Geçen hafta çatışmaların yoğun olduğu Diyarbakır'ın Sur ilçesine giden yüzü aşkın yazar, gazeteci ve akademisyen grubunun arasında yer alan Prof. Baskın Oran, "Hep güle-oynaya dolaştığım yerleri böyle göreceğim hiç aklımın ucundan geçmemişti. Çok kötü oldum. İkinci Dünya Harbi’nden siftah çıkmış, dumanı hâlâ tüten, müttefik işgalindeki harabe Alman kentlerinin resimleri geldi gözümün önüne" dedi. "Kürtler ve Türkler birbirlerini kaybetmeye doğru gidiyorlar" diyen Oran, "Daha doğrusu Türkiye Kürtlerini kaybetmeye gidiyor" ifadesini kullandı.
Özgür Gündem'den Berat Günçıkan'ın sorularını yanıtlayan (7 Ocak 2015) Baskın Oran'ın açıklamaları şöyle:
* Daha önceleri de Diyarbakır’a gittiniz, önceki yolculuklarınızla barış isteğini dillendirmek amacıyla bu son gidişinizde kentte, kentin insanlarında ne gibi farklılıklara tanık oldunuz?
Ben doğma büyüme İzmirliyim. Yapı olarak da tamamen Egeli. Ama 96 başındaki ilk gidişimden bugüne değin her seferinde doğduğum yere/eve kavuşuyor gibi oldum. Gerçekten ama. İnanılmayacak bir sevinçle gittim Diyarbakır’a her seferinde. Çünkü kentin karakteri bir yana, buranın insanları hep kucaklayıverdiler beni.
Bu sefer de aynı şeyi yaşadım. Yolda hiç tanımadığım insanlar adımla hitap ederek hoşgeldin hoşgeldin diye durdurdular, büfelerinden çıkıp yol gösterdiler, sen iyi ki varsın hocam dediler, dizlerim zorlayıp kaldırıma oturunca hemen bi yerlerden tabure çıkardılar ve saire. İnsan daha ne ister.
Ama bu sefer kentin kendisi çok farklıydı. Benim için Diyarbakır demek Suriçi demek. İnsansızlaştırılmıştı. Sadece Özel Harekat polisleri ve zırhlıları. Her tarafı tahrip edilmiş. Harabe. Hayalet şehir. Hep güle-oynaya dolaştığım yerleri böyle göreceğim hiç aklımın ucundan geçmemişti. Çok kötü oldum. İkinci Dünya Harbi’nden siftah çıkmış, dumanı hâlâ tüten, müttefik işgalindeki harabe Alman kentlerinin resimleri geldi gözümün önüne. 1.700 yıllık surlar bile Sur evlerinden daha sağlam.
Dükkanlar kapalı. Kepenklerinde “kiralık” yazıyor, kim kiralayacaksa. Esnaf akşam eve ne götüreceğini düşünüyor, evi yıkılmışlar nerede yatacağını düşünüyor, insanlar yasak olmayan yerlerde dolanıyor, yarı hırs yarı yılgınlık içinde.
* Vali ve belediye başkanıyla da görüştünüz, merkezi ve yerel yönetim çatışmaların durması için nasıl bir dil kullanıyor ve yöntem öneriyor?
Önce küçük bir heyetle Vilayet’i, sonra toplu olarak Büyükşehir Belediyesi’ni ve taziye için Baro’yu ziyaret ettik.
Vali olarak Hüseyin Aksoy adında çok efendi ve kültürlü bir insanla karşılaştık. İnsan Hakları Üst Kurulu sekreterliği yapmış. Mülkiye mezunumuz imiş. “Hendekler dolduğu gün sokağa çıkma yasağını kaldırırız” diyor ki, görevini yapıyor tabii.
Bu ziyaretten gerçekten hoş ve verimli bir diyalog çıktı. En çok, günlerdir bir lisenin bahçesinde yatakalmış iki cenazenin aile tarafından nasıl alınacağını konuştuk. Polisler garanti vermiyor ailenin hayatı için, onlar da gidemiyor. Vali Aksoy, “Cenaze işleri belediyeye ait olduğu için belediye resmi kıyafetle gitsin, alsın, bu iş hallolsun” dedi. Çok sevindik. Devlet adamı gibi bir adam. Çıkınca, aileye ve belediyeye bildirdik müjdeyi.
Bundan sonrasını, heyetten Dr. Ö. F. Gergerlioğlu’nun dönünce gruba yolladığına bırakayım. Aynen okuyorum:
Not: Makalemde bahsettiğim 2 cenazenin yerden kaldırılması konusunda olumsuz gelişmeler yaşandı maalesef. Biz Vali ziyaretinden çıkarken sevinmiş, umutlanmıştık. Sonraki gün Nurcan Baysal beni arayarak “Cenazelerin yakınlarının savcıya gittiğini, savcının “devletin güvenliği sağlayamamasından mesul olmadığı” yönünde bir kağıt imzalatmak istemesinden dolayı ailelerin tedirgin olup cenazelere gidemediğini belirtti. Vali ile dışardan gelen birisi olarak tekrar görüşüp güvence aramamı rica etti. Vali ile telefonda görüştüm. “Devlet açısından ateş edilmeyeceğinin garantisini veririm, siz İHD’yi de devreye sokarak bir zemin oluşturun, nasıl bir şekilde alınmasını istiyorsanız talimat verip yapayım” dedi nazik bir şekilde.
İHD başkanı bölgedeki özel tim komutanıyla görüşüp yol ararken yüzü maskeli komutan “Vali’nin sözleri beni bağlamaz” demiş, bunun üzerine olay kilitlendi, yarın yani cenazelerin yerde çürümeye başladığı 12. günde aileler İHD’de ölüm orucuna yatıyorlar. Nurcan Hanım da bu konuyu yazdı. Üzgünüm, maalesef olay büyüdü.
Ama asıl üzücü olan bu kadar çocuk ölümlerinin nedeninin tim komutanının sözüyle ortaya çıkması sanırım. Polislerin keyfine kalmış bir ortamdan bahsediyoruz. Acı gerçek bu, çözülebilecek bir durum sanırım cumartesi günü kin ve nefreti arttıracak ulusallaşmış bir haber olarak önümüze çıkacak. Selamlar
* Bu maskeliler başka yerlerden geçici olarak gönderildikleri, kadroları Diyarbakır’da olmadığı için Vali bunlara karışamıyormuş. Nasıl iştir, nasıl devlettir bu? Şimdi insanın aklına nasıl gelmez, Erdoğan Ergenekon’la koalisyon yapıyor yorumları?
Bir şey daha: Hem Ankara’da hem orada çok farklı kişilerden duyduğum bir şey: Bu Özel Harekat mensupları içinde Türkçe bilmeyip Arapça konuşanlar bulunduğu söyleniyor. Nasıl iş olduğu herkesin yorumuna kalmış. Ben sadece duyduğumu aktarıyorum.
* Çok üzücü. Bölge halkının anlattıklarıyla batıya ulaşan bilgiler arasında nasıl farklılıklar var; batının ülkenin doğusunu neredeyse yok saymasının, olup bitene kayıtsız kalmasının nedeni medyanın devlet diliyle konuşması ve bilgi karartılması olabilir mi?
Medya satın alındı, alınamadıysa yıldırıldı. Olabilecek en korkunç şey de bu, zaten: Haber alamıyoruz. Çok az bağımsız ses kaldı ortalıkta.
Mesela, basında ve internet sitelerinde okuduk, bizim döndüğümüzün ertesi günü yani 31 Aralık’ta yapılan yürüyüş sırasında polise el yapımı bomba atılmış ve gazlı-sulu TOMA müdahalesi bunun üzerine olmuş.
HDP Eş Sözcüsü Ertuğrul Kürkçü bunu twitter’da yalanladı, polisin gaz tüpünün patladığını söyledi. Ben de; Diyarbakırlı olmayan, Kürt olmayan, Kürtlere yakınlık duymakla ilgisi olmayan, başka bir ilden buraya atanıp görev yapan bir memurla konuştum, yürüyüş sırasında oradaymış, böyle bir bomba olayı duymadığını söyledi. Şimdi, kim doğruyu söylüyor?
Mesela: Tahir Elçi’nin öldürüldüğü 4 Ayaklı Minare dibinde olay yeri inceleme yapılırken YDG-H’linin ateş ettiği, incelemenin bu yüzden yapılamadığı her yerde yazılmıştı hatırlarsanız. Baro eski başkanlarından Emin Aktar başka bir şey söyledi Baro’yu ziyaretimizdeki toplantıda: “Başsavcının korumaları ihtiyaten silah sıkmışlar sokağın içine. İçeriden de cevap gelmiş. Olay yeri inceleme yapılamadı.” Hangisi doğru şimdi?
* Diyarbakırlılar Batı’nın sessizliğine karşı kırgın ve kızgın mı? Bu, savaşın başladığı günden bu yana bir şekilde sürdürülen “geleceği birlikte inşa etme arzusu”nu yaralayabilir mi?
Şu anda “ortak gelecek” düşüncesi sıfır bölgedeki insanlarda. Devletten umutlarını tamamen kesmişler, bu bir. Ayrıca, batıdaki insanlara çok alınmışlar. Çok kırgın vaziyetteler. Çok meyuslar.
Çok da haklılar, tabii. Zaten bu sebepledir ki bizi ilk görünce önce “Kendimizi çok yalnız hissediyoruz. Batı niye tepkisiz? Niye bizle ilgilenmiyor? 9 gündür cenazelerimizi alamıyoruz. Daha nasıl olmamız lazım ilgilenmeleri için?” diye takaza ettiler, sonra niye geldiğimizi ve kim olduğumuzu anlayınca “Allah razı olsun sizden, acımızı aldınız, iyi ki varsınız”a döndü olay.
* Silahların susması ve müzakere sürecinin yeniden başlaması mümkün mü, bu süreci hızlandırmak için sizce kim, ne yapmalı?
Nasıl susar, şu anda bilmiyorum. Ama mutlaka susması gerektiğini biliyorum, herkes gibi.
Ne yapmalı’ya gelince, herkes elinden gelen neyse onu yapmalı. Ayranım bu yarısı su olabilir, ama ne gelirse. Bizim elimizden de, savaş içindeki Diyarbakır’a gidip, insanlara şehirde durduğumuz, toplantı yaptığımız her yerde şunu söylemek gelebildi sadece:
“Biz buraya, şehirleri topa tutulan Kürt kardeşlerimizin yanında olduğumuzu, onların yalnız olmadığını göstermek için geldik. Bir de, bu meselenin ancak ve ancak masada halledilebileceğini söylemek için geldik!”
Ama öncelikle Erdoğan’ın iktidarını korumanın yolunu savaşta aramasının püskürtülmesi gerekiyor. Püskürtülebilir mi?
Muhalefet nâmevcut. Erdoğan Tek Adam olmak için korkunç bir germe ve kutuplaştırma politikası uyguluyor, çünkü insanlar korkunca otoriteye sığınır. Bu politikayı da, en kolay Kürtler üzerinden yürütüyor, çünkü yanına İslamcıların yanı sıra Ordu’yu, Ergenekon’u, 1930 yapımı Kemalistleri ve tüm milliyetçi-muhafazakarları alıyor. Satanist bir koalisyon bu. Ve bu durum Kürt meselesinin şu andaki büyük şanssızlığı.
Ben Erdoğan’ın kendisine güveniyorum sadece. Sonu gelmeyen aşırılıklarına, Tek Adam olmak için ülkeyi kopacak kadar germesine, kutuplaştırmasına, bunun sonunda kendi sonunu getirecek olmasına güveniyorum sadece...
* Sizce savaşın sürmesi halinde Kürtler ve Türkler çocukların, yaşlıların, askerlerin, gerillaların ölümlerinden başka neleri kaybedebilir?
Birbirlerini kaybetmeye doğru gidiyorlar; daha ne olsun? Daha doğrusu Türkiye Kürtlerini kaybetmeye gidiyor. Daha ne olsun
"Erdoğan rejimi Türkiye’ye en büyük kötülük"
* Son yıllarda Kürt yöneticilerden sıklıkla “müzakere edebileceğiniz son kuşak biziz” cümlesini duyduk, hendeklerin arkasındakilerle görüşebildiniz mi, bu cümle karşılığını bulmuş görünüyor mu?
Hendeklerin arkasındakilerle kim görüşebilmiş de biz görüşeceğiz? Bizim orada olduğumuz 30 Aralık Çarşamba günü Sur’un ana arteri olan Gazi Caddesi nasılsa açılmıştı ve ertesi gün de kapatıldı yeniden. Zaten açıkken de sol tarafına girmek tövbe yasaktı; yaklaştırmıyorlardı bile. Orada yaşayanlar giremiyordu ki biz girelim. İnsanlar evinin sokağına girip evinden ilaçlarını alamıyordu.
Cenazeler toprağa verilir. Yaralı olanın yarası tımar edilir. Evler tamir edilir. Her şey zamanla düzelebilir. Ama zamanla kötüleşen bir şey var: Yaşları 10’ların sonunda 20’lerin başında olan gençler artık kendini “Türkiyeli” saymıyor. Duygusal olarak ülkeden kopmuşlar. Bitmiş. Bunlar yarının büyükleri. Bunlar abilerinden ve babalarından çok farklı düşünüyorlar, bütün bu şehirlerin tanklarla bombalanması rezaleti ortamında. Bunların yürek ve beyinlerine hangi otacı ilaç olacak? Erdoğan Rejimi’nin Türkiye’ye ediverdiği en büyük kötülük bu, işte. Bu, işte! Herkese bol bol yeter!
Devlet dediğin Erdoğan'dan ibaret
Dicle Haber Ajansı'ndan Ayşe Kuran'ın Prof. Baskın Oran'la yaptığı söyleşi şöyle:
DTK'nin Diyarbakır'da düzenlenen Olağanüstü Genel Kurulu'nda açıkladığı "Özyönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu"nda eğitim, sağlık, tarım, kısacası yaşamın her alanında yapılacak olan değişiklikler 14 madde ile vurgulandı ve özerklik talebi bir kez daha gündeme getirildi. Kürt siyasetinin talepleri de "bölücülük" yaftasıyla kriminalize edilmek isteniyor. Siz DTK'nin deklarasyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şöyle bir giriş yapalım; Erdoğan, Kürtlerin özerklik talebini anayasa ihlali ilan etti. Halkların Demokratik Partisi'ni (HDP) kapattıramayacağı için de dokunulmazlıklarını kaldırtıp, eşbaşkanları mahkum ettirmek istiyor. En azından iki açıdan çok acayip bir durum. Birincisi, Kürtlerin yaptığı, Anayasa'yı adem-i merkeziyetçilik yönünde değiştirme talebinden ibaret; idari bir yeniden yapılanma önerisi. Suç demek nasıl bir iş? Anayasa tartışmayla ve milletvekili önerileriyle değiştirilemez demenin ne demek olduğunun farkında mı Erdoğan? Sadece askerî darbeyle değiştirilir demek!
Anayasa metinleri Kur'an kelamı değildir; bizzat Anayasa'da yazılı usullere uyarak değiştirilebilir. Bu ülke 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982'de 5 tane tamamen farklı anayasa gördü, sonuncusunun da bugüne kadar yarısı değiştirildi. Kaldı ki, İncil'e benzer biçimde, bugün elimizde olan Kur'an da üçüncü halife Hz. Osman zamanında oluşturulmuş, diğer metinler yakılmıştır.
İkinci acayip durum dediğiniz nedir?
Evet, ikincisi, tam tersine, bizzat Erdoğan her ağzını açışta Anayasa'yı ihlal suçu işliyor. Öneri falan getirmeden, yekten, fiilen değiştiriyor Anayasa'yı. Parlamenter Sistem'e göre yetkileri çok sınırlı, tamamen sorumsuz cumhurbaşkanı olduğu halde (Anayasa Md. 105/1), büyük bir "cesaret"le Başkanlık Sistemi yetkileri kullanmakta.
Daha da vahimi, mevcut kanunların yanı sıra Anayasa'nın en önemli hükümlerini fütursuzca çiğniyor. Örnekleri ibadullah, ama mesela bu son olayda 'HDP'lilerin dokunulmazlığı kaldırılsın' diyerek aynı anda hem Yargı'ya hem Yasama'ya talimat veriyor. Anayasa Md. 138'e rağmen bir taşla iki kuş öldürüyor (MHP ve Perinçek de hiç sıkılmadan destekliyor!). Erdoğan şuna sığınıyor: Anayasa Md. 105/3'e göre Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten suçlanabiliyor. Çünkü Anayasa koyucunun hiç aklının ucundan bile geçmemiş; bir Cumhurbaşkanı'nın Anayasa'yı fiilen değiştirmek suretiyle bizzat ihlal edebileceği.
Peki, Cumhurbaşkanı, neden idari değişiklik isteyen HDP eşbaşkanlarını suçluyor?
"Seni başkan yaptırmayacağız" dediği için Demirtaş'a takmış olmasının dışında, bunun en az iki sebebi var; bir defa, kendisini hiç denetimsiz "tek adam" yapacak, tamamen merkeziyetçi bir anayasa yapmak istiyor. HDP'nin adem-i merkeziyetçi bir anayasa istemesi ise tekerine taş koyuyor. İkincisi ve daha önemlisi, Erdoğan, "tek adam" olabilmek için gerginlik ve kutuplaşmaya muhtaç. Bunları yarattığı oranda oy topluyor çünkü insanlar korku ortamlarında otoriteye sığınıp onu desteklerler; mesela 12 Eylül rezaletinde olduğu gibi. Erdoğan 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında bunu uyguladı ve kazandı. Erdoğan bu taktiği en kolay biçimde Kürtler üzerinden devreye sokuyor, çünkü böylece İslamcıların yanı sıra hem orduyu, hem Ergenekon'u, hem 1930'larda kalakalmış zavallı Kemalistleri, hem de milliyetçi-muhafazakâr kamuoyunu yanına almış oluyor. Fevkalade verimli ama fevkalade satanist bir koalisyon.
Bu sebepler, DTK özerklik önerisinin "bölücü" yaftasıyla kriminalize edilmek istenmesine yeter mi?
Tabii ki yetmez; ama bütün taktiği gerginlik yaratmaya dayalı bir Erdoğan'a istediği fırsatı verecek, ekmeğine reçel sürecek bir üslup bulmak mümkün öneride. Son paragrafta "öneri ve eleştirilere açıktır" dendiğini de dikkate alarak şöyle bir giriş yapalım buna da; son yıllarda Kürtler 4 tane özerklik önerisiyle geldiler: 1) Öcalan'ın ortaya attığı ve Kasım 2007'de yapılan 2. Olağan Kongre'de parti tüzüğüne giren Demokratik Toplum Partisi (DTP) projesi; 2) Aralık 2010'daki Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) projesi; 3) Yine Aralık 2010'daki Demokratik Toplum Kongresi (DTK) projesi; 4) Şimdiki (Aralık 2015) DTK projesi. Lafı uzatmamak için özetle; bunların arasından DTP-BDP projeleri ile DTK'nin iki projesi birbirlerinden epey farklı espride.
Nasıl?
2007 DTP ve 2010 BDP metinleri yerel yönetimlere yetki verilmesini, yerel ve bölgesel özerk yapıların önünün açılmasını, her bölgenin kendi ismiyle adlandırılacağı yeni bir yönetim biçimi oluşturulmasını, bölgesel metropoller ilan edilmesini, Kürt dili ve kimliğinin anayasal güvenceye kavuşturulmasını, yerel kaynakların yerel yönetimlere aktarılmasını istiyor. İstiyor ama bunları üniter yapı, resmî dil Türkçe ve ortak bayrak temellerinde ileri sürüyor. Ayrıca, bütün Türkiye'ye ("20-25 bölge") teşmil edilecek bir adem-i merkeziyetçilik istediğini apaçık söylüyor. 1921 Anayasası Md. 11'deki gibi.
Peki, şimdi sorun ne?
DTK metinleri (2010 ve 2015) ise, kötü niyetliler tarafından Türklerin paranoyasını kaşımakta kullanılabilecek üslupta. Mesela; "Özsavunma boyutu toplumlar için sadece bir askerî savunma olgusu değildir" diyor ve buradan özsavunmanın temelde askerî olduğu anlamı çıkabiliyor. Oysa bir ülkenin farklı bölgelerinde bölgesel polis teşkilatları olabilir ama bölgesel ordular olmaz. "Yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmî yerel güvenlik birimlerinin kurulması" diyor. Ne var "tümünü" diye vurgulayacak? Amaç üzüm yemek mi, bağcı dövmek mi?
'1921 Anayasası'nda yerel resmi diller kabul ediliyordu'
"Yargı Sistemi ve Adalet Hizmetlerinin Özerk Bölge Modeline göre yeniden düzenlenmesi" diyor ve buradan bölgesel bir adalet sistemi istediği anlamı çıkabiliyor. Oysa mesela fevkalade adem-i merkeziyetçi bir metin olan 1921 Anayasası Md. 11'de adalet, merkez Ankara'ya bırakılmış bir alan. "Türkçe'nin yanında yerel dillerin de resmî dil olarak kabul edilmesi" diyor. Oysa bu yerel dillerin resmî dairelere müracaatta kullanılabilmesini isteyebilirdi. Mesela Osmanlı'da "devletin lisan-ı resmîsi" 1876'dan itibaren Türkçe idi ama Bağdat'ta Arapça dilekçe vermek mümkündü. Kaldı ki, böyle bir ifade kullandığın zaman bütün yerel dillerin bütün Türkiye'de resmî dil olması gerektiği anlamı çıkabiliyor.
2010 DTK metnindeki 8 bölümden biri de "Diplomasi". Nasıl yani? 1921 Anayasası Md. 11 tabii ki "dış politika"yı merkez Ankara'ya veriyordu; başka türlü nasıl olur ki? Yine üzüm ve bağcı durumları. Şimdi toparlayalım; rahmetli Şerafettin Elçi formüle etmişti: Kürt meselesini halletmek için "Kürtleri tatmin, Türkleri ikna" şart. DTK metinlerindeki üslubun en azından ikinci koşulu sağladığını söylemek zor. Oysa bağımsızlık istersen anlarım da, özerklik istiyorsun ve bunun için de en azından vicdanlı Türklerin desteğini alarak devletle müzakere etmek lazım. Rahmetli Hrant da çok önemli bir şey söylemişti: "İki halkın ikisi de hasta. Ermeniler travmadan, Türkler paranoyadan". Bu özdeyiş Kürtler ve Türkler için de milimi milimine geçerli. Bilmem izahat gerekli mi?
2015 yılını da geride bırakmışken, Kürdistan'da başta Sur olmak üzere birçok ilçede ablukalar da devam ediyor. AKP iktidarının topyekûn saldırılarına rağmen Kürtlerin özerklik talepleri pratikleşebilir mi? Kürtlerin özerklik talebi devlet artı demokrasi formülasyonu olabilir mi?
Devlet dediğin, şu anda Erdoğan'dan ibaret. "Erdoğan+Demokrasi" formülü nasıl olacak ki? Aksine, yukarıda da söylediğim gibi, "hendek" meselesi Erdoğan tarafından gerginlik politikasında başarıyla kullanılıyor. Bir de şunu düşünmek lazım: Gerilla kırda başarılıydı ama şehirler farklı bir ortam. Kaldı ki hendekleri savunanlar arasında gerilla az sayıda.
Sizin de arasında bulunduğunuz aydın, sanatçı, siyasetçi ve akademisyenlerden oluşan yaklaşık 100 kişilik "Barış Grubu", Diyarbakır'a gittiniz. Diyarbakır ile ilgili izlenimleriniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Zaten biliyorduk ama gözümüzle bir daha gördük. Esnaf açlıkla karşı karşıya. İnsanlar evsiz barksız. Baskıların yanı sıra belirsizlikten de büyük umutsuzluk içinde. Kürtler Türkiye'den fena halde kopmaya gidiyor. Bu sonucu yaratmak başlı başına büyük ihanet vatana. Biz gidince biraz da olsa mutlu oldu Diyarbakır insanı. Çünkü batıdaki insanlar arasında kendilerini durmadan ilgilenenler olduğunu gördü. Ayrıca Sümerpark'ta yapılan toplantıda tanıklar yaşadıklarını canlı canlı anlattılar; bu büyük bir ihtiyaçtı. Hiç olmazsa bu kadarı, yani.
Kürtlerin devlet tarafından gasp edilen haklarına Türkiye halklarının daha güçlü sahip çıkması nasıl bir siyasi çözüm gerekir?
Bilemiyorum. Çünkü herhangi bir siyasi çözüm olabilmesi için önce masaya oturmak lazım; silahlar konuşurken bu olmaz. Önce silahlar sussun, ölümler ve yıkımlar dursun, o zaman bir mülakat daha yaparız sizinle.
Yılın son gününde başkanlık sistemine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, üniter başkanlık sisteminin, Hitler Almanyası'nda ve diğer bazı ülkelerde de olduğunu belirterek, modelini açıklamış oldu. Önümüzdeki süreçte mevcut anayasanın değiştirilmesi de gündemde, bu gündemler Kürdistan'a nasıl yansır?
Lapsus. Lapsus derler buna. Bir arzunun istem dışı dile getirilivermesidir, yazarken ve özellikle de konuşurken. Anayasa Erdoğan'ın istediği biçimde değiştirilirse sadece Kürdistan etkilenmez, bütün Türkiye batar. Resmen dibi bulur.
Özerklik talebinin yöntemini herhalde sert buldunuz?
70'imi geçtim, 3 tam ve 1 yarım askerî darbe yaşadım doludizgin, benden 20-25 yaş büyükler mesela Ahmet İsvan abim de söylüyor, Türkiye hiç böyle rezalet görmedi. Mahallelerin tankla bombalandığı böyle bir ortamda tepki olarak sert bir özerklik talebiyle ortaya çıkmak çok anlaşılabilir bir şey, ama daha gideceğimiz çok yol var; seçkinlerin soğukkanlı olması lazım.