülay Coşkun... O küçük oda ve komşuları küçük bir Türkiye tarihiydi.... Hepimiz sığışmıştık Beytepe’nin o yıllarına... Sonra hayat hem bizi hem Türkiye’yi savurdu oradan oraya...

Sonra yollarımız ayrıldı... Ahmet ODTÜ’ye gitti... Ben gazeteciliğe... Dostluğumuz ise hep o odada kaldı... Kızım Gülümsün evlenirken Ahmet’le Feride yanımızdaydı... Ben genel yayın yönetmenliğinden ayrılırken yapılan törende de yalnız bırakmamışlardı bizi... Yıllar böyle gelip geçti ve şimdi karagünlerde beraber olma vakti de geldi çattı... Ahmet Acar’ı bugün uğurluyoruz....

"Ülkemizde epeydir göremediğimiz, “makuliyet” denilen duruşun kitabını yazmış bir insandı"

Tansu ve ben büyük bir arkadaşımızı kaybettik... ODTÜ camiası kendilerine gurur denen duyguyu miras bırakan bir hocasını... Ama hepimiz ne kaybettik derseniz...Ülkemizde epeydir göremediğimiz, “makuliyet” denilen duruşun kitabını yazmış bir insanı... İşte o rol modelini kaybettik.

Onun en çok bu fotoğrafını sevmiştim... ODTÜ tarihinin en kritik dönemlerinden biriydi...Çatışma kapıdaydı... Bir kere daha canlar yanabilir, genç hayatlar kayabilirdi... Ama işte bu fotoğraf vardı...Önde onun tarzı... Sükûneti... Kavga değil barış isteyen, savaş değil çözüm isteyen tarzı...Arkada öğrencisinin, öğretim üyelerinin ve ODTÜ camiasının desteği, sevgisi... Sipere eldeki taşlar değil, onun sükûneti, serinkanlılığı girmişti....

Siperdeki adam bütün Türkiye’ye, “sükûnet” ve “kararlılığın” Habil’le Kabil olmadığını öğretmişti... Sihirli anahtarın, “uzlaştırıcı bir sükûnet” ve “barışçı bir çözüm arayışı” olduğunu anlatmıştı ısrarla... Ve başardı...

"Öğrencilerini korudu"

Öğrencilerini korudu... İktidara direndi ama onları düşman diye görmedi, ilişkiyi hiç kesmedi... Okulun sorununu hem iktidara, hem Türkiye’ye makuliyetin en temiz Türkçesiyle anlattı. Duruşu kararlıydı, ama o kararlılığı uzlaşmaz bir kahramanlık gösterisine çevirmemişti.

Gerçek kahramanların, kahramanlık taslamadan sorun çözen insanlar olduğunu mükemmel bir hocalık becerisiyle göstermişti hepimize... Bu tarzı, bu haliyle, siyasilere de güven verici bir yöneticiliğin erdemlerini anlatmıştı tek tek... Gürültünün, bağırış çağırışın, desibelin, yumruk sıkmanın, parmak sallamanın, hoyratlığın “zamanın demir yumruklu ruhu” zannedildiği bir dünyada, sessizliğin, uzlaştırıcılığın, sükûnetin, makuliyetin, serinkanlılığın ne kadar güzel ve etkili bir kadife eldiven olduğunu hiç parmak sallamadan izah etmişti...  

"Ahmet, bir tebessüm insanıydı"

Ahmet, bir tebessüm insanıydı...Duygularını mizahla hafif hüzün arasındaki incecik bir tebessüm parseline çiçek gibi ekmeyi bilen bir ifade simyacısıydı...   İnsan yüzünde en zarif duran ifadenin sahici bir tebessüm olduğunu ondan öğrenmiştik. Gerçek kararlılığın kendini en güçlü şekilde, kontrolsüz bir belagat ve takallüs etmiş bir suratta değil, böylesine yumuşak bir tebessümde ispatlayabileceğini de o anlatmıştı.

Bana gelince... O, ODTÜ’de hem akademik başarısı hem de yöneticilik zarafeti ve tutarlılığı ile... Eşi Feride ise Birleşmiş Milletler’de kadın haklarının en üst kuruluşlarından birinin başında verdiği mücadele ile.... Bana arkadaş gururu taşımanın dayanılmaz keyfini verdiler....

Güle güle benim sevgili oda arkadaşım... Bugün toprağa verilirken cesaretim olsa ve yüzünü açabilseydim eğer... Eminim... Yine o tebessümü görecektim... Ve ben seni o tüy gibi son tebessümünle uğurlayacaktım... Ne yazık ki o cesaretim yok... O yüzden, sadece “O üniversite odasında en kötü günlerimde beni hep yatıştıran tebessümünü hiç unutmayacağım” diyerek uğurluyorum seni...